Açılan Kategori

Ağustos

Ağustos

29 Ağustos 2012

Etkilendim. Arkadaşlarımdan etkilendim resmen. Oysa onlar da en az benim kadar sıradandılar.

Boşlukta olan “yalnız” insandır.

Arkadaş Olmak İstemiştim

“Her gün olduğu gibi yine ders çalışıyordum. Arada sırada üniversiteye başlayan sınıf arkadaşlarımla buluşuyor, eğlenceli vakit geçirdikten sonra eve gelip tekrar ders çalışıyordum. Dershanedeki arkadaşlarım gayet eğlenceliydi ve bu eğlence ders çalışmamın yarattığı sıkıcılığı ortadan kaldırıyordu. Büyük sınava aylar kala, yabancı dizi izlemeye başladım. Sınava 3-4 ay kala olmaması gereken bir gelişmeydi bu. Ders çalıştıktan sonra direk diziyi izliyordum. Saatin kaç olduğu pek de önemli değildi izlemek için. Önemli olan izlenilen bölüm sayısıydı. Öğrencilikte alıştırılan bir özellikti bu aslında, sayı ile bir işi bitirmek. “500 soru çözdükten sonra ara verebilirsin.” gibi. Benim kafamda da her gün üçer bölüm izlemek geçiyordu, aslında öyle planlamıştım. Sınavlara kadar bütün sezonu bitirmiş olacaktım. Bazı günler gece saatin dördünde uyuduğumu, sabahın yedisinde kalıp dershaneye gittiğimi hatırlıyorum. Aslında beni diziye bağlayan bir şey vardı. Lüks içinde yaşayan normal insanların arasına karışan, kişiliği farklı bir adam. Beni etkileyen kesinlikle karakter değildi. Karakteri oynayan oyuncunun yüzü, bakışları ve hareketleriydi. Öylesine etkilenmişim ki bazen günde dört bölüm bile izleyebiliyordum. Oyuncuyu tamamen hafızama yerleştirmiştim, bakışları ezberimdeydi. Garip bir şey oldu. Bir sabah dershanenin önünde, kapıdan geçen 5-6 kişinin arasında kumral bir  saçlı birini gördüm. Gece izlenen dizinin etkisiyle merak içinde kalakaldım. “Acaba yüzü de benziyor mu?”… Bir kaç gün sonra da başka bir yerde gördüm ve bunun ya bir algıda seçicilik ya da bir işaret olduğu kanaatine vardım. Kişileri aklımda betimler, ona uygun takma isimler bulurum. Bu kişinin  lakabı kesinlikle “Pusula” olmalı dedim. Sana, hayatı düzgünken doğru yönü gösterecek, berbatken de yanlış yönü gösterecek kişiydi. Bir gün kütüphanede yalnız başına ders çalışıyorken gördüm. Kesinlikle tanışmalıydım çünkü kendimi bunalımda hissediyordum. Yalnız kalmıştım o ara, arkadaşlarımdan uzaktım. Tereddüt ede ede gittim ve yanına oturdum Bay Pusula’nın. Amacım sadece arkadaş olmaktı. Kim etkilendiği bir sanatçıya/karaktere benzeyen biriyle arkadaş olmak istemez ki? Yanına oturdum ve bir kaç basit soru sordum. Bilecekti çünkü kendi alanıydı. Bir müddet oturdum ve biraz daha yakından tanıyabilmek için yanında oturabilir miyim diye de sordum. Kitapları önceki oturduğum yerden aldım ve  Pusula’nın yanına getirdim. Bir müddet sonra gitti zaten. İyi bir başlangıçtı bir arkadaş kazanmak için. Akşamları, ders bittikten sonra diziye devam ediliyordu. Sanki bir ödülmüş gibi beni ders çalışma konusunda gaza getiriyordu. Bir sabah Pusula’yı kantinde gördüm ve yanına oturdum. Sohbet etmek için yanlış kişiyi seçmişim izlenimine kapıldım kendi kendime. On on beş dakika sonra bazı istenmeyen arkadaşlar geldi ve sınavlar hakkında konuşmaya başladılar. Onun gözünde sadece ders çalışan biri izlenimine kapılmamak ve ben arkadaşlarla konuşurken kendi sıkılmasın diye Pusula’yı da konunun içine dahil ettim. Derslerle arası pek yoktu ya da bir derdi vardı sanki. Çok fazla konuşmadı ve bir neden bulup gitti. 