Bugün çok geç kalktık. Millet çok yorulmuştu halbuki gezilecek bi ton yer vardı. İşin ilginci arkadaşın biri uyanmış bir saat önce, bizi uyandırmamış. Bilindiği gibi vakit nakittir gezilerde. Fazla vaktiniz yoktur ve ne kadar çok yeri gezerseniz o kadar kardasınızdır. Hazırlandık, çıkana kadar saat onbir buçuk olmuştu. Gideceğimiz ilk yer dün gece çok fazla göremediğimiz Dancing House oldu. Gündüz gözü ile de bir görelim dedik. Köprünün karşısına geçtik ve yolumuza devam ettik. Nehrin kenarından gidiyorduk ve gözümüze nehre dik düşen sokaklar çarpıyordu. Kahvaltı yapmadan çıktığımız için ve Christmas’a denk geldiği için hemen hemen heryer kapalıydı. Bu günün böyle olacağını biliyorduk. Şansımıza açık bir market bulduk. Atıştırmalık ekmek, peynir tarzında şeyler aldık ve karşı tarafta bulunan parka doğru yürüdük. Parkta bulunan heykeller sıradışıydı. Aldıklarımızı bir güzel mideye indirdikten sonra parkın epey bir yukarısında, tepede bulunan tv kulesine gidecektik. Tabi oraya gidebilmek için ya parkı sonuna kadar yılan şeklinde yürüyerek çıkacak ya da funikulara binecektik. İlk defa finukulara bindim. Prag’a gelmeden önce internette bunun fotoğrafını görmüştüm. Herneyse, bilet alıp up uzun sırada bekledikten sonra yukarıya çıktık. İki dakikalık bir çıkış için dünyanın parasını vermek bize az da olsa koymuştu ama aslında bu bizim için bir artıydı. Ayaklarımızda hal kalmaması daha da kötüydü, gezdiğimiz yerlerden tatmin olmazdık, yorgun olsaydık. Finukulardan indikten sonra az birşey yürüdük ve kale gibi bir yere girdik. Biraz daha ilerledikten sonra karşımıza Eyfel Kulesi gibi bir tv kulesi çıktı. Çok güzel görünüyordu. Bu böyleyse, Eiffel nasıldır diye düşündüm içimden. İçeriye girdik ve karşımıza bir kasa çıktı. Yukarıya çıkışlar ücretliydi, yaklaşık 15 TL falandı. Bazı arkadaşlar çıkmak istemedi. İsteyenlerle yukarı kadar çıktık. Şehrin yukarıdan görüntüsü çok iyiydi. Etkileyiciydi, epey bir fotoğraf ve bir iki tane video çektim. Ufuk, ben, Onur ve Seda ile yukarıdaydık. Ufuk’un ilginç isteğini yapacaktık aşağıya inerken. Bizden aşağıdaki bir kattan kendisinin fotoğrafını çekmemizi istedi. Aşağıya indik ve videoya aldık. Yukarıdan bize kollarını açarak bakıyordu. Bizim fotoğraf çektiğimizi sanıyordu. Halbuki videoya alıyorduk. Kamerayı Onur’a verdim ve Ufuk’a elimle hareket çektim. Hiç birşey olmamış gibi yoluma devam ettim ve videoyu kestim. Aşağıya indik ve bizimkilerle buluştuk. Yola devam ettik. Patikalardan yürüdük. Şehrin mükemmel görüntüsü patikalardan bile görünüyordu. Prag çok güzeldi. Abartmak istemiyorum ama güzeldi. Patikalarda fotoğraf çeke çeke, konuşa konuşa, gülüşe gülüşe devam ettik. Yukarıdan aşağıya inip başka bir tepeye çıktık. Tepenin solunda bir klise vardı. Yine bilinen bir klise olmalı ki ziyaretçileri fazlaydı. Mimari olarak da etkileyici görünüyordu. İçeriye girdik ve avludaki büyük aslan heykeli espri konusu oldu. Emre aslanın üstüne çıktı ve kızlar gülmeye başladı. İyi bir izlenim değil aslında. Ne anlama geldiğini bilmediğin bir heykelin üzerine oturmak büyük bir saygısızlık. Kaleye varmadan önce başka bir kliseyi görmeye gittik. Yine benzer bir klisedir diye pek de aldırmadım. İçeriye de bir bakalım gelmişken dedim. İçeri bir girdik, hayatımda böyle bir kliseyi daha önce görmediğimi farkettim. Mükemmel, hatta