Açılan Kategori

2013

Aralık

31 Aralık 2013

Bu yılın en son günündeyiz. Çok şey yazmak istiyorum, üşeniyor muyum, bilmiyorum. Şuan bitirmem gereken bir iş var. Bitsin, dönecem.

Kasım

18 Kasım 2013

Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum. Muhabbet kuşunu eğitmeye çalışıyordum kendimce fakat kendime hakim olamadım sanırım. Hayvanı biraz incittim.

Henüz bir aylık. Kanatları ağırlığını rahatça taşıyor, her yere uçmaya çalışıyor. Sabahları biraz huysuz oluyor ama akşamları ele avuca sığmıyor. Elime konduğunda başını etrafa ucatarak uçmak istediği yeri hedefliyor ve atılıyor. Dönüyor dolaşıyor aynı yere, balon lambaya konuyor. Balon lambanın ortasındaki deliklerden düşerek balonun içine düşüyor. Oradan da kafasını aşağı inmek istiyorcasına çıkarıyor ve çıkmaya çalışıyor. Devamlı aynı şey… Elimle çıkarıyorum, uçuyor, lambanın üzerine konuyor, içine düşüyor, çıkarıyorum ve yine uçuyor… Dört beş kere böyle uçunca, sinirlenip ilk önce balon lambayı çıkardım. Sonra, tekrar uçtu, lambayı bulamadı, etrafta tur attı, kilden yapılmış bir duvar şablonuna kondu. Onu da kaldırdım ve tekrar uçmasını sağladım. Kitaplığa kondu. Kitaplığı örttüm. Etrafta defalarca döndü ve perdeye çarptı, düştü. Tekrar aldım, tekrar uçurttum. Döndü dolaştı, başka bir şeye konmaya çalıştı ama başaramadı. Uçmaya devam etti, perdeye çarptı yere düştü. Dört beş kere yerden aldım ve uçurttum. Elime kondu ve döndürerek uçmasını sağlamaya çalıştım. Bu kötüydü, yapmamam gerekiyordu, biliyordum. Kontrolümü kaybetmiştim, elimde sımsıkı tutunuyordu ve ben de hızla dönüyordum. Bir anda, tutunamadı, duvara çarptı. Ne olduğunu ben bile anlayamadım. Yapmak istediğim şey bu değildi aslında. Neden yaptığımı da bilmiyorum. Kendimi kontrol edemiyorum. Duvara çarptı, yere düştü. Kafasını çarptığını düşündüm o hızla, belki de öyle olmuştu. Yerden aldım, iyiydi, iyi görünüyordu. Parmağıma kondu. Anlamıştı. Uçtuğunda tutunacak yeri olmadığını ve uçmanın bazen zararlı olduğunu anlamıştı. Ben de anlamıştım. Sabrımın taştığında neler yapabileceğimi görmüştüm. İçimdeki “zarar verme” içgüdüsü uyanmıştı. Evet… Zarar veriyorum. Bunu yaparken de acı çekiyorum. Kendimi kötü hissediyorum. O küçük kuşa bunu nasıl yapabildiğimi hala aklım almıyor. Canım çok sıkkın. Kafesinden ceza olsun diye aynasını çıkarmıştım. Aynayı bulamadı ve kafesin sol üst kısmına çıkarak tellere tutundu, öylece uyumaya çalıştı. Onu öyle görünce “Neden böyle bir şey yaptın Caner?” dedim kendime. Dayanamadım faha fazla. Sevdiği aynasını kafesine yerleştirdim ve elimle onu aynasının ayaklığına yerleştirdim. Şuan üzerinde ve uyumaya çalışıyor.

Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Hemde hiç.

Ekim

27 Ekim 2013

Gazipaşa’daydım, kulağımda müzik, otobüsü bekliyordum. Aniden sağ tarafımda genç bir çocuk belirdi. “Kaç numarayı bekliyorsun?” dedi. 5 ya da 6 dedim. Biraz garip gelecek ama senden bir iyilik isteyecem dedi. Kız arkadaşım şuan Atatürk caddesinde ve benim cebimde para yok dedi. Utanıyorum ama yok işte dedi elindeki sigarayı tüttüre tüttüre. Sen hangi otobüsü bekliyorsun dedim. “İtimat… Ama buradan geçmez” dedi. Biraz düşündüm, bekledim ve dönüp kısa bir gülüşle tekrar “buradan geçmez ama” dedi. Pek inanmamıştım, doğruyu söyleme ihtimalini düşündüm. Otobüsümün yavaş yavaş geldiğini farkettim. Söylediklerinin doğru olup olmadığına karar vermem gerekiyordu. Eğer doğru olduğuna inansaydım 1 lira, yalan söylediğini düşünseydim hiç para vermeyecektim. Cüzdanımdan çıkarıp 50 kuruş verdim. 1 ile 0’ın ortası. Diğerlerinden de alırsın, olur biter dedim. Otobüsün merdivenlerinden çıkarken “Elimdeki sigardan dolayı tereddüt ettin, o yüzden az verdin değil mi?” dedi.

“Hayır, verdim.. İnsanlık için.”

