Dört – altı nöbetini yeni gelen arkadaşlardan biriyle tuttum. Zaman gayet hızlı bir biçimde geçti. Nöbetten sonra bölüğe gittik ve içtimaya katıldık. İçtimadan sonra disiplin subaylığına geçtim. Yapılması gereken bir kaç iş vardı, kahvemi içtikten sonra dosyaları teker teker inceledim. Yeni gelen erkan başkanı bizim bölüğü bir görmek istemiş. Bu yüzden bölük komutanı tarafından temizlik ültimatomu verildi. Yatakhane ve yazıhane tarafı, biz disiplin subaylığında işlerimizi yaparken temizlendi. Eğer yatakhaneyi gezmeye geliyorsa kesin bizim buraya da uğrar diye düşündükten sonra hemen çalıştığımız yerin giriş kısmını süpürmeye başladım. Süpürüp sildikten sonra ofise geri geçtim.
Öğleden sonra pek bir işimiz yoktu, öyle boş boş oturuyorduk. Bitirmeye çalıştığım John Green’in Kağıttan Kentler kitabının son sayfalarını okumaya başladım. Kitap hakkında biraz bilgi vereyim. İlk başlarda biraz karışık gidiyordu. Ortalara geldiğimde birkaç olay anlatılıyordu ve pek beni sarmadı. Son elli sayfada olaylar akıcı hale geldi, sonradan tekrar biraz normale sardı ama yine de idare ederdi. Kitabın bitmesine az sayfa kala erkan başkanı geldi. Yanında bölük komutanımız ve onun komutan takımı vardı. Asteğmenimiz kısık bir sesle tekmil verdi ama erkan başkanı pek oralı olmadı. Bunu görünce de ben de tekmil vermedim. Adam içeri girer girmez etrafa bakmaya başladı. Sol tarafımda duran, bardakların ve kettle’nın olduğu masaya yöneldi. Dışarı doğru sarkan prizi gördükten sonra “sizin için tehlike yaratıyor, bunu biraz yukarı aldıralım” dedi bölük komutanına ve bardakları koyduğumuz masa için de “bir tane de dolap getirelim buraya” dedi. Odanın diğer tarafını da inceledikten sonra çekip gitti. İzlenimlerim, 1. İnsan içeri girerken bir “merhaba gençler, nasılsınız?” diye sorar, 2. İnsan biraz güler, 3. Çekip giderken “kolay gelsin arkadaşlar” der. Bunların hiç biri yoktu. Yani insan merak ediyor, o makama gelene kadar bizim düşündüklerimizi onlar da düşünmedi mi? Empati yapmaya çalışıyorum, adam yumuşak davranırsa işlerini titiz bir biçimde yaptıramaz. Neyse, sert tipli biriymiş belli ki.
Elimdeki kitabın son kalan sayfalarını da okuduktan sonra aklıma, diğer kitapları bitirdikten sonra da düşündüğüm bir şey, eğer gelişmiş bir ülkede, mesela herkesin yaşamayı hayal ettiği Amerika gibi, doğmuş olsaydım ve çocukluğum gençliğim orada geçseydi nasıl biri olurdum?
İnsanlar farklı okyanuslara düşen yağmur damlaları gibidir. Hangi denize düşersen oranın bir parçası olursun. Başka bir yerin farklılığını tattığın anda, oranın bir parçası olmayı dilersin. Çünkü insan kendinde olmayana sahip olmak ister.
“Take me home.”