1-0 yenilmiştim. Pusula’da farklı bir şey vardı. Olgun olmaya çalışan gençler vardır, sırtlarında deri ceket, ayaklarında Dexter olmazsa olmazlarıdır onların. Karşılıksız sevdikleri sevgililerini, ellerinde sigarayla, duvara yaslanarak düşünürler. Sırt çantaları yoktur, iki, bilemedin üç kitabı vardır ve elde taşınır. Çünkü çanta, bütün karizmanın içine etmektedir, adamı bozar. Bay Pusula’da da bunlar vardı ve kendini hemen belli ediyordu. Bir sevdiği vardı. Karşılıksız olduğu içtiği sigara paketinin içinde kalan bir iki sigaradan anlaşılıyordu. Onun bu tutumunu sevmiştim, belki ben de ona özenebilirdim. Boşluktayım sonuçta. Bay Pusula ile konuşabilmek için genellikle gittiği kütüphaneye ben de gidiyordum. Bir arkadaşı vardı ve devamlı birlikte takılıyorlardı. Bir arkadaş edinmenin zor bir adımı “kendini arkadaşının dostuna sevdirebilmek”. Evet, zordu, kendimi pek sevdirememiştim Bay Dürbün’e ama yapabileceğim başka bir şey yoktu. Kendimden nefret ettiğim bir şey bile yaptım o Dürbün yüzünden. Hiç mi hiç yakıştıramamıştım kendime. Kütüphanedeydik her zamanki gibi. Ben, o ve arkadaşı Dürbün. Bay Dürbün çapkın biriymiş, o gün söyledi Pusula. Bir kızı kesiyordu. Kız resmen ortadan ikiye ayrılmıştı. Aralarında, kızın yanına gidip ismini öğrenebilirsin öğrenemezsin tartışmasına girdiler. Ben de “arkadaşlarım için her şeyi yaparım” salaklığına “Ben yaparım” dedim. Söz ağızdan çıkmıştı. Gidip kızdan isimi ve hangi sınıfta olduğunu soracaktım. Ne kadar zor olabilirdi ki? Ne de olsa Bay Pusula’nın  da ismini bu şekilde öğrenmiştim. Kızın yanına gittim yavaş yavaş. Oturdum ve bir soru sordum. Zor bir soru sormuştum zaman alsın da arada merak ettiğimiz bilgileri öğrenebileyim diye. İsmini öğrenebildim, okulunu da öğrendim, biraz daha konuşacaktım ki arkadaşı geldi ve gitmek zorunda kaldılar. Neyse ki ben gerekli bazı bilgileri edinmiştim. Bay Pusula ve Dürbün’ün yanına gittim ve öğrendiklerimi söyledim. Kendimi akılsız hissettim o an. Dershanenin her yıl olduğu gibi bu yıl da kampları vardı. Akşam sekizden on buçuğa kadar sürüyordu. Yalnız olduğum için her ders arasında onun bulunduğu kata gidiyor, kapısının önünde bekliyordum. O da geliyor ve aşağıya, kantine iniyorduk. Tabi Dürbün de vardı yanımızda her zaman olduğu gibi. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Yalnızlığım, çaresizliğimin sonucuydu. Bir gün, iki arkadaşın en sevdikleri bir hoca ile konuşurken yanlarına gittim. Hocanın bana söylediği ilk şey “o kızın adını öğrenmeye çalışan sen miydin?” dedi. O anda ruhum bedenimden ayrılmıştı. Benle alay ettikleri besbelli ortadaydı işte. Bunu söylerken yüzleri gülüyordu. Ben de “Evet” yanıtı verdim ve o gün hiç unutulmayacaklar listesine geçti. Boşluğun içinde geçen bir başka gün, en büyük darbeyi aldığım gündü. Bay Pusula’nın akşam saat sekiz gibi attığı mesajda “Artık seninle arkadaş olmak istemiyorum, şu ana kadar hiç sesimi çıkarmadım. Artık seninle görüşmek istemiyorum.” yazıyordu. Halbuki her şey normal görünüyordu, en azından bana geliyordu. Mesaj attım, cevap vermeyince aradım. Derdimi anlatmak için aramıştım ama hiçbir şey söyleyemedim. Donakalmak eylemini o anda anlamıştım. Ertesi gün dershaneden eve gidiyorken kendisini gördüm ve neden birden böyle bir şey oldu, bir yanlış yaptıysam özür dilerim bile dedim ama Bay Pusula bana “Artık senle arkadaş olmak istemiyorum, anlıyor musun?” diye sesini yükseltti bir kaç kere ve ben de o noktada durdum. Artık ipin koptuğu yerdeydik ikimiz de. Aslında ip kopmamıştı, kendi bıraktı. Öylece kendim ve kendimin arkadaşlığı ile kalakaldım. O günden sonra daha da yalnız kalmıştım ve kendimi hedefime kitledim. Arkadaşa ihtiyacım yoktu artık, olmasa da olur cinsten şeylerdendi arkadaşlık. Benimle kalan tek şey hedefim ve yalnızlığım olmuştu. Bazen, Pusula yazan yerlerin önünden geçerken o günleri hatırlarım ve kendime acırım. “Halbuki ben sadece arkadaş olmak istemiştim” sözünü hatırlar ve kendime daha çok acırdım. Dost kazığı denen olayı da öğrenmiş oldum. Daha sonra da “Dost”um olmadığını da anladım. İki günlük arkadaşlığı, yalnızlığımda yanımda olanı “Dostum” sandığımdan ona bazen “Dostum” derdim…”