Ekim

19 Ekim 2013

Akşam arkadaşlarla buluşacaz. Onca yıllır arkadaş olduğum insanlar… Bazılarında fiziki açıdan bir değişiklik varken düşünsel olarak hala bir pozitif gelişme yok malesef. İyiler ama daha iyi olabilirler. Dışarıya pek çıkasım yok açıkçası ama evde durup da bir şeyle uğraşılmıyor. Artık canım daha fazla sıkılmaya başladı. Dışarı çıktığımda da yapılacak pek bir şey yok malesef. Bütün kafeler aynı insanların aynı masalarda oturduğu, masalarındaki kül tablalarının bir gidip bir geldiği mekanlar haline gelmiş. İçkiler dolup boşalıyor, sohbetler sıkıcı, insanlar artist, ergen ya da daha fazlası… Peki bu ortamdan benim beklentim neler? Özgün şeyler aslında. Erkeklerin kızları kestiği düşüncesinin yer almadığı, Mercedes’lerini BMW’lerini hava atmak için kapının önüne parketmeyen insanların sadece eş dostla ilgilendiği bir yerde olmak istiyorum. Ütopik bir istek mi? Türkiye şartlarına göre, evet. Şehir neresi olursa olsun, hangi ortam olursa olsun, insanları mekanlardan soğutan mutlaka bir şey oluyor. Konu dağılıyor, hemen toparlıyorum. Arkadaşlarla dışarı çıkacaz, bir arkadaşın doğum günü en azından bir yere gider, birşeyler içer sohbet ederiz diye düşündük. Mekan ayarlama işi denen bir şey var bizde. Nereden geldiğini ve nasıl oluştuğunu anlayamadığım saçma bir şey işte. Görev gibi görünüyor ama değil. Buluşmayı ayarlamaları için arkadaşlarla konuştum. Biri doğum günü olan o bayan arkadaşın gelemeyeceğini, evde olması gerektiğini, bir mekanda masa rezerve ettiğini ama bu bayan arkadaş gelmeyince diğer bayan arkadaşın da gelmek istemediğini, bu yüzden de rezervasyonu iptal etmek zorunda olduğunu anlattı. Daha da bir şeyler söylüyordu fakat sözünü keserek “Bana gideceğiniz yeri mesaj olarak atın, ben oraya geleyim” dedim üstüne bastıra bastıra. Tamam dedi ve telefonu kapattı. Bu arkadaşlar mekan bulamamış ve bizim evin önüne gelmişler. Beni aramışlar defalarca, uzun bir süre beklemişler ve çekip Ziyapaşa’daki bir mekana gitmişler. Telefon edip neredesiniz dediğimde Ziyapaşa’daki bir mekana gidiyoruz, seni o kadar aradık, evinin önüne geldik ama sen telefonu açmadın dedi arkadaşlardan biri. Durumu kafamda hemen bir değerlendirdim. “Gideceğiniz yeri mesaj atın” cümlesi gayet basit bir cümleydi. Anlaşılabilirdi. Bastıra bastıra söylenmesi de hafızada kalıcı olmasını sağlıyordu – ki zaten benim yapmaya çalıştığım da oydu. Bana çok büyük bir iyilik yaptıklarını sanıyorlardı fakat öyle değildi. Tam tersine, sözümün dinlenmediği hissine kapıldım. Beni dinleyip bir mekana otursalardı bir sorun çıkmayacaktı. Ben de işim bittiğinde, hazırlanıp gelecektim. Olayı ben büyütüyormuşum düşüncesine kapılınılabilir fakat bunu yapan asıl onlar. Her neyse… Gittikleri mekan Ziyapaşa’da, arkadaşların yaşadıkları semtin tam tersinde, şehrin diğer ucunda sayılır. Yaklaşık 2 ay önce kendilirini farklılık olsun diye Ziyapaşa’daki bir mekana götürmüştüm. “Niye bu kadar uzağa geldik oturmak için, Özal’da da mekanlar vardı.” diyip bir ton laf soktular. En son eve dönerken de “Sizinle bir daha Ziyapaşa’ya gelmem” dedim. Bugün de arayıp bana “Ziyapaşa’ya gidiyoruz” diyorlar. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu… Bana bir ton şey söyledi telefonda, ben de “Siz devam edin, ben gelmiyorum” dedim. Haklıydım, madem önceden böyle düşünüyordunuz, şimdi ne oldu da oraya gidiyorsunuz diye düşündüm. Sinirlenip Barajyolu’na gittim. Oradan da Özal’a kadar yürüdüm. Eve doğru dönerken bir arkadaşımla karşılaştım. Geri dönüp tekrar Özal’a doğru konuşa konuşa yürüdük. Sinirim az da olsa geçti onunla konuşurken. Epey bir yürüdükten sonra da eve geçtim. Arkadaşlardan biri apartmanın girişinde bulunan zillerin fotoğrafını çekip Facebook’a yüklemiş. Yani bunu yapmasının ne gereği var. Ne demeye çalışıyorsun? Ya işte benim böyle saçma sapan düşünen arkadaşlarım oldu hep. Davranışlarının gerçekten de farkında olan bir allahın kulu yok etrafta. Olanlar da benden yaşça büyük işte. Sanırım sonunda onlarla takılıp onlarla öleceğim.

Sözün önemi bilinmeli. Bazen bir başkası için önemli olan bir cümle başkası için önemsizmiş gibi gelebilir, dikkat edilemeyebilir. Eğer bastırıla bastırıla ima edilen bir durum varsa ortada, bu durum dikkatle düşünülmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Aksi halde karşı tarafla bir soruna yol açabilir.

Ekim

17 Ekim 2013

Bayramın üçüncü günü. Canımdan çok sevdiğim yiğenim İpek’in bizdeki son günü. Sadece iki gün kalmaları bile yetti aslında ama içten içten “yetmedi” hissine kapılıyorum. Sabah yiğenimle salonda otururken ansızın dışarıdan gelen bir çığlığa, ardından gelen ablamın “Bir şey oldu” bağırışına ve daha sonrasında da feryatlara tanık olduk. Pencereden dışarı çıktığımızda, yerde bir adam yatıyordu. Başından epey bir kan akmış, hareketsizce öyle oracıkta yatıyordu. Hemen ambulansı aradık. Kadının biri “Babam… Babam.” diye ferhatlar içinde etrafta dolaşıyordu. Ne olduğunu anlayamadık. Araba mı çarpmıştı, yoksa yanlışlıkla apartmandan mı düşmüştü, nolmuştu? Etrafa baktık çarpan bir araba var mı diye ama göremedik. Birkaç kişi, nabız var mı diye adamı sort üstü çevirdiler. Biraz zaman geçtikten sonra ambulans geldi. Hemen ardından bir tane daha. Sağlık görevlisi nabzı yokladı fakat iş işten geçmişti. Adam orada can vermişti. Hemen üstünü birkaç gazete kağıdı koydular. Herkes şok geçirdi. Annesi “Damdan atladı” diye bağırıyordu sesi çıkabildiğince. Polisler etrafı kuşattı, savcının ve adli tıptan yetkililerin gelmesini beklediler. Adam resmen orada yatıyordu. İlk defa böyle bir şeye tanık oluyordum ve son zamanlarda aldığım ölüm haberleri beni kötü bir şekilde etkilemişti. Artık biri öldüğünde gözümden yaş akmaya başlıyordu. Uzun bir zaman geçtikten sonra adli tıptan birkaç kişi geldi. Ölen kişinin bedeninin etrafını inceleme yapmak için çevirdiler. Ellerindeki bir cihazla ölçüm yapıyorlardı. İntihar mı etti, yoksa biri tarafından iteklendi mi? Uzun bir süre inceleme yaptılar. Daha sonrasını da takip edemedim.

Gazete haberinde öğrendik nedenini. Yerde “yaşlı” olduğunu sandığımız adam yirmi beş yaşında gencecik biriymiş. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Maliye okuyormuş ve geçen yıl psikolojik nedenlerden dolayı okula ara vermiş. Bir yıldır Adana’da psikolojik tedavi görmüş fakat tedavinin olumlu bir etkisi olmamış. Televizyon izlerken annesine “Dolaşmaya çıkıyorum” demiş ve ayakkabısını giyip beşinci katında oturdukları apartmanın damına çıkmış. Oradan da kendini boşluğa bırakmış. İşte gencecik bir hayat ve belki de onunla süre gelecek olan hayatlar birden yokoluverdi. Neler yaşıyor insanlar, nelere katlanılıyor, nelerden vazgeçiliyor. Üzerimizde büyük bir etki bıraktı bugün.