en mükemmel, en en, o derece, bir kliseydi. Avlusu o kadar güzeldi ve yeşildi ki. Heykelleriyle birlikte güzelliği tamamlıyorlardı. Kendimi çok huzurlu hissettim birden. Çok fazla vakit kaybetmemek için orayı da hızlı bir şekilde gezip kaleye vardık. Kalenin içinde görmediğimiz tek bir yer kalmıştı, The Golden Lane. Sıradan bir sokaktır diye düşünmüştüm ama yine ve yine önyargıyla yaklaştığım bir yerin görmeye değer bir güzelliğe sahip olduğunu anladım. Sokak çok dardı, evleri daha da dardı. Ev dediğim şey resmen düz bir katmış. Merdivenler o kadar dardı ki inenlere sürtüne sürtüne zar zor çıktık. Katta, çok eski savaşlarda kullanılan silahlardan tutun, şovalyelerin demir minherlerine, saraylarda soyluların giydiği elbiselere kadar herşey vardı. Hatta bir küçük odasında işkence aletleri bile vardı. Orası da etkileyiciydi. Hava kararmıştı ve karmınız acıkmıştı. Nehrin karşısında kalan son bir yer kalmıştı görmediğimiz, Franz Kafka Müzesi. Grubun yarısı yemek yemek için bir yere gittiler ve biz de ilk önce müzeyi görmeye gittik ama tam biz vardığımızda kapı kapanmıştı. En azından geleneksel bir yemek yemek için bir restoran sorarız diye içerideki görevliye seslendik. Kadın geldi ve bize bir öneride bulunamadı. Arkamızdan yaşlı bir teyze çıkageldi ve görevli genç kadınla konuşmaya başladı. Kadın o kadar yaşlıydı ki, biz heralde yolda giderken ölür diye düşündük. Meğer kadın önceden rehbermiş, bir çok dil biliyormuş. Bizi yavaş yavaş geleneksel bir yemek yiyebileceğimiz restorana götürdü. Bir yere geldik ve yaşlı kadın içerideki garsona seslenmeye çalıştı. Kapının kapalı olmasından dolayı garson duymuyordu çağrıyı. Kapıyı açtım ve garsonla yaşlı kadın konuşmaya başladı. Kadın buranın, bizim için ucuz ve geleneksel bir yer olduğunu söyledi. Kadına teşekkür ettik ve içeri girdik. Menüye baktık. Bize göre yine pahalıydı ve içinde hemen hemen hep domuz eti vardı. Biz de dışarı çıktık. Charles Köprüsü’nden geçtik ve kalabalık bir sokaktan geçtik. Restoranlara bakarken bir adam bize nereli olduğumuzu sordu. Türkiye diyince hemen bildiği Türkçe kelimeleri söylemeye başladı. Turistleri böyle etkilemeye çalışıyorlardı. Az da olsa bizimkiler etkilenmişti ve asıl önemli olan içeride yapılan yemeklerdi. Hem uygun fiyata hem de gelenekseldi. Sonradan öğrendik aslında yediğimiz yemeğin geleneksel olmadığını. Gulaş yemiştik ve bu yemek Macarlar’a özgü bir yemekti. Yemeğimizi yedik, karnımız doydu ve üstüne tatlımızı yedik. Bu arada grubun diğer üyeleri de geldi ve restorandan ayrıldık. Hostele yürüdük. Ayaklarımızda hal kalmamıştı. Bunun üstüne bir de Ufuk ve Kemal’le güreş yaptım. Güreşten sonra dışarı çıktık. Gökçen uzun bir süredir dışarı çıkıp jazz dinlemek istiyordu. Gece dışarı çıktık. İlk önce meydana gittik. Güya meydanın çevresinde bir yerdeydi. İlk başta epey bir dolandık ve sonunda başka bir yerde bulduk. Canlı müzik vardı ama paralıydı. Ayrıca kalabalıktı. Biz Türkler, Polonya’da ucuza alıştığımız için normal gelen fiyatlar bile bize pahalı geliyordu. Halbuki herkesin parası vardı. Jazz kulübünün bira içilen yerine geçtik ve uzun uzun sohbet ettik. İyi olmuştu benim için. Tekrar hostele gittik ve bilgisayar odasında, bizimkilerle görüştüm. Yaptığımız şeyleri anlattım ve gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladığında odaya geçtim.
