Temmuz

12 Temmuz 2013

Arvid’in gidişinden sonra içimde farklı bir his vardı. Dün, sanki uzun zamandır arkadaşız da Berlin’i birlikte geziyormuşuz gibi hissettim. Uzun süren arkadaşlıklarda, birbirinden biraz sıkılma duygusu vardır ya, işte biz hem onu yaşıyor hem de daha yeni tanışmış iki arkadaş gibi duruyorduk. Çok garip bir histi. O bana bakıyordu, yanlış bir şey söyledim mi diye, ben ona bakıyordum acaba canı sıkılıyor mu diye.

Farklıydı, hissettiklerim farklıydı. İlk defa yabancı birinden böyle bir arkadaşlık görmüştüm. Türkiye’de sadece bir kere başıma geldi böyle bir şey, onu da zaten buraya yazmıştım. Gitme demek isterdim ama benim gibi o da gitmek zorunda.

Müzeleri gezdikten sonra odama geldim. Odada uzakdoğulu bir kız oturuyordu. Çok yalnız görünüyordu. Yabancı birini görmenin huzursuzluğunu yaşıyordu belli ki. Bu huzursuzluğu biraz atmak için yavaştan konuşmaya çalıştım. Epey bir şey konuşursak, en azından biraz daha ısınır, rahat davranır diye. Arvid’den bahsettim. Deli dolu, çılgının teki olduğunu, dün gece burada yattığını söyledim. Hala olayın etkisindeydim. Odaya başkaları da gelmişti. Terliklerini bırakmışlar, eşyalarını dolaplarına kitleyip gitmişler. Dünü hafızama daha iyi kazıyabilmek için bilgisayarımı çıkardım ve bloga yazmaya başladım. Bir süre sonra terliklerin sahipleri geldiler. Beni görünce epey bir şaşırdılar. Normalde bayan odası olarak kiralamışlar ama karma oda olduğunu kimse söylememiş. Almanca konuşuyorlardı. Almanya’nın başka şehirlerine de gitmişler, genelde hostellerde iki kişilik odalarda kalmışlar ama buraya gelirken dört kişilik odada kalmaya karar vermişler. Tabi bu durumda yine ortamı yumuşatmak bana kaldı. Eşyalarını karıştırırken “Üstünüzü giyinecekseniz dışarı çıkabilirim” dedim. Bunu söylemem onların hoşuna gitti çünkü bir başkası bu tip bir şey söylemez normalde. Çıkmana gerek yok, biz duş almaya gidiyoruz cinsinden birşeyler söylediler. Bilgisayarda yazmaya devam ettim. Hem gülüyor, hem de üzülüyordum. İkisinin ortası nasıl bir duygu olur, öyleydi işte. Odadaki herkes yattı, ben hariç. Hala uzun uzun dün yaşadığımız güzel şeyleri yazıyordum. Yazımı bitirdikten sonra bilgisayarı dolaba kilitleyip uyudum.

Sabah olduğunda, hemen gidip bir duş aldım, sakal tıraşı oldum ve kahvaltıya indim. Saat ondan önce kahvaltıyı bitirmiş bavullarımı almış ve check-out yapmış olmam gerekiyordu. Hemen hosteldeki açık kahvaltı menüsünden birşeyler aldım ve dünkü asyalı, aslında koreli, kızın yanına oturdum. Şehirlerle ilgili konuştuk. Sonra oradan ayrıldım. Mutfaktan ayrıldım, onun da çıkmasını bekledim güle güle diyebilmek için. Vedalaştıktan sonra yukarı çıkıp ağır bavulumu, spor çantamı, kamera çantamı ve sırt çantamı aldım. Lobiye gidebilmek için asansörü kullanmam gerekiyordu. Bekledim, dolu geldi. Bekledim, yine dolu geldi. Yine bekledim ve yine doluydu. En sonunda kendimi sıkıştırdım asansöre, aşağı indik. Check-out yaptım ve havaalanına nasıl gidebileceğimi sordum. Metroyu ve otobüsü kullanmam gerektiğini söyledi. Bileti de makineden alabileceğimi söyledi. Ağır eşyalarımı çeke çeke çıktım hostelden. Bisikletlerin yanından geçerken, Arvid ile gitmeden önce vedalaştığımız anı hatırladım. İkimizin fotoğrafını çektiğini ve vedalaşmadan önce konuşamadığımızı hatırladım. Bana bisikletini gösterdiği anı hatırladım. Bavulumu çeke çeke metro durağına