Yaşamak, herşeye rağmen güzel.

Eylül

17 Eylül 2013

5 yıl önceki durumumu hatırlıyorum. Yeni bir hayata başlıyorken kafamdaki her şeyi bir kenara atmış halde bulmuştum kendimi. Okul arkadaşlarımı unutmuş, tamamen o yıl karşıma çıkacak insanlara odaklıyordum kendimi. Bambaşka bir çevre edinmiştim kendime. Kendi kabuğumu kırıp adını bile bilmediğim yerlere gidiyordum. Başkaları için pek büyük olmayan, benim için pik yapan bir dönemdi bu.

Etkileyiciydi, şaşırtıcıydı, kırıcıydı, acımasızdı, eğlenceliydi.

Bütün duyguları bir arada yaşadığım hiçbir dönem olmamıştı hayatımda. O yıl, geçmişe dönüp baktığımda, gözlerimin kapalı olduğunu ve görmeyi istemediğim şeyleri görmemeye çalıştığımı farkettim. İnsanlarla olan ilişkilerimin nasıl bozulabileceğini, ortam ve ortak arkadaşlar olmadan kendi kendi çabamla bir kişi ile arkadaş olamayacağımı anladım. Üç aylık bir mevsim vardı ki, beni bir yerden alıp başka bir yere fırlatan, düştüğüm yerde gözlerimin açılmasına neden olan, görmeye başladıktan sonra da yalnızlığımın nelere mal olacağını anlamamı sağlayan bir mevsimdi bu.

Etkileyiciydi. Şehri yeni yeni tanımaya başlıyordum. Yeni arkadaşlarım olmuştu ve onlarla gerçekten de eğleniyordum. Hiç unutulmayacak anlarımız oldu. Koridor sohbetlerimiz, dersin bitmesini istememize; derste yapılan espriler de tenefüslerin ortadan kalkmasını istememize neden oluyordu. Anlatması bile karışık bir durumdu işte. Yaşanılası.

Şaşırtıcıydı. Öyle insanlar vardı ki, televizyon şovlarında aptal rolü yapan insanların gerçekten de aptal olabilme ihtimalini düşünmemize neden oluyorlardı. Ellerinden geldiğince saçmalamaya, gerektiğinden fazla konuşmaya ve konuşulmaması gereken yerlerde konuşmaya çalışan insanlardı. Beni şaşırtıyorlardı çünkü hayatımda hiç böyle insanlarla karşılaşmamıştım. Bazen kafalarına sıkıp insanlığı bu utançtan kurtarmak istiyordum. Malesef yapamadım, çünkü kendi rızalrıyla çekip gittiler.

Kırıcıydı. Yeni biriyle tanışmaya çalışmak ne kadar garip olabilirdi ki? Diğer arkadaşların tarafından geçici bir süreliğine dışlanmış olmanın yanında bu gayet normal bir durumdu. Büyük sınava aylar kala yabancı bir diziye başlamıştım. Güzel gidiyordu aslında, her şey yerli yerindeydi. Günlük hedeflediğim çalışma saatimi tamamladıktan sonra bilgisayar karşısında bu diziyi izlemeye başlıyordum. Bazen tek bir bölüm yetmiyordu. İki, daha sonra üç bölüm izlemeye başladım. Gecenin geç saatlerine kadar izliyordum. Sabahın kör vaktinde kalkacağımın da farkındaydım tabiki. Beni diziye çeken bir karakter vardı. Tam anlamıyla olmayı istediğim bir kişilikti. Bir sabah, dershanenin kapısından içeri girerken arkadan gördüğüm kumral saçlı bir kafa dikkatimi çekti. Bu kişiyi görmemle hayatım az da olsa değişti. Belki o sabah biraz daha geç gelseydim ve o kişiyi görmeseydim, şuan kafamda o unutulmayan anılar olmazdı. Kendimi daha iyi hisseder, o vakitlerde sınava kendimi daha fazla verebilirdim. Onunla tanışmak için gösterdiğim özeni, kendimi daha da geliştirmekte kullanabilirdim. Saçma sapan şeyler yaparak kendi kişiliğimin incimesine neden oldum. Sonradan pişman olduğum davranışlar sergiledim. Bir çok şey yaşandı ama en kötüsü son dakika atılan iki adet mesajdı: “Artık seninle arkadaş olmak istemiyorum…”

İnsanlarla arkadaş kalmak çaba gerektiriyor. Onlarla sıfırdan bir arkadaşlık kurmak da cesaret, güç, zaman ve kendine güven gerektiriyor. Bunlardan bir tanesi olmadığında, kırılıyoruz.

Acımasızdı. İlginç bir dönemdeydik. Herkes hedefine ulaşmak için bir şeyler çabalamaya çalışırken, duygularını geride bulundurmayı tercih ediyordu. Duygusal açıdan herhangi bir açıklık gösterdiğinde, başkaları tarafından yaralanabilirdin. Ben saklayamadım. Belki de saklamak istemedim. Sonuç olarak ne oldu? Kendime olan saygımı yitirdim.

Eğlenceliydi, ama bir yere kadar.

Bu dönemin beni en çok etkileyen dönem olacağı, aklımın ucundan bile geçmezdi. Nasıl bilebilirdim ki? Saftım, gerçekleri göremez bir durumdaydım önceleri. O zamana kadar beni böylesine yaralayan kimse olmamıştı. Kişinin kendisine olan saygısının ne anlama geldiğini, incindiğinde nasıl hissettirdiğini bilmiyordum. Arkadaşlarımın her zaman, benim için en önemli şey olduğunu düşünüyordum, ta ki zor anlarımda yalnız bırakılana kadar.

Yalnızdım… Hiç olmadığım kadar.

Eylül

15 Eylül 2013

Gece geç saatlere kadar Osman’la konuştuk. Türlü türlü konular hakkında konuştuktan sonra bir ara sevgili muhabbeti geçti. Gecenin dördüydü. Su içmek için içeri gittiğimde Osman da balkona çıkmıştı. Odada göremeyince balkona baktım. Orada, “L” biçimli balkonun orta köşesinde, ayaklarını duvara uzatmış, elinde telefonuyla, öyle boş boş oturuyordu. Ciddi bir derdi olduğunu farketmiştim. Bana ayrıldığı sevgilisinden bahsetti. Kız arkadaşının attığı mesajları ve bu mesajlardan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bu konuşmalar Osman’ın özeli olduğu için buraya yazmıyorum.

Arkadaşlarımda nedenini anlayamadığım şöyle bir düşünce var. “Ben aileme yük oluyorum.” Bir insan ailesine nasıl yük olabilir ki? Eninde sonunda bir iş bulup çalışacaksın. Vakti geldiğinde de evlenip yuvanı kuracaksın. Ailen bu süreç içerisinde her zaman yanında olacak. Onlarsız bir şeyler yaptığında kendini bağımsız bir birey gibi hissedeceksin, doğru, fakat bu onların var oldukları gerçeğini de saklayamaz.