“Daha önce kimseye anlatmamıştım…”

2008-2009

Ağustos

18 Ağustos 2012

Yine yalnızlığımla kalakaldım öyle. Sabahın dörtlerine kadar bilgisayarın karşısında, nelerin olup bittiğini anlamaya çalışırken buluyorum. İnsanların ne yaptıkları umurumda değil, gündemden bir haber olmamak için Facebook gibi yüzyılın en büyük tuzağına düşüyorum. Facebook zımbırtısı gerçekten de zaman öldüren bir araç. Bütün insanları ekrana kilitliyor ve onları bir “zaman tüneli” içerisinde kaybolmalarını sağlıyor. Alışveriş merkezlerinde insanların akşam olduğunu hissetmemeleri için ışık ve ses izolasyonunun yapılması, AVM’lerin hiç bir tarafında saat konulmaması gibi Facebook da kullanıcıyı içeride tutmaya çalışıyor. Alternatif internet sitelerine de artık “Facebook ile giriş” “Twitter ile giriş” butonları eklenmiş, insanların bilgilerini Facebook ve Twitter gibi büyük bilgi depolarından çekmeye çalışıyorlar. Peki F&T’nin bundan kazancı ne? Kullanıcıları kendilerine üye yapmaya zorlama ve alternatif sitelerde yapılan analizleri kendi veritabanına eklemek. Size şunu söyleseler yapar mıydınız?

Her gün iki saat süren bir anketimiz var. Bu ankette, hoşlandığınız şeyleri değerlendirmenizi istiyoruz.

İnsan istemediği şeyi yapmak istemez, o yüzden Facebook’ta “dislike” butonu yoktur. Hep psikolojik olarak olumlu düşünmeye zorlarlar insanı. Olumsuz şeyleri düşünmelerini engellerler (izolasyon) sadece hoşlarına gidecek bilgileri, komik yazıları okumayı seçer. Aslında bazen bu durum kullanıcıların da işine gelir. Yaşamın o denli zorluklarını gün boyunca yaşamışken neden bir de evde sevmediğim şeyleri yapayım ki?