Sabah saat sekiz gibi kalktık. Biraz bir şeyler atıştırdıktan sonra hemen yola koyulduk. Sekiz civarı kalkmamıza rağmen anca dokuz buçuk – on gibi sokağa çıkabildik. Kolay değil, sekiz kişi hareket etmek. Yine, akşam gittiğimiz meydana gittik. Sabah sabah bu ne kalabalık! Prag, turist şehri ve bu saatte o kadar kalabalık olması normal. Astronomik saatin önüne geldik, Emre görmemişti dün. Turistlerin öve öve bitirdiği, benim için büyük bir hayal kırıklığı olan bu tarihi eserin önünde tekrar fotoğraf çekildikten sonra etrafta biraz daha dolaştık ve Charles Köprüsü’ne gidebilmek için bir sokaktan geçtik. Sokak ikiye ayrılıyordu. Köprü solumuzda kalıyordu ama arkadaşlar sağ taraftan gidelim, hem daha da fazla yer gezmiş oluruz dedi. O sokaktan giderken atıştırdığımız şeylerin yeterli olmadığını ve kahvaltı yapmamız gerektiğini düşündük. Sokakta kahvaltı menüsü veren bir restoran aradık. Caffee lovers adında bir kafeye oturduk. Güzel ve havalı bir yere benziyordu. Fiyatları da gayet uygundu. Porsiyonları küçük olmasına rağmen, açtık ve boyutu ne olursa olsun yiyecektik. Küçük sandviçlerimizi yedikten sonra yola devam ettik. Bir sonraki durak Charles Köprüsü’ydü. Yolda önümüze çıkan güzel ve tarihi binalarla da fotoğraf çekildikten sonra geldik köprünün başına. Köprünün Prag için tarihi bir önemi var. Hikayeleriyle etkileyen, heykelleriyle düşündüren ve kaleye direk giden tek köprü olmasından dolayı turistlerin en çok ilgisini çeken ikinci yapı. Köprüden geçerken kendinizi belediye kuyruğunda hissediyorsunuz.Aşırı kalabalık vardı ve ayrıca bunların yüzde yetmişi uzak doğulu kardeşlerimizdi. Köprüden geçerken hemen hemen bütün heykellerin fotoğraflarını çektim. Köprünün sağ orta tarafında bir heykel vardı. Bu heykele dokunan kişinin buraya yolunun tekrar düşeceğine inanırlarmış. O yüzden turistlerin çoğu bu heykele dokunabilmek ve fotoğraf çektirebilmek için sıraya girdiler. Bizimkiler de öyle. Köprünün sonunda bulunan bir heykel dikkatimizi çekti. Osmanlıların insanlara eziyet ettiğini gösteren bir heykeldi bu. Çok şaşırmıştık. Sanki tarih boyunca insanları katleden sadece Osmanlılardı. Ki zaten katletme diye bir durum da olmamış Osmanlılarda. Köprüyü geçtikten sonra yokuş yukarı yürümeye devam ettik. Kaleye doğru gidiyorduk. Amma yol yürümüştük ama sonunda vardık. Kalenin içinde göze çarpan ilk yapı saray olmuştu.
Ufuk, kalenin içine girmeden önce, kendine özel bir video çekmek istedi. Onur’dan rica etti ve video başladı. Onur’dan, kendisini, belirli bir hizada yuvarlak çizerek videoya almasını istedi. Tam bitiriyordu ki Onur, Ufuk’un kafasını videoya almadığını, yeri çektiğini farketti. Tekrar video çekmeye başladılar ve bu kez ortaya Emre çıktı. Emre, tam ortada bulunan Ufuk’un etrafında uçan uçak misali dönerek videoyu batırdı 🙂 Sonra Onur tekrar çekmeye kadar verdi. Bu kez Emre, Kevser ve sedanın koluna girerek bir önceki yaptığını iç kişiyle beraber yaptı. Hem kızmıştık hem de gülüyorduk ama Ufuk hiç gülmedi. Aksine çok ama çok sinirlendi. Sonra da sarayın ön tarafına ilerledik.