Osman’la ilgili olan sohbetimizden sonra konu Emre’ye geldi. Emre’nin yaptığı davranışlar kafamı meşgul ediyordu. Neden böyle davranmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Bir yandan anlayışla karşılarken diğer bir yandan da kızgınlığımı dile getiriyordum. Onun hakkında daha fazla bir bilgiye ihtiyacım vardı. Bu yüzden Osman’la ve Berk’le onun bu davranışları hakkında uzunlamasına konuştum. Sonuçta o bizden biriydi. Biz dört kişiydik.

Sabah ilk kalkan Berk ve Can olmuştu. Can’ın sınavı vardı. Abisiyle vedalaştıktan sonra dershaneye gitti. Berk de ortalıkta bir şeyler yapıyordu. Uykulu olduğum için bu anları hayal meyal hatırlıyorum. Osman’ın da bir ara kaltığını gördüm. Berk’e kahvaltı hazırlamada yardımcı olmak için içeri gitti. Daha sonra Emre’yi aradı ve Emre’nin geleceğini söyledi. Bu konuşmalar gerçekleşirken ben hala miskin miskin kanepede yatıyordum. Yarım saat sonra kalktım. Telefonuma kulaklığı taktım ve müziğimi dinlemeye başladım. Tuvalete gitmek için koridordan geçerken yanımdan Emre geçti. Pek aldırmadım, devam ettim. Evde dolaşırken yüzüne bakmamaya çalışıyordum, kızgındım. Berk’ler kahvaltıyı hazırlamıştı, geçip oturduk. Kahvaltımızı yaparken bir yandan Berk iPad ile Youtube’den müzik açıyordu. Bana “Kanka bu senin için.“, “Türkiye’nin en çok izlenen videosu…” diyerek videoları gösteriyor, ben de her zamanki gibi “Öff bu ne ya, ne kadar banal” şeklinde takıldım. “Değiştir şu müziği, bu ne be!” şeklinde de çıkışıyordum bazen. Tabi bunları yapmamın sebebi, ortama biraz renk katmaktı. Bazen ortama muhalefet olacaksın ki sohbetin tadı çıksın. Osman her zamanki gibi ne muhalefet olmaya ne de desteklemeye yelteniyordu. Emre de son zamanlarda bana karşı yaptığı zıtlığı devam ettiriyordu. Ne desem onun tersi bir şey söylemeye çalışıyordu. Tabi sert bir biçimde değil, gıcık olurcasına. Kahvaltıyı yaptıktan sonra Emre her zamanki gibi çekip gitti. İnsan bir “yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sorar, ama o da yok işte. Paşalar gibi içeriye geçip oturdu. Çok da önemli değildi bizim için. Alışmıştık bu duruma son birkaç haftadır. Avrupa’da olduğum süre içerisinde çok şey değişmiş olmalı ki bazen arkadaşlarımın neden böyle davrandıklarını bile anlayamaz oldum. Berk’in yola çıkma vakti gelmişti. Bavulunu salondan aldı, kapının ağzına getirdi. Ben ve Osman da çantalarımızı kapının önüne getirdik. Osman’a bugünkü planının ne olduğunu sordum. Daha sonra da “Şu Carrefour’un oradaki outletlere gidelim mi?” dedim. Kapının hemen ağzında sanki ben sadece Osman’la gitmek istiyormuşum gibi bir tavır takındım. Emre de hemen sol tarafımda, bizi dinliyordu. Böyle söylememin amacı, kendisinin az da olsa vazgeçilmez olduğunu düşünmesiydi. Bunu farketmiştik. Buna ters bir hareket yaparsak, kendini sorgulayıp böyle olmadığını farkedebilirdi. Sonuçta bu dört kişiden dördü de normal insanlardı. Hiçbirimiz, bir diğerimize üstün gelmeye hiç ama hiç çalışmamıştık. Böyle bir şeyi düşünemezdik bile. Evden çıktık, apartmanın önünde durduk. Berk’le vedalaşma vakti gelmişti. Osman ve ben, Berk’le vedalaştıktan sonra Emre ile de o gün için vedalaşmayı düşünüyorduk ki birden dönüp arabaya doğru ilerledi. Buna rağmen biz “Görüşürüz” dedik arkasından biraz yüksek sesle. Sonra da Osman’la oradan ayrıldık.

Eylül

13 Eylül 2013

If I run away I’d never have the change to go very far. How could they hear the beating of my heart? When it grows cold the secret that I hide when I grow old. How could they hear, when will they learn, how could they know?

Eylül

12 Eylül 2013

Koştuğum ilk günden beri uzun bir uykum olmuyor. Günlük beş saat uykuyla yetinmek zorunda kalıyorum. Staj süresince yaptığım iş yoğun değil aslında, hatta şu sıralar hiçbir şey yapmıyor gibiyim. Fakat şöyle bir durum var. İş yapmasan bile insan çok iş yapmışcasına gibi yoruluyor. Oturduğumuz anlarda devamlı bir şeyleri öğrenmeye çalışıyor az da olsa kafa patlatıyoruz. Ofisteki mühendislerle geçirdiğim vakit gerçekten eğlenceli. Bazen gülmekten nefes alamadığımız anlar oluyor. Tam alışıyorsun onlara, ayrılmak zorunda kalıyorsun. Herşey güzel giderken birden yok oluyor. Onlar işlerine sen hiç yokmuşsun gibi devam ediyorlar.

Bugün bir ara çok sıkıldığımı farkettim. Gözlerimden uyku akıyor, uyumamaya çalışıyordum. Karın aç olunca, başka şeylerle de ilgilenmek istemedim. Vurdum kafamı kitaba, baktım sadece kitapla olmuyor, üstüne fabrikanın bize verdiği tşörtü örttüm ve tekrar vurdum kafayı. Yarım saat uyumuşum öyle, kitabın üzerinde, zavallı gibi. Hiç alakam yoktur benim masa üzerine kafayı koyup uyumak gibi. Demekki epey bir ağırlık çökmüş ki, devrilmişim bilinçsizce. Bir ara uyandım, kafamı kaldırdım, taşıyamıyor gibi olunca tekrar vurdum kafayı kitaba. Bu kez fazla uyumuşum. Rüya bile görmüştüm, o derece. Bir saat sonra kalkıp arkadaşla yemeğe gittik.

Staj defterini yazmam için başka bir arkadaştan yapılmış olanı almam gerekiyordu. Okuldan bir arkadaşa geçen gün mesaj atmıştım. Hatta aramıştım ama ulaşamamıştım. Tekrar arayayim dedim ama açmadı. Görmemiştir belki diyerekten iyimser bir davranışla bir iki saat sonra tekrar aradım. Bu, onu son arayışımdı. Açmadığını görünce bana bir konuda sinirlenmiş olma olasılığını düşündüm ama sonra fazla umursamadım.