Tabi ki kimse her gün bir ekranın karşısına geçir ev ödevi misali anketleri doldurmak istemez. İşte F&T’nin arkasında yatan “süzgeç” bu. Ne kadar çok düzenli/istikrarlı bilgi o kadar kesin veriler. Hele de 600-700 milyon kullanıcın varsa ve bu kullanıcıların %60’ı her gün kullanıyorsa işte o zaman dünyada şu zamana kadar yapılan en büyük veri tabanına sahip olmuş oluruz. Tabi biz olmuyoruz, onlar oluyor. FBI ve CIA’den daha fazla bilgiye sahip olabilirler. En azından yakalamak istedikleri kişilerin ne tür davranışları sergileyeceğini bu süzgeçlerden elde edilen psikolojik sonuçlarla önceden öğrenebiliriz.

Sonuç olarak F&T gibi sosyal medya hesaplarını fazla kullanmayın. En azından Facebook’u çok fazla kullanmayalım. Hem vaktimizin aslında bize yetecek kadar olduğunu farkeder, hem de sosyal medyanın başrolünü oynadığını sanan Facebook’un emellerine alet olmamış oluruz. Bence Facebook’tan daha yararlı Sosyal Medya siteleri var.

Şimdilik düşüncelerim bunlar. Belki git gide değişir ama şuan ki bakış açıma göre durum böyle.

Ağustos

16 Ağustos 2012

Bugün biraz sıkıntıdaydım. Bir yandan henüz almadığım uçak bileti pahalı olacak diye düşünürken bir yandan da pasaportu, vizeyi ne zaman alacağımı düşünüyorum. Pasapost işi kolay gibi görünüyor ama vizede herhangi bir sorun çıkması durumunda Ankara’dan Adana’ya tekrar gelmem gerekebilir. Vize tarihimi uçak bileti aldığım tarihten geç verirlerse yanarım. Eğer vize sonucu geç açıklanırsa bu kez uçak bileti cebimi yakar. İşte böyle saçma sapan ikilemlerin arasında kaldım.

Almanya’ya direk giriş yapabiliyormuşum, daha yeni öğrendim. Gözde’den Markus haberi geldi. Sanırım Markus’un yanında kalamayacağım. Gözde’nin bulunduğu yurtta kalabiliyorum. Yatak sıkıntısı varmış ama aslında o benim için bir sıkıntı olamaz. Önemli olan yatakta yatmam değil, kendimi güvende hissetmem. Eşyalarımı üst üste koyar yine yatarım, sorun değil. Zaten 5 gün kalacağım için Berlin’de çok da fazla sorun olmaz benim için. Eğer Gözde için bir sorun çıkarsa o zaman otomatik olarak benim için de sorun çıkmış oluyor. Bakalım, sabah ola hayrola…

Bugün foursquare ile ilgili iki görüşmem vardı. Birincisi Turgut Özal Bulvarı’nda bulunan Neşve Çay – Kahve Evi’nin sahibi Murat Tosmur ile, ikincisi ise Nehan’ın arkadaşı Nihan Çalıklı ileydi. İkisi de eğlenceli geçti. Çok keyif alarak sohbet ettiğim kişilerdi. Murat abi ile sanki normal bir arkadaşmışız gibi sohbet ettik. Aslında olması gereken de buydu. Hiç kimseyi kendime yabancı görmem. O yüzden herkes bana bir elektronun çekirdeğine yakın olduğu kadar yakın. Murat abi ile Neşve’nin mekanını satın aldık. Ona foursquare’nin işletmeler için ne kadar faydalı olduğunu anlattım. Daha sonrası da zaten kişisel konularla ilgiliydi. Bu arada Murat abi, ben gelir gelmez bir şeyler ısmarlamaya başladı. Ben hayır dedik sıra Murat abi bir şeyler istiyordu benim için. Ayvalık tostu, çay, su, Neşve Special, su, buzlu kahve… Hala da Yaklaşık 3 saat Murat abinin yanında kaldım. Daha sonra Nihan’la buluşmak için Kaktüs’e geçtim. Beni yaklaşık 45 dakika beklemişler. Nihan’ın yanında (sanırım) erkek arkadaşı da vardı. Epey bir sohbet ettik. Foursquare’nin faydalarını hiç bu kadar detaylı anlatmamıştım. Bazen ben bile foursquare’i anlatırken anlattıklarımdan etkileniyorum (hehe..). Nihan’lardan sonra IEEE’den arkadaşım Sami ve onun ev arkadaşı ile karşılaştım. Sohbet ede ede yürüdük Çingene’ye kadar. Sonra da geri döndük ve eve kadar yapayanlız yürüdüm her zamanki gibi.

