Vay anasını, tarihe bak, 4 Şubat oluvermiş.
Bugün bir iş görüşmesi için, aslında pek de iş görüşmesi sayılmaz, Koluman’a gittim. İstanbul’da bir satış pozisyonu varmış. Ben bunu pazarlama olarak biliyordum ama neyse. Gece geç saatte yattım. Bu tip durumlarda vaktinde kalkacağımı biliyorum. Ne kadar geç yatarsam yatayım, yapılması gereken şeyi mutlaka zamanında yaparım. Normal durumlar için bu olmuyor malesef.
Koluman’daki planlama departmanında Ezgi Hanım var, kuzenimin yakın arkadaşlarından. Kendisiyle bir önceki görüşmemde tanışmıştım. Güler yüzlü, pozitif bir kişi. Bana geçen hafta haber vermişti böyle bir pozisyon olduğunu. Ben de bizimkilere sormam gerektiğini söyledim. Hatta eniştemle bile görüştüm. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra tekrar aradım ve görüşmek istediğimi söyledim. Bana ertesi gün, yani bugün için saat bir buçukta randevu verdi.
Sabah kalktığımda saat onbirdi. Hemen duşa girip üstümü giyindim ve yola koyuldum. Koluman, Adana ile Mersin arasında bir yerde. Şehrin dışında, anayola çıksan bile en az yarım saat sürüyor arabayla. Tam vaktinde firmanın giriş kapısındaydım. Görevli görüşeceğim kişiyi, Veli Bey’i, aradı. Fakat Veli Bey beni hatırlamadı. Tabi bu biraz garip bir durumdu. Sonuçta görüşeceğin kişinin en azından ismini aklında tutabilir insan. Neyse, belki kafası çok doluydu, ondan unuttu. Beni sabah saat onbirde beklediğini söyledi. Bana da bir buçukta söylendiğini ilettim. “Bir karışıklık olmuş, neyse.. Şuan toplantıdayım ve epey bir uzun sürebilir” dedi. Ben de “planlamada arkadaşlar var, onların aynına geçerim, sizden haber beklerim” dedim. Tamam dedi ve planlamaya geçtim. Planlama departmanının binasını yıktıkları için prefabrik yapıda çalışıyorlar personeller. Aslında çok da kötü bir durum değil, zaten yapacak da bir şey yok. Arkadaşlarla selamlaştıktan sonra oturdum yanlarına. Planlamada genelde bayanlar var. Bunlardan iki tanesi benim sınıf arkadaşım, bir tanesi bir dönem altımdaki arkadaş, diğerlerini tanımıyorum. Orada tanıştık. Epey bir süre yanlarında kaldım. Daha sonra Veli Bey, Müge’yi aramış ve yanına gelmemi istemiş. Müge sağolsun bana nereye gitmem gerektiğini söyledi. Ana binada en üst katına çıktım. Bir toplantı odasının karşısında sekreter bir bayan vardı. Veli Bey’i sordum, beni çağırdığını söyledim. Toplantı odasına girdi ve kendisini çağırdı. Ben de dışarıda bekledim. Veli Bey geldiğinde bir odaya geçip konuştuk biraz. Pozisyonun benimle pek alakası olmadığını farkettim. Satıştı, yani herkes yapabilirdi, kolay bir işti fakat benlik bir iş değildi. Ben hem satış yapamam, hem de ilerideki kariyerim için iyi bir seçenek olmazdı. Pazarlama diye düşünmüştüm ama değilmiş, pazarlamaya birini almışlar. Neyse en azından tanışmış, görmüş oldum. Aşağıya inip planlamaya geçtim. Normalde çekip gitmek istedim ama daha sonradan servisle giderim dedim. Saat üç buçuktu. beş kırkbeşte servisler vardı. Neyse, arkadaşların aynına geçtim. Sonra da Ezgi Hanım’ın yanına geçtim. Onunla biraz konuştuk, sonra tekrar içeri girdik. Uzun bir süre pek konuşmadan onları dinledim. “Acaba, işe başlayınca benim durumum da mı böyle olacak?” dedim içimden. Çok sıkıcı ya, insanlar tek bir konu üzerinde konuşuyorlar, birbirlerini seviyorlar ama sohbetler artık o kadar bayağı olmuş ki o monotondan dolayı. Onları kesinlikle suçlamıyorum, onlar da böyle olmasını istemezdi ama sanırım iş hayatı böyle bir şey. Eğer devamlı yerinde oturuyorsan konuşulacak konular ya yemek oluyor, ya çay, kahve…
İş hayatına hazır hissediyorum kendimi. Fakat hangi departmanda çalışmak istediğimi tam olarak bildiğimi sanmıyorum. Yani sadece ben değilim ki, herkes benimle aynı durumda. Bizim mesleğin olayı bu. Nereye girersen öyle devam eder. Planlamaya mı girdin, oradan devam edersin kariyerini. Aslında ortada pek de kariyer yok ama neyse…
Bugün, sistemin bir parçası haline geldiğimizi çok net bir şekilde gördüm. Saatlerce çalışıyoruz, eve gitmemiz geç saatleri buluyor, birkaç saat bir şey yaptıktan sonra yatıp uyuyor ve sabah erken bir saatte kalkıyor, servis bekliyor, işe gidiyor, yoruluyor ve eve gitme vaktinin gelmesini bekliyoruz. Eğer hayat bir rutine biniyorsa o hayatı pek de yaşıyor saymayız. Şanslı çok az kişi bu döngünün içine girmeden hayatlarını devam ettirebiliyor. Onlar da ya şansın ya da baba parasının getirdiği yararlardan faydalanıyorlar. Aralarında öyleleri var ki onlar da akıllarını kullanıp girişimci oluyor ve sıyrılıyorlar sistemin çemberinden.
Sanırım biz, bize biçilen düzeni sağlamaya çalışıyoruz. Yani, okuyoruz, iş buluyoruz. İş bulduktan sonra evlenmemiz gerekiyor, çünkü evlenme yaşındayız. Her şeyin de bir yaşı var yalnız(!) Çocuk sahibi olmamız gerekiyor, para biriktirip ev almalıyız. Arabamız olmalı. İyi bir cep telefonu, bilgisayar, elbise, ayakkabı, saat vs. almalıyız. Çocuklar büyümeli, onları iyi bir okula yazdırmalıyız. Ya çok kötü bir döngü bu… Biz kendimizi “düşünebilen, düşündüğünü yapabilen bir varlık” olarak tanımlıyoruz ama bizim sanki bir programımız var ve o çok önceden planlanmış. Nereye gidersek gidelim, bu durum aynı. Biz, doğurup çoğalmalıyız. Sonraki nesile doğurup çoğalabilmeleri için uygun ortamı sağlamalıyız. Mantık bu resmen. Aslında doğada bu apaçık belli. Bir balık, zamanı gelince çiftleşir ve yumurtalarını bırakır. Daha sonra da ölür. Sanki onca zaman sadece yumurta bırakmak için yaşamış gibi. İşte yaratan, yapmamızı istediği asıl görevin yanında bize de yapmak istediğimiz şeyler için zaman ayırmış. O zamanı iyi değerlendirdiysen sen kazanırsın.
Hayat kısaca: doğ, doğur, öl.