Son günlerde günde sekiz dokuz kilometre yürüyüş ve koşu yapmaya başladım. Ayaklarım ağrımasına rağmen hırs yapmıştım. Amacıma ulaşacaktım. Kafamı dağıtmak için iyi gelecekti. Koşuya evden başlıyor, Turgut Özal Bulvarı’na kadar devam ediyordum. Yeni aldığım ayakkabımın sol ayağımı incittiğine aldırış etmeden devam ediyordum koşmaya. İşin ilginci, koşu bittikten sonra Özal’da oturan arkadaşlarla basketbol oynamaya gidiyorduk. Bendeki salaklık ayrı bir kategoride. Bedenimin acı çekmesine izin veriyormuşum gibi hissediyordum. Hergün ayaklarımda acı olmasına rağmen koymaya devam etmem bunun bir kanıtı, göstergesiydi. Basketboldan sonra yarım saat dinlenip geldiğim istikametten giderek eve varıyordum. Bugün, birlikte basketbol oynadığım arkadaşlardan biri aradı. “Akşam Berk’lere gidiyor musunuz? Basketbol oynayalım.” dedi. “Tamam, zaten ben de Osman’la Berklere gideceğiz bugün” dedim. “Tamam o zaman akşama görüşürüz.” dedi ve kapattı. Bu akşam da bir planım vardı önceki üç gün gibi. İş yerinden çıktıktan sonra servislerin olduğu bölüme geldim. Parmak izi ile çalışan teknolojik kapılarımız var. stajyer olduğum için ben geçerken çalışmadı. Büyük servis aracına bindim, her zaman oturduğum kolduğa, önden beşinci sağ taraf cam kenarına, kuruldum. Kulaklığımı taktım ve diğerlerine nazaran yavaş giden otobüsün kalkmasını bekledim. Salim de arka tarafıma oturdu ve bu kez onunla fazla konuşmadık. Daha doğrusu ben iletişime geçmedim, az da olsa uyumak istiyordum. Evde uyumayı düşündüm bir ara ama bana zaman kaybettireceğini gördüğümden vazgeçtim ve otobüste uyudum. İneceğim yeri kaçırmamak için ara sıra uyanıyordum. İndim, eve doğru yürüdüm. Yine ben yine kafamdan çıkmayan düşüncelerim… Yemeğimi yedim, biraz da olsa dinlendim. Aile toplantısına bile katıldım. Osman’la aynı saatte aynı yerde olmam gerekiyordu. Toplantımız bittikten sonra hemen üstümü değiştirip ayakkabımı giydim. Yanıma para almayı unutuyordum. Masanın üstündeki kağıt beş lirayı ayakkabımın içine koydum. Önceki gün de bunu yapmıştım. Osman aradı ve atar yaptı. Hemen dışarı çıktım ve bulvarın üzerinde yürüdüm. Osman’ı aradığımda kardeşiyle diğer yoldan gittiklerini söyledi. Ben de bunun üstüne atar yaparak, “Siz oradan yürüyün!” dedim. Uzun yolu seçmiştim. Yaklaşık dört kilometreydi koşmam gereken mesafe. Canla başla koştum. Koşunun sonunda sevdiğim insanlarla buluşup basketbol oynayacaktım. Berklerin evlerine yaklaştığımda epey bir yorulmuştum. Oturursam geri kalkamayacağımı biliyordum. Onları aradım ve hazırlanmalarını söyledim. Ben Berklere gelene kadar onlar da hazırlanacak, elimdeki telefonu bırakacak ve hemen basket sahasına gidecektik. Berk’in “Baskete mi gidiyoruz? Haberim yok baskete gideceğimizden.” demesinin üzerine sinirlendim. Apartmandan içeri girdim ve kapının önüne geldiğimde Berk karşımdaydı. “Dört kişiyiz, sen, ben, Osman ve Orhun (kardeşi). Can’a sordum gelmiyecem dedi. Emre de yok.” dedi. Birden aklıma Emre’nin beni arayıp bugün baskete gidelim dediği an geldi. “Aradınız mı?” dedim. “Osman aradı ama gelemeyeceğini, arkadaşlarıyla şuan Adnan Menderes’te olduğunu söyledi” dedi Berk. İşte o an bizim, onun arkadaşları olmadığımız duygusuna kapıldım. Bu tip bir şey bekliyordum ama bu kadar erken olacağını hiç düşünmemiştim. Üzüldüm, kırıldım, sinirlendim. Birine bir yere gitme sözü verip de bu sözü tutamıyorsan, o kişiye en kısa sürede neden gelemediğini anlatman gerekir. Bir ara bizi çantada keklik olarak gördüğünü düşündüm. Belki de hala öyle düşünüyordur. Bu durum, son zamanda yaptığı davranışlarla da birleşince, durum biraz daha netleşiyor. Son yıllarda takıldığı insanların onun üzerinde etkisi çok. İyi yönde geliştiğini gözlerimizle gördük ve bu dördümüzün hoşuna gitti. Psikolojik olarak iyiye gidiyor gibi görünüyordu ama davranışsal olarak pek de öyle değilmiş.

Ben de kulüplerde gezmesini, eğlenmesini, barlarda para harcamasını biliyorum ama bunun ilelebet olmayacağını, bir müddet sonra sıkıntı yaratacağını biliyorum. Herkes eğlenmek ister, kızlarla takılmak ister, ben hariç. Gelecekte neler olabileceğini görebiliyorum. Arkadaşlarla vakit geçirmenin, onlarla eğlenmenin ne kadar önemli olduğunu ve ileride de bunun ne derece önemli olacağını biliyorum. Eğer kulüplere gidip her gece geç saatlere kadar eğlenen biri olursam, bundan yaklaşık 5 yıl sonra bulunduğum konum, arkadaşlarımın yanı olur. Gece boş beleş kızlarla takılmanın, insanı en az onlar kadar boş yaptığını, kendim için en önemli olan şeyin, arkadaşlarım olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimi görürdüm. İşte bunu farkettiğim anda, geriye dönüp yaptığım şeylere bakarak pişman olabilirdim.

Onların yanında olmayı seçtim. En az onlar kadar saf, gerçekçi ve saygı dolu biri olmayı seçtim. Kulüplere gitmektense sıradan bir kafede arka tarafta pek görünmeyen masalarda oturmayı seven insanları seçtim. Kendini farklı göstermiyorlardı. Oldukları gibi görünmeleri, beni onlara çeken bir diğer nedendi.

Arkadaşlarımla geçirdiğim vakti, ailemle geçirdiğim vakte değişmem dediğim günler vardı eskiden. Saçma sapan şeylerle uğraştığımızı bile bile yine de devam ederdim. Başkaları tarafından normal görünmeyen düşüncelere ve davranışlara sahiplerdi ama onları eşsiz ve farklı yapan zaten bunlardı. Benim için değerli olduklarını bilmelerini istemiyorum, hissetmelerini sağlıyorum.