Herkes sarayın önünde durmuş, bir yandan nöbet bekleyen askerlerin fotoğraflarını çekiyor, bir yandan da sarayın önemini anlatan rehberlerini dinliyordu. Arkadaşlarla ailemize ve sevdiklerimize iki üç selam videosu çektikten sonra saraya doğru yürüdük. Emreler, Türklerle konuşuyordu. Yanlarına gidip biraz sohbet ettikten sonra saraya girdik. Sarayın avlusunu gezdikten sonra kalenin içinde bulunan ve Prag’ın en değerli katedrali olan Saint Vitus Katedrali’ne doğru yürüdüm. Binanın altında kemerleri olan bir koridor yapmışlar. Koridorun ucunda da parlak bir ışık vardı. Karanlığı yavaş yavaş geçerken, büyüyen ışık, bana daha çok heyecan veriyordu. Hayatımda hiç bu kadar bir yeri göreceğim diye heyecanlanmamıştım. Karanlığın sonuna geldiğimde başımı kaldırdım ve o mükemmel görüntüyle karşı karşıya geldim. O anda o kadar çok etkilenmiştim ki, koridordan tekrar geçip tekrar bu müthiş görüntüyle buluşmak istedim. Geriye dönüp arkadaşlara anlattım ve bu kez kameraya aldım koridordan geçerken. Katedral o kadar güzel görünüyordu ki, gotik havası ve güneşin ışığı mükemmelliği oluşturuyordu. Birkaç video da ailemiz için çektikten sonra içeriye girdik. İçi de dışı gibi mükemmeldi. En son, bu atmosferi ve heyecanı Manhattan’daki merkez katedralde hissetmiştim. Dışarıya çıktık ve katedralin etrafını dolaştık. Kapkara görünün, ince işlenmiş mermerler mükemmel görünüyordu. Kalabalığı takip ettik. Kalenin içinde gezmek istediğimiz bir yer daha vardı ama havanın kararmasından dolayı gezemedik. Başka bir güne erteledik. Kalenin sonunda, şehrin mükemmel görüntüsünü görebileceğimiz, merdivenleri olan bir yere çıktık. Akşam karanlığında şehir müthiş görünüyordu. Fotoğrafları çektikten sonra Arkadaşlar acıktıklarını söylediler. Kalenin merdivenlerinden inerken, McDonald’s’a gitmeye kadar verdik. Köprünün sonundaki dik caddede McDonald’s görmüştük, oraya yürüdük. Yaklaşık on sekiz liraya menü yedik ve bu menünün sohbetini yaptık. Birileri aynı menü için fazla para ödemiş falan filan. Çok kalabalıktı. Epey bir oturduk. Bu arada ben de Onur’un çantasındaki Gökçen’in bilgisayarından telefonumu şarj ediyordu. Yola devam etmeye kadar verdik ve çıkmadan önce servis tabağına ketçapla “No good service” yazdım ve oradan ayrıldık. Bir sonraki durak John Lennon Duvarı’ydı. yolumuzun üstündeydi. Sohbet ede ede duvarın önüne geldik. Herkes isimlerini ve sevdiklerinin ismini duvara yazdı, kazıdı. Fotoğraflarımızı da çektikten hemen sonra bir turist kabilesi geldi. Tam da zamanında gelmiştik yoksa fotoğraf çekemez, rahat rahat duvara bir şeyler yazamazdık. Köprüden karşıya geçtik ve hostele kıyıdan gitmeye karar verdik. Hostele gitmeden önce de hostele yakın bir yerde bulunan “Dancing House“yi ziyaret ettik akşam gözüyle. Aynı internetteki gibiydi, dans ediyordu sanki. Diğer arkadaşlar pek ilgi çekici bulmasalar da benim gözümde bir başyapıttı. Konumunu pek beğenmemiştim aslında. Merkezi bir yerde olabilirdi. Fotoğraflarımızı çektikten sonra hostele vardık. Herkes çok yorgundu. Yine de bir iki saat sonra dışarı çıktık. Meydanın yakınındaki bir diğer küçük meydanı dolaştık boş boş. Daha sonra da tekrar hostele döndük.