götürdüm. Durağın sonundaki makineden bilet aldım ve metroya bindim. İki-üç durak sonra inecektim zaten. Durakta indikten sonra yukarıya çıktım ve etrafta nerede otobüs durağı olduğuna baktım. Biraz ilerledikten sonra bir tane gördüm. Otobüsün numarasını da tabelada gördükten sonra rahatladım. Otobüs de bir iki dakika sonra geldi. Herkesin bagajı vardı, bindiler. En son ben biletimi ararken otobüs şoförü gel gel, sorun değil dedi. Otobüste alman görünümlü türkler de vardı. Havaalanının önüne kadar götürdü otobüs. Zar zor otobüsten indikten sonra Türk Hava Yolları’nın check-in yapılan bölümüne gittim. Görevliye check-inlerin ne zaman yapılacağını sordum. On iki buçukta yapılacağını söyledi. Daha saat on bir bile değildi. Oturmak için birkaç tane bank vardı. Birinin kalkıp gitmesini bekledim. Birkaç dakika sonra bir kişi kalktı ve hemen kaptım yeri. eşyalarımı yerleştirdim, bilgisayarımı çıkardım ve yazı yazmaya başladım. Oturduğum bankın sadece iki oturma bölümünün arkası vardı, üçüncü, ortadakinin sırt kısmı yoktu. Yaşlı bir adam geldi ve ortadaki boş yere oturmaya çalıştı. Türk olduğunu anlar anlamaz kalkıp “Buyrun, siz böyle oturun, oraya ben oturabilirim” dedim. Teşekkür etti ve o dakikadan sonra konuşmaya başladık. Kızı staj yapıyormuş, onu yerleştirmeye gelmiş taa Trabzon’dan. Geri dönüyordu İstanbul üzerinden Trabzona. Almanları öve öve bitiremedi. Sistemlerini çok beğendiğini defalarca söyledi. Konuşa konuşa zaman geçti. Yavaş yavaş saat ilerledikçe türkler birikti check-in bölümüne. Kuyruk oluştu. Vakti geldiğinde biz de kalkıp sıraya girdik. Sol tarafta bekleyen sıradakiler yanlış sırada olduklarını farkettiler ve bizim önümüze geçmeye çalıştılar. O arada klasik türk davranışı olan kavga etme, cırlazma eylemleri sergilendi. Ben de öyle izliyordum. Onca zamandır Avrupa’daydım, bu kadar kavga edeni görmemiştim. Yavaş yavaş Türkiye’ye geliyorduk, onun göstergesiydi bu. Sıra ilerledi ve bana geldi. Alman görevli, pasaportumu istedi, verdim. Baktı maktı, rezervasyonunuzu sistemde göremiyoruz dedi. Bekliyordum aslında böyle bir şey. Daha uzun sürmüştü işlem diğer yolcularınkinden. Bana ilerideki THY ofisine gitmemi söyledi. O kadar süre beklemiştim sırada ve olan şeye bak. Beklemesi değil, bir ton sorun çıkar şimdi diye korktum. Hızla ofis doğru yürüdüm. Ofise vardığımda içerde bir kadın birşeyler yapmaya çalışıyordu odada. Masaya geçti ve rezervasyonumda sorun çıktığını söyledim. Tamam biz onu hallettik, tekrar gidebilirsiniz dedi. Bendeki telaşı farketmiş olmalı ki gülerek söylüyordu bunu. Ben de espriye vurdum sonra durumu, öyle böyle geçti. Hemen check-in sırasına gittim ve beni bu kez business class bölümünden check-inimi aldılar. Sadece bavulumu verdim, spor çantamın daha ağır olmasına rağmen. Şimdi birşey falan olur diye vermedim spor çantamı. Kapılara doğru yürüdüm, pasaportumu polise gösterdim ve kontrolden geçtim. Kapılarda, gate’lerde benim bildiğim Duty Free’ler olur. Bunlarda yoktu. Olsaydı arkadaşlara vodka alacaktım. Oturup beklemeye başladım. Aklım hala Arvid’deydi, dündeydi. Düşündükçe üzülüyor ve gözlerimden yaşlar damlıyordu. Evet, bildiğin ağladım uzun uzun. Öyle dolmuştum ki, Avrupa’dan ayrılmak istemiyordum. Geri gelemeyeceğimi biliyordum. Bir daha Arvid’i göremeyeceğimi biliyordum. Ağlıyordum, bir arkadaşımdan ayrıldığım için. O benim için özeldi, bir günde