Ağustos

29 Ağustos 2013

Cuma günü Zafer Bayramı’ndan dolayı fabrikada bizden kimse kalmıyor. Resmi tatil olduğu için kafadan üç gün kalıyor bize tatil yapabilmek için. Günlerden perşembedayiz. Akşam üstü, saat beş gibi dişçide randevum var. Randevu için erkenden izin alıp çıkmam gerekiyor. Dünden Deniz’in verdiği iş duruyordu. Zor bir iş değildi fakat biraz uğraştırıyordu. Eski veriler ile yenilerini karşılaştırıyordum. Ekranın bir sağ bir de sol tarafına bakıp duruyordum. Gözlerim haşat olmuştu sağ sol baka baka. Ceyda’nın sınavı vardı, çalışması gerekiyordu. Onun da yapması gereken bir kaç bölümü yaptım ve yemeğe gittik. Fabrikada iki tür yemekhane var. Bir tanesi mavi yakalılar için, diğeri beyaz yakalılar ve üst yönetim için. Stajyer olduğumuz için mavi yakalıların yanında yemek zorundaydık. Öyle bir yer ki, yemekhanenin önündeki banklarda oturan erkekler, yanımda benimle birlikte yemeğe gelen, uygun bir biçimde giyinmiş olan bayan arkadaşım Ceyda’ya bakıyorlardı açık saçık giyinmiş de gelmiş gibi. Onların önünden geçerken bakışları o kadar itici ki beyaz yakalıların neden ayrı yediklerini anlıyor insan. Yemekhaneye girerken de aynı bakışları alıyoruz. Artık o denli alışık hale gelmişiz ki bunun üzerinde espriler yapmaya başladık Ceyda’yla. Yemeğimizi yedilkten sonra bölüme geçtik. Biraz Ali ile konuştuktan sonra kaldığımız yerden devam ettik. Bana kalan yerleri bitirmem gerekiyordu fakat gözlerim dayanamıyordu. Midemde bulantı hissi vardı ama buna rağmen bitirdim. Bu arada Ceyda pazartesi gireceği sınavın dersine çalışıyordu. İşi bitirdiğimde saat üçe geliyordu. Vardiyalardan dolayı saat üç çeyrekte de servis vardı. Servis araçlarının olduğu yerde bekledim. Servislerin vardiyalara göre gidecekleri yerler değiştiği için işimi garantiye almam gerekiyordu. Aksi halde farklı bir yerde inmek zorunda kalabilirdim. Şoförlerden birine sordum “561 plakalı otobüs şoförüne sor” dedi. Otobüsü buldum, bindim ve şoföre “PTT lojmanlarından geçiyor musunuz?” dedim. “PTT lojmanları mı?” dedi. Nasıl yani, soför olmana rağmen ve otobüsünün önünde Mavi Bulvar yazmasına rağmen nasıl olur da orayı bilemezsin diye söylendim içimden. Solumdaki adamın biri de “İlerle de arkadaş geçsin” dedi kaba bir dille. Uzaya insan gönderebildiğimiz bir çağda, insanların beyinlerine hala şu sinyali veremedik. “İnsanlara saygı göster, onlara iyi davran.” En arkaya geçtim, oturdum. Önden bir adam geliyordu. Kel, çok konuşan biriydi. Herkese bir şeyler soruyor, insanları rahatsız ediyordu. İlk defa görmeme rağmen ben bile anlamıştım insanların yüzlerindeki “Defol git başımdam” ifadesini. Kırk – elli yaşına gelmiş ama hala öğrenememiş. Geldi bir de benim yanıma oturdu. Otobüs hareket etti, epey bir yol gittik. Bir yerlere girdi, bilmediğim yerlerden geçti. Kesinlikle benim gideceğim yere gitmiyor gibiydi. Önümde oturan adama sordum, bana oraya daha sonra geçeceğini söyledi. İçimden bir oh çektikten sonra nereden geçeceğini tahmin etmeye çalıştım. Birden bir sokağa girdi, bizim sokaktı burası, içim rahatladı. Kaybolmak dolayı korkmamıştım. Zaman kaybetmekten korkmuştum. Öndeki adamla birlikte indik otobüsten. Eve gittim, hemen üstümü çıkardım ve duşa girdim. Duştan sonra dişçiye yetişmek için hızla çıktım evden. Bir ara Atatürk Caddesi tıkanmıştı saçma sapan bir kaza yüzünden. Otobüsün birinin aynası diğerinin arka tarafına çarpmış ve eğilmiş. Bunun yüzünden trafiği tıkamışlar. Otobüsten indim, dişçinin ofisine vardım. İçeri girdim ve bekledim uzun bir süre. Bekleme süresi içerisinde televizyonu izledim, insanları izledim, saçma gençliğimizin nelerle uğraştığını, nasıl davrandıklarını gözlemledim. Normalde randevum beş buçuktaymış ama ben beşte zannediyordum. yarım saatten fazla bekledim ama kadının yapması gereken sadece teli çıkarıp yenisini yerleştimek ve onu sıkmaktı. On dakika bile sürmedi sanırım. Alttaki dişlerimin tel takılması için yeni bir randevu aldım. Ofisten ayrıldım ve hızlı bir şekilde diş macunu almak için Groseri’ye gittim. Diş macunumu aldım ve otobüse binip eve gittim. Eve geldiğimde çok zaman harcadığımı farkettim. Gitmeden önce annemi aramıştım, bana yiyecek bir şeyler hazırlamış. Onu yedim ve hemen eşyalarımı ayarlamaya çalıştım. Bütün işim bittiğimde saat yediye geliyordu. Normalde o saatte Osman’larda olmam gerekiyordu. Emre, Berk’i aldıktan sonra Osman’ın evine gidecekti ve oradan ikimizi alıp otobandan çıkacaktık. Otobüse bindim, Osman’a otobüse bindiğimi söyledim. Onlar da kendilerini ona göre ayarlayıp aşağı inceklerdi. Otobüsten indim ve hemen karşımda duruyorlardı. Arabaya atladık ve yola koyulduk. Otobana gitmeden önce Migros’a girdik. Yolda yiyecek bir şeyler aldık. Bagajdan bilgisayarımı aldım, yolda açıp bir şeye bakarım diye. Giderken epey bir sohbet ettik. Bir ara bilgisayarı açıp oyun oynadım o küçücük alanda. Müzik dinledik. Niğde’ye vardığımızda karşıma biraz büyük bir şehir bekliyordum. Sandığım kadar büyük olmadığını farkettim çünkü meydan dedikleri yer, sadece bir göbekten oluşuyordu. Groseri’den akşam ve sabah için yiyecek gıdalar aldık. Emre kendi kartından geçirdi, sonra bölüşebilmemiz için. Eve doğru giderken Emre birkaç yer ile ilgili bize birkaç bilgi verdi. Zengin insanların buralarda evlerinin çık olduğundan bahsetti. Evlerine vardığımızda etraf zifiri karanlıktı. Neredeyse hiçbir yer görünmüyordu. Anca el fenerleriyle anahtarı sokacağımız deliği görebiliyorduk. iPhone’mın flaşını açtım ve o anda heryer ışıl ışıl görünmeye başladı. Arabayı avluya bıraktık ve içindeki eşyaları eve taşıdık. Atıştırmalık bir şeyler de yedikten sonra bizimkiler kart oyunu oynamaya başladılar. Kart oyunları dört kişi içindir, biz beş kişiydik. Biri oynamayacaktı, o da bendim. Kart oyunu oynamayı sevmem pek. Bana değer katmayan zaman harcanan bir oyun gibi geliyor. Oyunu oynamaya başladıktan birkaç dakika sonra içeriye kitap okumaya gittim. Bir – bir buçuk saat kadar okudum kitabımı. İçeridekiler benim ne yaptığımı merak edip yanıma geldiler birer birer. Oyunları bittikten sonra yatmaya kadar verdiler ve yastık yorgan getirdiler. Osman, Emre ve kamil bir odada, ben ve Berk de yan odada hazırladık yatacağımız yeri. Berk, müzik dinliyordu, ben de kitap okuyordum hala. Kamil geldi, onunla sohbet ettik. Yorgun olduğumdan hemen sızmışım. Hatta dediklerine göre horlamışım. Horlamaktan ve horlayan insanları pek sevmem. Kişinin elinde olmayan bir durum olmasına rağmen. Mışıl mışıl uyumuşum. Bir ara soğuk olmuştu, üzerinde yattığım yorganı üstüme sardım.