Altı saatlik bir yolculuktan sonra Prag’a vardık. Hava daha karanlıktı. Otobüsten indik ve terminale gitmek için yürüdük. Birden kulaklığımı almadığımı farkettim. Dönüp otobüs hareket etmeden önce hemen aldım ve diğerlerinin yanına gittim. Bir yere pusmuş oturuyorlardı. Eşyalarımı bıraktım ve Onur’ların aldıkları haritalara baktık. Yapmamız gereken ilk iş, eşyaları bırakmaktı. Daha sonra paso gezecektik. O gıcık ilaçları gözüme damlattıktan sonra oturup yol güzargahımızı belirledik. Basitti çünkü Prag küçük bir şehirdi. Dört-beş durak sonra kalacağımız hostele varacaktık. Terminalde Burgerking’in sahip olduğu masalara çaktırmadan oturduk. İki saat güneşin doğmasını bekledik. Hava yağışlı olacak diye endişeleniyorduk. Az çok hava aydınlandıktan sonra yola koyulmaya karar verdik. Metroya gittik ve bizi şaşırtan ilk olay ile karşılaştık. Yürüyen merdivenler çok hızlıydı. Adımımızı atar atmaz bizi alıp götürdü. Hızlı olmasının yanında ucu görünmeyen tüneller gibiydi. Sonunu görebilmemiz için başımızı epey kaldırmamız gerekiyordu. Ayrıca metroyu o kadar aşağıya yapmışlar ki kimse kullanmasın, biz de kapatalım demişler. Prag’da çok fazla turist olduğu için yerel halkın hemen hemen hepsi ingilizce konuşabiliyor. Metroyu nasıl kullanacağımız, nasıl gideceğimizi, bekleyenlerden birine sorduk. Metroya bindik, durağa vardık. Merdivenlerden çıkarken karşımıza yağmurlu hava ve büyük bir park görünmeye başladı. Önceki gün telefona kaydettiğimiz harita görüntülerine baka baka hosteli bulduk. Hostele girdiğimizde “Oha lan… Burada mı kalacağız? Çok iyi…” dedim içimden. Bildiğin oteldi burası. Hatta şu ana kadar gördüğüm otellerin bazılarından daha iyiydi. Ayrıca burada ucuza kalmamız da bizi şaşırtan başka bir unsur.
Hepimiz – sekiz kişi – aynı odada kalacaktık. Checkin saati birde olduğu için eşyalarımızı emanet odasına bıraktık. O zamana kadar beklemek istemedik. Dışarıda yağmur yağıyordu hafiften ama Onur ile hat almak için en yakındaki bir O2 bayisine gitmeye karar verdik. Resepsiyondaki görevliye en yakın nerede O2 shop diye sorduk. Yan taraftan bir harita kaptı ve internetten o gün hangi O2 mağazasının açık olduğuna baktı. Christmas’tan dolayı bazı iş yerleri kapalıydı. Arkadaşlara gideceğimizi ve yirmi dakikaya döneceğimizi söyledik. Bekleme odasında oturuyorlardı öylesine. Boş boş oturmaktansa bizle gelmeye karar verdiler. Emre hariç. O zaman bir saate döneriz dedik ve yola çıktık. Hava hafif yağışlıydı ama ona rağmen yürüye yürüye, sohbet ede ede gittik. On-on beş dakika sonra mağazaya vardık. Mağazanın bulunduğu cadde Prag’ın en çok bilinen caddesinden biriymiş. Hemen hemen bütün turistler oradaydı. Birçok ünlü markanın ismi de bu caddede yer alıyordu. Caddenin hemen başında da National Museum vardı ama tadilatta olduğundan kapalıydı. Mağazaya girdik ve yaklaşık yirmi liraya üç kişi ortak bir sim kart aldık. Kart almamızın sebebi, gideceğimiz yerleri internette etiketlemiş olmamız ve yerimizi de GPS’ten bulabilmemizdi. Hattı aldıktan sonra hemen yanı başımızdaki Starbuck’a geçtik. Birkaç arkadaş kahvelerini aldı ve yukarı kata çıktık. Kahve almak, hem de Starbucks’tan, gezideyken, biraz lüks kaçıyordu. Paramızın su gibi gideceğini biliyorduk, o yüzden diğer arkadaşlar gibi ben de kahve