Eve geldik de ne oldu. Geçtim bilgisayarın karşısına, foursquare’deki special resimlerini Foursquare Adana’ya ekledim. Sonra da bizimkiler gelir gelmez başladı bir erasmus sohbeti. Vizeyi napacaksın, pasaportu napacaksın… Bunun üzerine internetten araştırmaya başladık. Vize için ilk olarak başvuru formunu doldurmak gerekiyor. O formu bulana kadar anam ağladı, yanımdaydı zaten kendisi de. Sonunda buldum da doldurmaya başladım. Çok meşakkatli bir süreçmiş bu vize işlemi. Falanı da var filanı da var. Neyse ki çok fazla sorun çıkarmıyorlarmış. Göreceğiz!

Yarın, saat itibariyle bugün, sabah üniversiteye gidip pasaport ile ilgili belge/lerimi alacağım. Daha sonra babamın yanına gidip oradan da pasaport dairesine gideceğim. Babamın bir arkadaşı varmış, merak ettiğimiz soruları ona sorabilirmişiz. Sabah üniversiteden belgelerimi eksiksiz alabilirsem, yarın da pasaport işlemini halledebilirim. Zaten pazar günü ramazan bayramı, muhtemelen sonraki iki gün tatil olur. Çarşamba gününe vize için randevu alabilirim. Umarım herhangi bir sorun çıkmaz.

Ablamı, İpek’imi, İlker abimi çok özledim. Altı yedi aydır görümüyorum onları. Bu vize döneminde onlarda kalacağım bir süre. İpek’im, çok özledi seni dayın.

Ağustos

13 Ağustos 2012

Bugün için Erasmus olayını bir kenara koydum. Erasmus’ta neler kaldı? Birincisi pasaport işlemleri, ikincisi banka hesabı ile hibe olayı, üçüncüsü de vize durumu. sonra da zaten uçak bileti almam gerekecek. Ne kadar erken halledersem o kadar avantajlı olacağım. Yarın Bremen’deki konferans için hocamın yanına gideceğim. Bana orada ihtiyacım olan bilgileri alacağım ve yolculuk ile ilgili sorularımı soracağım.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltı yapmam gerekiyor. Fitness’e gitmeden önce en geç 1-1.5 saat önce kahvaltı etmem gerekiyor. 11-12 gibi de fitnessta olacağım. Bu fitness işleri gerçekten aksatıyor. İki günde bir gitmen gerekiyor ve gittiğim günün ertesinde de her yerim ağrır bir şekilde ortalıkta dolaşıyorum, zombi gibi.

Dün gece saat dörde kadar kurstaki kelimeleri ezberlemeye çalıştım. Yaklaşık yüz tane kelime var ve hiç tekrar etmeden sanırım yarısından çoğunu kafama sokmuştum. Öğlen bir kalktım ki (öğrenci hali) puff… Kelimelerin bir tanesi bile akılda kalmamış. Zaten sınav zamanı da hep böyle oluyor. Çalıştıktan sonra okul yoluna çıkmadan önce duş alınca aklımdaki bütün bilgilerin silindiğini farketmiştim, bu da ona benzedi. İngilizce sınavından bahsedeyim. Öğlen 2-3 gibi gittim ve sınava girdim. Konuştuğumuz konular içerisindeki kilit kelimeleri söyleyemediğim için çıldırdım. Normalde konuştuğum şekilde bile konuşamadım. En büyük eksiğimin bir tanesi konu hakkında bilgim olmaması, diğer büyük eksikliğim de spesifik kelimeleri ve bağlaçları kullanamamam oldu. Zaten herkesteki sorun bu. İkinci bir dile başlarsam bu sorunu giderebileceğimi düşünüyorum. Almanca? Rusça? Lehçe? Lehçeyi gitmeden öğrenmem gerektiğini biliyorum. Bu yüzden ilk önce ondan başlayacağım. Zamanım az ve tempoyu yakalamam gerek. Bir yandan Erasmus işlemleri, diğer yandan İngilizce sınavı, fitness derken haftam tamamen doluyor zaten. Halbuki ben, bol bol kitap okuyabileceğim, internette nelerin olup bittiğini takip edebileceğim, fotoğrafçılık ile uğraşabileceğim, ekstradan bir program öğrenebileceğim bir yaz istiyordum. Peki ne oldu? Organizasyon şirketinde üç hafta çalıştım, yaz okuluna gittim, proje hazırladım,  fitness’a yazıldım ve boş zaman harcadım. Belki de hala harcıyorum.