Ağustos

26 Ağustos 2013

Dün annemi Youtube’den tatil yerlerinin tanıtım videolarını izlerken gördüm. Birden kendimi tuhaf hissettim çünkü karşımda her zaman çocuklarını düşünen annemin, yapmak istediği tek şeyi düşünürken farketmiştim. O anda aklıma dank etti. Mersinden öteye gidememiş, İstanbul’u bile gezememiş biri duruyordu karşımda. Onu öyle ekrana içli içli bakarken gördüğümde yüreyim dağlandı. Ömrünü bize adayan, hastalığımı kendi suçu sanan, elinden gelen her şeyi yapan ve yaptığı iyiliklerin fazlasını hakeden bir kadındı annem. Bense, bencilliğiyle, tembelliğiyle o kadının yanında duruyordum. Bundan sonra, benim görevim, onun mutlu olmasını sağlamak! Bunun için kendime söz veriyorum.

İlk önce onun mutluluğu…

Ağustos

24 Ağustos 2013

Çoğu zaman kendimi boşta hissediyorum. Üniversite hayatımın bitmesinden ötürü değil bu durum. Polonya’dayken de az da olsa vardı. Kendi üniversitemdeyken hayatımın nasıl gittiğini hatırlamıyorum bile. Seneler birden akıp geçti sanki. İlginç bir durumdayım şuan. Dün izlemiş olduğum bir filmin de etkisindeyim, sersemleşmişim. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Bu yaşta geleceğe dair bir planımın olmayışı da beni kahrediyor açıkçası. Hayatı gelişine bırakmak istemiyorum, çünkü kontrolün elimde olması gerekiyor kendimce. Çok karışık duygular içinde hissediyorum kendimi. Bazen birilerine kızarken, bazen de kendime kızarken buluyorum kendimi. Aslında yapmam gereken tek şeyin bir şeye başlamam gerektiğini biliyorum ama başlayamıyorum. Sanırım neden yapamadığımı bulup onları kendimce engellemem gerekiyor. Yavaş yavaş yapmam gereken şeyler çıkıyor ortaya ama biliyorum ki geri gidecekler. Çünkü hep gilip gittiler.

“Bir şeye başlasam sonu gelecek gibi ama…”

Yapılması gereken çok şeyin olduğunu biliyorum ama dünyaya ve Türkiye’ye baktığımda sanki her şey aynıymış da, herkes aynı şeyleri yapıyormuş gibi görünüyor.

Çalışan insanlara bakıyorum. Gün boyunca çalışıyorlar, sabah altıda uyanıp sekizde iş başı yapıyor ve altıda işten ayrılıp yedide evde oluyorlar. Akşam yediden sonra bir insan napabilir ki? Ne yapmak ister daha doğrusu? Ya çok sevdiğin bir kişi ile geçireceksin vaktini, ya da önceden plan yapıp dışarı çıkacaksın arkadaşlarınla. O bile bazen mümkün olmuyor, sonuçta herkesin işten sonra yapmak istedikleri farklı şeyler var. Onlarla bir olup buluşmak zor oluyor. Hadi haftada bir gün bilemedin iki gün dışarı çıktın. Peki geri kalan günler? O günlerde neler yapacaksın? Bu durumda devreye şehrin ne kadar aktif olup olmadığı giriyor. Yaşadığın şehirde bireysel olarak ya da sevdiğin kişiyle gidebileceğin bir faaliyet varsa planlayıp yapabilirsin. Her gün de yapamayacağına göre bir müddet haftanın bazı günleri sıradan olacak ve herkesin yaptığı gibi televizyonda o saçma bulduğun şovları izleyeceksin. Zamanla onları kabul edecek ve izlemekten hoşlanacaktın. İşte sonunda sen de onlardan biri oldun. Hani farklı kalmaktı istediğin? Sıradan biri olmayacaktın sana göre? Üzgünüm ama herkes aynı şeyi düşünüyor. Herkes aslında kendinin sıradan bir insan olmadığını, çok farklı, ilginç olduğunu düşünüyor. Bazıları kendini başkalarından yüksek görmeyi, sokak ağzıyla “cool” olduğunu düşünüyor. Bazıları kendilerini umutsuzluğa ve sevgisizliğe vurmuş bir şekilde arabesk ya da country tarzda müzikler dinleyerek maddi ve manevi açıdan iyi olan insanları düşünüyor. Herkes kendi çevresinde dönüyor kısacası. Hayat aynı… İstediğin kadar kendini geliştir. İstediğin kadar iyi bir işin, iyi bir evin, iyi bir araban olsun, tek ihtiyacın olan şey yanında olmadıkça, eninde sonunda kendini üzecek ve yalnızlıkla baş başa kalacaksın. Olması gerekenin bu olmadığını düşünecek, daha iyilerini hakettiğini düşüneceksin. Belki de bunu düşünürken karşındaki televizyondan yayınlanan haberlerde Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de ölen insanları görecek, yine üzüleceksin. Ne kadar şanslı olduğunu, elinde onca şey olmasına rağmen, en önemli şeye – sağlığa ve huzura – sahip olduğunu bilmene rağmen, neden şikayet ettiğini bilmek isteyeceksin. Kendi içinde çok derine inmeden ben sana söyleyeyim. Hepimiz aynıyız. Bunu değiştiremediğimizi anladığımız anda mutluluğa ulaşacağız.