almak istemedim. Yukarı çıktık ve orada yaklaşık iki saat oturduk. Emre, hostelde bizi bekliyordu ama kimsenin hostele dönmek gibi bir niyeti yoktu. Şehir merkezindeydik. Herkes oraya kadar gelmişken gezmek istiyordu. Dışarı çıktık ve cadde boyunca yürümeye başladık. O arada Onur’un ayakkabısı su geçiriyordu. Apar topar ayakkabı almak için mağazaları dolaştık. “Bata” adlı bir mağazaya girdik ve ayakkabı reyonuna gittik. Görevliye durumu anlatmaya çalıştık. Ucuz bir ayakkabı almak istiyorduk. Sadece bir iki gün için kullanacaktı Onur. Görevlinin yüzü öylesine düşüktü ki sanki suratına karşı küfür etmiştik. Kadın başka birini çağırdı ve ona da aynı durumu anlattık. O da aynı surat ifadesiyle, yardımcı olamam size dermişcesine bize baktı. Saçma sapan şeyler söyledikten sonra sinirlenip oradan ayrıldık. Başka mağazaları da dolaştık. Sonunda bir tane buldu Onur ve onu aldı. Saatimize baktık ve hemen Astronomik Saat’in önüne yürüdük hızlı adımlarla. Bu saati önemli yapan özellik, dünyadaki üç astronomik saatten çalışan tek saat olması. Bekledik, çaldı falan. Turistler o kadar çok merak ediyordu ki bu saati, öve öve bitiremiyorlardı. Normalde saatte hiç bir şey yok. Bir iki tane oyuncak tahta adam guguklu saat gibi içeri girip çıkıyor, dönüyor, bir kuş ötüyor, o kadar. Gösteri bittiğinde kimse bittiğini anlamamıştı. Ben de dahil. Hala bir yerden farklı bir şeyler çıkacak diye bekliyorduk.O anda bütün büyüsü kaçmıştı. Basit bir tarihi eser olarak kalmıştı artık gözümde. İnsanlar çok abartıyormuş meğerse. Saatten sonra “Staromestske namesti”yi, yani eski şehir meydanını gezdik. Christmas oladuğundan her tarafta led lambalar, konser ve bir ton kalabalık vardı. Atmosfer çok güzeldi. İnsanlar sol tarafta sıcak şarap ve silindir şeklindeki şekerli ekmekten alıyorlardı.
Hostele doğru yürüye yürüye döndük. Emanet odasındaki çantalarımızı aldık ve yukarı çıktık. Emre, odanın anahtarını almış, odaya gitmişti. Odaya girdiğimizde, yatağın bir tanesine uzanmış, oyun oynuyordu. O oynadığı oyundan nasıl zevk alıyordu anlamıyordum. “Nerde kaldınız, hani bir saatliğine gidiyordunuz?” dedi ve bu bir saat olayı espri haline geldi. Pek şikayetçi değil, halinden gayet memnun görünüyordu. Sanki Prag’a uyumak, dinlenmek için gelmiş gibi davranıyordu. İnsan gider dışarı gezer, yakın yerlere gider en azından. Uzanmış yatağına, oyun oynuyordu. Hiç bana göre değil. Odadaki mobilyalar ve lavabo dikkatimi çekti. Çok yeni görünüyorlardı. Tuvalete girdiğimde daha da şaşırmıştım. Duş kabini ve tuvalet mobilya takımı son moday resmen. Nasıl olur da bir geceliği yaklaşık yirmi liraya kalabilirdik bu güzel hostel için. Harbiden delirmiş olmalılar. O akşam, sohbet ede ede geçirdik. Prag, ilk günüyle bizi hem büyüledi hem de kötü yönde etkiledi.