tanışmış olsam bile. Onunla çekildiğimiz fotoğraflara baktıkça gözlerimden yine gözyaşı damlıyordu. Burnum akıyordu, peçeteyle siliyordum ama yine ağlıyordum. Kendimi bir ara toparladım. Uçak geldi ve yavaş yavaş uçağa geçtik. THY’nin yurtdışı uçuşlarının epey iyi olduğunu biliyordum ama koltuğa oturduktan sonra bunu daha iyi anladım. Uçuşun geçmesi için film izlemek istedim. Güzel bir film seçmiştim, hoşuma da gitmişti. Bu arada hostesler yemek veriyorlardı oruçlu olmayan yolculara. Tabi bundan önce yemek menüsünü dağıttılar herkese. Hizmette kusur yok gibiydi. Yemeğimi yedim, filmimi izledim ve yine düşünmeye başladım. Yine ağlamaya başladım. Biraz daha sakinleştim ve pilotun İstanbul’a iniş yapıyoruz anonsundan sonra artık herşeyin tamamen bittiğinin, Avrupa’dan tamamen ayrıldığımın bir kanıtıydı. Havaalanına indikten sonra dış hatlardan iç hatlara geçtim. Dış hatlardaki o modernlik iç hatlarda yoktu tabi. İç hatlara girince kendimi Adana Çarşı’da hissettim. Herkes arap gibiydi. Yabancıların söyledikleri, kafalarındaki o imajların neden öyle olduğunu o an anladım. Harbiden arap bir millettik. Herşey karma karışık, herkes yüksek sesle konuşuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Bizimkileri arayıp İstanbul’da olduğumu söyledim. Biletime baktım, sonra da elektronik tabelaya baktım uçağın hangi kapıdan kalktığını öğrenebilmek için. Bir uçak vardı, yine Ankara’ya giden ama uçak kodu farklıydı. Oradaki kadın görevlinin birine sordum ve bana biletin üzerindeki benim göremediğim uçak saatini gösterdi. Kafama dank etmişti. Teşekkür ettikten sonra yine tabelaya baktım. Epey beklemem gerekiyordu. Kontrollerden geçtim ve oturma salonunda insanların az olduğu yere gidip oturdum. Bilgisayarımı açtım yine. Telefonumun internetini kullanarak bilgisayardan internete girmeye çalıştım. Dakikalar sonra başarılı oldum. Biraz internete baktıktan sonra bilgisayarı kapattım. Yine ve yine düşünüyordum. Yine ağladım bu kez biraz daha sertti. Gözlüğümü çıkartıp koydum bir kenara ve ağlamaya devam ettim. O denli mi yaşamıştım ben o kısa süreyi? O kadar mı etkiliydi, ya da bunlar bunca zamanın bir birikimi miydi? Kim bilir. Kendimi biraz toparladım ve diğer uçağın kalkacağı kapıya gittim. Az kişinin oturduğu yere gittim. Yan tarafta lehçe cümleler dönüyordu. Bu da mı tesadüftü. Ben oradan ayrılalı henüz bir iki gün olmuşken İstanbul’da yanıbaşımda polonyalı gençler vardı. Beş altı kişilerdi. Konuşmaya falan da çalışmadım. Uçak geldi, sıraya geçtik ve otobüs ile uçağa götürüldük. Uçağa bindim, koridorda ilerledim ve benim oturmam gereken cam kenarı koltuğa bir kadının oturduğunu farkettim. Artık pek de bir önemi yoktu pencere kenarı olup olmamasının. Onca uçağa bindikten sonra uçaklardan sıkılır hale gelmiştim. Kadının yanında da genç bir çocuk vardı. Çantamı şemsiyemi yukarıdaki bölüme koydum. Tam oturacakken kadın da çantasını yukarı koymaya çalışır gibi yapıyordu. Oradan hayatta koyamazdı tabiki. Ortadaki koltukta otursa hadi neyse. Kadının iyimser görünümüne karşılık ben de kadının çantasını aldım ve yukarıya koydum. Teşekkür ettiler anne oğul. Oturdum. Çocuğun Macbook Air’i vardı ve saçma sapan bir oyun oynuyordu. Benim elimde de ipad vardı, dizi izleyecektim. Bir ara acaba çocuğa “Koskoca adam olmuşsun böyle oyunlar oynanır mı?” diyesim geldi. Kendimi tuttum tabi. Herkes yavaş yavaş yerleşiyordu. Bir ön koltukta genç ve güzel bir kadın çantasını yukarıdaki bagaj bölümüne sığdırmaya çalışıyordu. Sığdırması zordu. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordum. “İyi olur aslında” dedi. Kalkıp küçük bir çantayı oturduğum koltuğun üstündeki yere koydum. Diğer çantayı da ters çevirip itekledim. Kadının çantasını da yerleştirdim ve örnek bir beyefendi davranışı sergiledim. Anne oğul bana bakıyordu. Aslında bir çok kişi bana bakıyordu. Oturup ipadden önceden indirmiş olduğum Breaking Bad dizisini izlemeye balşladım. İstanbul – Ankara arası çok sürmüyordu, kırk beş dakika kadar. Biraz vakit geçirdikten sonra havaalanına indik. Uçak durur durmaz herkeste bir hareketli başladı. Yukarıdan kadının çantasını verirken de biraz bir şeyler söyledim bu hareketlilik konusunda. Çantalarını verdiğim için anne-oğul ikişer kere teşekkür ettiler. Çocuk zaten bana hayranmış gibi bakıyordu, anlamadım nedenini. Öndeki yolcuların hemen hemen hepsi indikten sonra ben de harekete geçtim. Çantalarımı aldıktan sonra dışarı çıktım. Körüklüden geçerken aynı çocuk tekrar bana teşekkür etti. Bagajımı almak için havaalanında epey bir yürüdük. Bir ara yanlış yerde beklemişiz, sonra doğru yere geçtik. Bazıları havaalanında kullanılan el arabalarından aldılar. Merak edip ben de aldım. Bir euro ya da iki lira atıyordun makineye. Elimdeki bir euroyu attım ve arabayı aldım. Sadece bagajları bunla taşımak nasıl bir şeymiş diye merak ettim. Bagajımı aldım ve hemen ilk iş bankamatiğe gitmek oldu. Bankadan biraz para çektikten sonra tuvalete de uğradık. Dışarıda bekleyen Havaş otobüslerine doğru gittim. Adama sordum Aşti’ye gidiyor mu diye, ilerideki araç gidiyor dedi. Sürdük arabayı bi güzel. Otobüse vardım ve eşyaları verdim. Adam arabayı aldı direk. Otobüsün diğer tarafındaki bagaja koydu. Bagaj benimkilerden sonra dolmuştu. Otobüse bindim. Aşti’de indim. Aşti’den de taksiye atladım ve ablamdan aldığım adrese gittik. Taksici yeniymiş ve gideceğimiz yeri bilmiyordu. Ben biraz yönlendirdim ve sonra bir yerde indim. Ablamı aradım, geldi aldı beni söylene söylene. “Neden geldim buraya?” dedim ablama. Arabayla biraz daha gittikten sonra yeni evlerine ulaştık. Eşyaları aldım ve dairenin bulunduğu kata asansörle çıktıktan sonra annemi gördüm. Sarıldık, öpüştük. Eşyalarımı yerleştirdim ve hemen İpek’i görmeye gittim. Uyuyordu salonda. Annesi yatağına yatırdı İpek’i, ben de duş için eşyalarımı hazırladım. Duşa girmeden önce ablamla annemin konuşmasını duydum. Ablam üzüntülü bir şekilde “Neden geldim ben buraya dedi anne” dedi anneme. Duş aldıktan sonra bizimkilerle konuştuk biraz, uzandım salondaki koltuğa. Üzgün olduğumu farkettiler. Aslında gelmek istemediğimi söyledim ve kendimi tutamadım, biraz ağladım. Onlar da üzüldüler, gözleri doldu. Biraz daha yanımda kaldıktan sonra gittiler. Ben de uyudum.

Aslında Türkiye’ye gelmeyi hiç istemedim. Oradaki hayatımı, yabancı arkadaşlarımı, evimi, sonradan tanıştığım Arvid’i bırakıp gelmek istemiyordum. Daha fazla vakit geçirmek istiyordum çünkü Avrupa daha iyiydi. Kendimi hissedebildiğim, insanların kasıntı olmadığı, birbirlerine saygı duyduğu, sokakların temiz olduğu, trafiğin olmadığı, korna seslerinin duyulmadığı bir yerdi. İnsanları sarıydı, renkli gözlüydü. Seni sen olduğun için seviyor, sayıyorlardı. İşte bütün bunları bırakıp geri dönmek istemedim ben.