Boş zaman harcamak istemiyorum. Çalışmak istiyorum, öğrenmek istiyorum. İster gönüllü bir işte olsun, ister paralı bir işte. Bilgi kazanırken aynı zamanda arkadaş da kazanmak istiyorum. Arkadaşlarım olmadan bir hiçim.

Adana’da olmasını istediğim bir olay var. Sosyal Medya’nın gücünü kullanarak işletmelerin daha aktif olmasını istiyorum. Türkiye’nin durumu ortada, kriz her kapıda. Fakat şöyle bir durum var. İnsanlar artık evlerinden çıkmıyorlar, daha doğrusu çıkamıyorlar. Nedeni iş koşulları. Herkes geç saate kadar çalışıyor. Dolayısıyla iş karmaşasından uzaklaşmak için insan dışarıda gezmek yerine evinde eşiyle çocuğuyla vakit geçirmek istiyor. Peki bunun Sosyal Medya ve işletmelerle ne ilgisi var? Çalışan kişi, evine geldiği zaman yemek yemek gibi temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra direkt internetin başına geçiyor. Bilgisayarın karşısında hem internette olup bitenleri öğreniyor, o arada da ailesiyle sohbet ediyor (Multitasking). Sosyal Medya bu anda devreye giriyor. Kişi, internette dolaşırken Twitter’daki bir iletide gördüğü indirim çok cazip geliyor ve ertesi gün o indirimden yararlanıyor. Bundan yaklaşık 10 yıl önce insanlar sokaklarda dolaştığından, vitrinlerde yazan kocaman indirimlerin görülmemesi imkansızdı. Şuan ise durum tam tersi. Kimse yorgunluktan dışarı çıkamıyor ki! Ne varsa internette var. “Gözümle görmeden almam” diyen insanlar bile artık alışveriş sitelerinden sipariş veriyor. Bir işletmecinin yerinde olsam ne yapardım? İlk önce bir Facebook sayfası açar tanıdığım herkesin beğenmesini sağlardım. Daha sonra bu sayfayı Twitter hesabı ile birleştirerek bir taşla iki kuş vururdum. Sadece bunlar mı? Tabi ki değil. Foursquare denen mükemmel bir uygulama var. Foursquare’i kullanarak kendi mekanımı satın alır ve lokasyon bazlı pazarlamaya geçiş yapardım. Düşünsene, sadece bilgisayar sayesinde bin kilometre ötedeki insanlar bile benim indirimimden haberi oluyor. Sadece tek bir tık ile yüz binlerce kişiye seslenebiliyorum. Hani insanlar interneti hergün kullanmıyor olsa hadi neyse, işe yaramıyor diyebilirdik. Durum öyle değil işte. Ben bir Sosyal Medya hayranıyım. Sosyal Medya’nın fotoğraf paylaşma, chat yapma, yazılar yazma olayına hayran değilim. Sosyal Medya’nın hayran olduğum tek özelliği kitleye hitap edip kolaylıkla pazarlama yapabilmesi. Bunun ile ilgili daha fazla şeyler yazmayı istiyorum.

Sanırım bugün için bu kadarı yeter. Uyku vaktimi erkene çektim. Artık geceleri dörtlere kadar zaman harcamak yok.

Ağustos

12 Ağustos 2012

Polonya için atılması gereken adımların yaklaşık yüzde otuzunun bitmiş olduğunu düşünüyorum. İnternette doğru yanlış bütün erasmus konularını okumaya çalışıyorum. Şuan saat gecenin ikisi ama ben hala birşeyler öğrenmeye çalışıyorum. Pazartesi günü ingilizce kursumun kur sınavı var. Yarın, hatta saat itibariyle bugün, sabah erkenden kalkıp çalışmam gerekiyor.