Günlerden cumartesi. Akşam Prag’a yolculuk var. Bu aralar arkadaşların yurdunda kalıyorum. Cumartesi sabahı uyandıktan sonra kendimi lavabonun önünde buldum. Aynaya bakar bakmaz da gözümün içinde beyaz bir nokta duruyordu. Sanırım bir şey girdi diye düşünüp hareket ettirmeye çalıştım ama hareket etmiyordu, meraklandım. Anında internetin başına geçip ne olduğuna baktım. “Keratit” diye bir durum çıktı karşıma. Göz ile ilgili sonuçta, ne olursa olsun da bu olmasın gibi bir şey. İyice endişelenmeye başladım. Günüm mahvolmuştu resmen. İyi değildi bu. Hem akşama Prag’a gidecektik. Canım hakikaten iyice sıkıldı. Arkadaşların yanına gittim, moralimin bozuk olduğu oldukça belliydi. Annemlerle konuştum, bana hastaneye gitmem gerektiğini söylediler. Haklılardı aslında ama gitmek istemiyordum sanki. Sağlık sonuçta, önemli ama içimde beni tutan bir şey olduğunu hissedebiliyordum. Bir saat sonra dışarıya fotokopi çektirmek için ve birkaç eşya almak için arkadaşlarla çıktık. Açık fotokopici bulamadık, Christmas’tı sonuçta, normaldi. Ardından Galeria’ya gitmek için tramvaya bindik. Onurla birlikte eczaneye gittim, durumu anlattım ve bana doktora gitmem gerektiğini söyledi. Hemen bir kilometre ileride hastane varmış. Hastaneye gittik ama İngilizce birinin olmamasından dolayı geri dönmeye karar verdik. Koskoca hastanede İngilizce bilen birinin olmaması Polonya açısından gerçekten acınılası. İlginç olan durum, girişte kayıt alan bayanların “Burası Polonya” demesi bizi bizden aldı. Sanki Polonya dünyanın dışında bir yer. Evrenselliği yok saydılar. İyi olan tarafı bize WAM hastanesine yönlendirmeleriydi. Elimize kağıt sıkıştırdılar ve bizi gönderdiler. Galeria’dan alışveriş yaptıktan sonra ikiye ayrıldık. Onur ile birlikte hastaneye gittik. Kayıtta yine İngilizce pek bilmeyen insanlar vardı. Az çok anlatmaya çalıştık durumu. Kaydı aldıktan sonra bizi göz doktoruna yönlendirdiler. Saat 6’da bile çalışan doktorları vardı, sırada bekledik. Sıra bana geldiğinde sorduğum ilk soru “İngilizce biliyor musunuz?” oldu. Bunu sormak kadar normal bir şey yok Polonya’da. “Evet, biliyorum” dediğinde içim rahatladı. İçeri girip durumu anlattım. Doktor gayet iyi ingilizce konuşuyordu. Hatta bilmediğim kelimeleri bile konuşmasında hızlı hızlı söylüyordu. Sabahki kişisel tanımı onayladı. Kornea’da bir virüs varmış. Yayılabileceğini söyledi ve beni korkuttu kadın. Yüksek hijyen ile ilgili bir kaç şey söyledi ve elime bir reçete verdi. İlaçların kullanımında x5 x4 yazıyordu. O derece ciddi yani dedim kendi kendime. Kadın da üstünde duruyordu zaten. Ciddiydi bu durum ve benim de ciddiye almam gerekiyordu. Türkiye’de olsa biraz daha rahat olabilirdim çünkü ucunda muayene parası yok. Haftaya tekrar gelmem gerektiğini söyledi ve ayrıldık. Kocaman bir hayal kırıklığı. Eczaneye de Onur’la gittik aldık ve yurtlarımıza döndük. İlaçları hemen kullanmaya başladım. Eşyalarımı topladım ve Prag’a bizi götürecek olan Polskibus terminaline gittik. Gidişimiz biraz heyecanlı oldu (her zaman olan durum: geç kalmak) Neyse ki yetiştik, biletlerimizi şoföre gösterdik ve bindik. Polskibus’ların ilginç bir özelliği var. Bileti gösterdikten sonra istediğin yere oturabiliyorsun. Çok sinir bozucu bir durum. Madem bize koltuk numarası veriyorlar, neden herkes istediği yere oturuyor? Saçmalık. Onur’la yan yana oturduk. Uzun, Prag yolculuğumuz başladı. Yolculuk boyunca espriler, komiklikler… Gençlik işte.
İlk önce geceden bahsetmeliyim. Yaklaşık son 6 aydır ilk defa erken yatma kararı alıp bu eylemi gerçekleştirdim. Sanırım bunun nedeni az da olsa uykusuzluğumun olmasıydı. Oda arkadaşım bile şaşırdı heralde. Kafamı yastığa dayadım, biraz düşündüm, biraz da iPad’e baktım ve uyudum. Uyumadan önce telefonumu 9’a kurmuştum.