Polonya’ya gitmeden önce yapılması gereken işlemlerden, daha doğrusu Türkiye’de yapılması gereken işlemlerden biri olan pasaport alma ve vize alma ile ilgili detaylı bilgiler öğrendim. Pazartesi ya da salı günü üniversiteye gidip sormak istediğim bütün kıl soruları uluslararası ofise sormayı planlıyorum. Şuan hala araştırma aşamasındayım ve araştırmaya da devam ediyorum.

Tarih konusunda kafamda bazı soru(n)lar var. Bunlardan bir tanesi vizeyi aldıktan sonra uçak biletimi nereye alacağım sorusu. Eylül ayının 17-18’inde Almanya’daki Bremen şehrinde bir konferansım var. İşin ilginci, lehçe öğrenmek için başvurduğum 13-14 günlük kurs (Intensive Polish Language and Culture Course – IPLCC) tam da 17’sinde başlıyor. Konu ile ilgili Polonya’daki dışılişkiler ofisine mail attım ve aldığım cevap beni pek tatmin etmedi. Cevapta,

I understand that it is important to you, but I regret to inform you that you might have to resign if you will not be able to join the course on the 17th September. In the previous semesters, when students joined the course late, it was very inconvenient for the teachers and this year, they have requested to strictly stick to the beginning date.” 

yazıyordu. Görevli “resmen ya onu seç ya da bunu” dermişcesine cevap yazmış. Orada bulunmam geleceğim için önemli. IPLCC’nin aciliyeti yok fakat ben 18’inde Polonya’ya döndüğümde tek başıma ne yapacağım, onu merak ediyorum. Eğer IPLCC’deki hocalar “Tamam, önemli değil, nolacak” derlerse kendimi şanslı hissedeceğim. Durumu anlatırken bunun bir hayır işi olduğunu üstüne basa basa belirtmem gerekecek.

Yavaş yavaş kafamda nereden nereye gidileceği ile ilgili fikirler oturmaya başladı. Öncelikle şuan Berlin’de olan arkadaşım Gözde’nin yanına gideceğim. Daha sonra eşyalarımın bazılarını oraya bıraktıktan sonra yakınlardaki şehirlere gitmeyi planlıyorum. Gözde ile bunları tam anlamıyla konuşmadım fakat onun düşüncelerinin de benimkiyle paralel olduğunu düşünüyorum. Umarım onun için olumsuz bir durum yoktur ve planlayacağımız bütün her adım yerinde ve zamanında olur.

Aklıma takılan bir başka konu ise, Polonya’nın soğuğu ve orada giymem gereken elbiselerin türleri… Doğal olarak bunları düşünüyorum çünkü hayatımda hiç soğuk bir şehirde uzun bir süre, kışı yaşamamıştım. Bavuluma çok fazla koyacak eşyam olmayacağını düşünüyorum tabi bunu annemin “Şunları koy!” emirlerini göze almadan söylüyorum. Bir de anne faktörü var tabi. Evladını gavur ellere, uzun bir dönem için gönderiyor. Gerçi bir sorun olsa bile Türkiye’ye 3-3.5 saatte dönebilirim.
Gitmeden önce düşündüğüm bir başka şey ise internetin olup olmaması, eğer varsa da hızlı olup olmaması. İnternet benim dış dünyaya açılan bir kapım. Dolayısıyla ailemle ve Türkiye’deki arkadaşlarımla iletişim halinde olmam gerekecek. Bu yüzden de internet benim elim kolum olacak. Bir de mobil internet sorunu var ki onu nasıl halledeceğimi bilmiyorum. Mutlaka orada bir GSM hattı alacağım fakat internet durumu ne olacak orası muamma. “Hele bir gidelim de…”

Sanırım şimdilik düşündüklerim bu kadar. Bir sonraki günler, işler biraz daha netleşecek ve netleştikçe heyecan biraz daha artacak. Umarım Erasmus Programı ile ilgili düşüncelerimi güncel olmasa bile her hafta yazabilirim. Diğer yazıda görüşmek üzere…