Sabah zangır zangır telefon çalıyordu. İki kere susturup tekrar yerine koydum. Üçüncüsünde kendisini de benimle yatmaya, yatağa davet ettim. Kendi çığlık attıkça ben susturuyor, vahşi bir şekilde telefonumla cebelleşiyordum. Normalde bu denli abartarak yazma, içimden geldi. Telefon sustuktan sonra gözlerimi bir açmışım saat 11:56. Oda arkadaşım, Rafa, dışarı çıkıyordu. Sanırım ilginç bir şekilde onun gürültüsüne uyandım. Normalde uyanmam, ben beni bilirim. İkinci kez gözlerimi açtığımda saat ikiyi geçiyordu. “Artık uyanmalıyım” dedim. Çünkü bu gün ders çalışmam gerekiyordu. Lojistik dersi sağolsun içimizde bir korku var. Bu korku da erken çalışmama neden oldu. Kalkar kalkmaz, klasik şeyleri, lesler takılıp kahvaltı hazırlama… “Kahvaltı mı? Ne kahvaltısı? Öğlen yemeği yemem lazım artık.” dedim. Dolaptan, önceki gün yaptığım sebze çorbasını çıkardım, tavaya döktüm. (Sıradan şeyler biliyorum ama yazacağım ekstradan şeyler yok bugün için.) Rafael, bilgisayarını bırakıp gitmişti. Bunun anlamı, “İnternete girebilirim”di. Tabi onun bilgisaayarını sadece kablosuz internet yaratmak için kullanacaktım. Yurdumuz saolsun, sadece kablolu internet bağlantımız var ve kablosuz internet yaratabilmek için bilgisayar kullanmamız gerekiyor. iPad’den internete girdim ve epey bir vakit harcadım. Duşmuş, yemekmiş onları aradan çıkardıktan sonra saat altıda ders çalışmaya çalıştım. İnternette yakın arkadaşlarımla ve polonyalı bir arkadaşla sınav hakkında konuştuktan sonra yavaştan ders çalışmaya başladım. Saat yedi olduğunda derse anca yoğunlaşabilmiştim. Bu arada Rafa da odadaydı ve o da internetten müftelası olduğu Fringe izliyordu. Öyle dalmıştı ki bir tam gündür çamaşırhanede kalan elbiselerini unutmuştu. Bir saat sonra “Bugünlük yeter” dediğini duydum. Bence de yeter çünkü çocuk bir oturduğu zaman 4 saat fringe izliyordu. Bir sezonu iki günde bitirme gibi bir özelliği var Rafa’nın. Bir saat sonra çalışmayı bıraktım. Sırtımda bıçak saplanırcasına acıyan kaslarım, çalışmamın yeterli olduğunun bir kanıtıydı. Yemek yapmaya karar verdim. Dolapta iki gün öncesinden kalan pilavım vardı. Çıkartıp mutfakta ısıttım. Odaya gelir gelmez de ekstra bir şey yapmalıyım diye düşündüm ve aklıma hemen sos yapmak geldi. Domatesiymiş, biberiymiş, mantarıymış doğanıymış hepsi çıkarılıp bir güzel doğrandı. Odamdan her şeyi aldıktan sonra mutfağa gittim. Gece yarısında yemek yapıyordum. Bir baktım ki mutfakta Betül de var. Şaşırtıcı… Aynı anda mutfakta bir şeyler pişirmemiz bir tesadüf olamaz. Saçları bir kekin kabarmasından daha da etkili bir biçimdeydi. İyi ki gece karanlıkta karşıma çıkmamış, çığlığı basar sonra da bir yumruk atar ve kaçardım. Bana “Neden cześć (Lehçe’de “selam”) diyorsun her zaman?” dedi. Tamam, bunu Türkiye’de söylesemiş olsam normal olmaz ama Polonya’dayız ve herkes birbirine bunu söylüyor devamlı. Cevap vermedim çünkü cevabı olmayan bir soruydu. “Uyuyordun heralde saçların…” dedim. Saçları gerçekten de anormaldi. “Saçlarımla çok oynuyorum. Uyumadım yani” dedi. İşi bittikten sonra da çekip gitti. Önceki gün söylediği bir ton sözü unutmuş gibi davranmasına sinir oluyorum. Ortak derslerimiz var, birlikte yapmamız gereken raporlar var. Bu yüzden onunla konuşmama gibi bir durumum olmuyor. Keşke konuşmasak, karşılaşmasak hiç diyorum çünkü bana söylediği sözler ve davranışları çok saçma ve gereksizdi. Şunu çok iyi öğrendim. Bazı insanları pofpoflamam gerekiyormuş. Gerçekleri yüzüne vurduğun insanlar, belli bir zihin yapısında değilse, ne bunu düzeltmeye çalışırlar ne de kabullenebilirler. Üstüne sizi suçlarlar. “Kendini beğenmiş, sen çok mu şey biliyorsun? Egoistsin” gibi şeyler söylerler. Sonuçta, gerçekleri söylediğin için sen zararlı çıkarsın.
“Bazı insanlardan korkacaksın. Hatalı olduklarında özür dilemez, söylendiğinde kabullenmez, üstüne sizi suçlarlar.”