İstediğim tek şey, insanların bilmediği özel bir kuruluşta, insanoğlunun gidişatını değiştirebilecek, büyük olmayan şeyler üzerinde delicesine çalışmak, ona kendimi adamaktı. Aptal gibi görünmek ve kendimi bir şeye adamaktı istediğim. Yanımda, benim gibi olan arkadaşlarımla bir yaşadığım yabancı bir ülkede, bir kafede kahve işip sohbet etmekti istediğim.

Benim, bir bilimadamı olmam gerekiyordu. 

İnsanlığa yardım etmem, küçük ama önemli olan o şeyi bulmam gerekiyordu ama,

olamadım.

Ağustos

16 Ağustos 2013

Biraz canım sıkkın biraz. Ne yapacağımı bilemememden kaynaklanıyor. Bir şeyler yapmaya çalışıyorum ama başarılı olamıyorum gibi geliyor. “Başarı birden olacak bir durum değil, zaman ister” gibi özlü sözler geliyor aklıma, yine de bırakıyorum. Bol bol yazı yazmak istiyorum, bildiğim şeyleri paylaşmayı… Sanırım paylaştığım şeylerin okunmasını istiyorum herkesin istediği gibi. Kafam davul gibi olmuş, şişip patlamaya hazır durumda. Rock dinliyor olmam bunun birkaç nedeninden biri olabilir.

Son bir haftadır, staja başladığımdan beri, çalışan insanların hayatlarını nasıl yönettiklerini anlamaya çalışarak geçirdim. Sabah erken bir saatte çık, işe gel, yapılması gerekenleri yerine getir, insanlara hoş görün, yemek ye, işe geri dön, onları bitirmeye çalış derken bir bakmışım saat olmuş altı. Altı buçukta servise bin, evine gidene kadar yedi olsun. Yemek ye, duş al, bilgisayarı aç derken saat olsun dokuz. Dokuzdan sonra ne yapabilirsin ki? Bir şeyler yapabilmek için her güne özel bir plan yapman, bunları arkadaşlarınla paylaşman gerek. Bir de şöyle bir durum var. Arkadaşların sana uymaması – sıkıcı bir durum çıkması, kişisel nedenler, ailevi nedenler vs. – durumunda, dımdızlak ortada kalma olayı ve animelerdeki gibi yüzünün sağ üst kısmında şaşkınlık damlası oluşması. Zor bir durum anlaşılan. Muhtemelen herkes böyle düşünüyor fakat işlerine alıştıktan sonra herşey yoluna giriyor. Artı, para kazanma duygusu…

Aklımda bu tip şeyler dolaşıyor şu sırada. Avrupa’dan gelmek benim için zor oldu. Hala “Ne işim var burada?” diyorum. Önceki yazılarımda da bahsetmiş olabilirim ama odun bir insan olmayı isterdim. Çok odun gördüm, mutluydu. Farkına varmadan belki de öyle ölecekler. Ne var ben de öyle göçsem.

Temmuz

31 Temmuz 2013

Yarın staja başlıyorum. Fabrika ortamında olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ediyorum doğrusu. İnsanlar bir yere giriyor saatlerce çalışıyor, ne oluyor la orada? Merak ediyorum işte. İçimde hiç heyecanın olmaması, hayattan daha fazla zevk alamadığımın bir göstergesi olarak yorumluyorum. Bazen doyumsuz biri gibi görüyorum kendimi. Elimdeki fırsatların bir çoğunu kullanıp az insanın sahip olabileceği şeyleri aldım, pek az kimsenin gidebildiği yerlere gittim. İşte şimdi ulaşmam için elimde bir hedef kalmadı. O yüzden böyle doyumsuzum.

Staja bir gün kaldı. Ne yapacağımı, nasıl geçeceği hakkında en ufak bir fikrim yok. Gün içerisinde yapmam gereken bir iki iş vardı. Üniversiteye gidip erasmus belgelerimi vermem gerekiyordu. Bazılarını verdim fakat geçen sefer hocamın söylediği şeyi, pasaportumu, götürmeyi unuttum. En kilit evrak da oymuş meğer. Babamdan pasaportumu getirmesini istediler. Böylece kesilen hibemin geri kalan miktarını alabilecektim. Neyse.. Okuldan eve geldim ve bir bitki gibi koltukta dikdik oturdum, saatlerimi harcadım ekranın başında. Akşam oldu, ezan okundu. Yemekler yendi, bilgisayarın başına geçildi. E-mailler kontrol edildi, Facebook durumları güncellendi. Bir ara profil profil gezerken bir arkadaşın profiline yüklediği fotoğrafı gördüm. Erasmus ev arkadaşımdı. Roma’da çekildiğimiz bir fotoğrafta benim yüzümü siyah bir dikdörtgenle kapatmış ve bu fotoğrafı profil kapağı yapmış. Şimdi söylemek istediğim çok şey var o herif için ama “adam” bile olamamış bir insan için “adamca” söylenmek istenen sözler fazladır. Nefesimi yormayayım ve günün geri kalanında yaptığım şeyleri anlatayım. Teller canımı yakıyordu dünkü gibi. Canım yanıyor ama yapabileceğim bir şey yok, ağrı kesiciler bir yere kadar. Acıya katlanmak da bir yere kadar ama en azından yanağımın içi tamamen yara olup bu duruma alışana kadar bekleyecektim. Ertesi gün, stajda vermem gereken belgeleri aradım, buldum. Diş fırçamı ve boş kalırsam okurum dediğim kitabımı da çantaya koydum. Blogumda yazımı yazdıktan sonra da sakal tıraşı olmam gerektiğini hatırladım. Banyoya gidip sakal tıraşını hallettim, duş aldıktan sonra dışarı çıkıp saate bir göz attım. İkiye geliyordu. Saat harbi geçti, sabah yedide kalkacaktım. Hemen yatağıma zıpladım ve uyumaya çalıştım. Tak, diye uyumuşum. Rüya bile görmüşüm.

Temmuz

30 Temmuz 2013

Son zamanlarda annemin sırt masajları sayesinde erkenden uyanıp çok geç olmasa da gün ortasına doğru uyanabiliyorum. Uyandım. Uyandım ama zar zor kalkabiliyorum. Uykudan uyanmak, kafayı ansızın bir boruya çarpmak kadar basit ama sancılı bir durum. Biraz oyalandım, odaları dolaştım, e-maillerimi kontrol ettim. Üçe on kala hastanede randevum vardı. Son zamanlarda gözlerimle ilgili biraz sorunum vardı. Göz kızarması, akması falan filan… O kadar çok vakit geçirmişim ki saat neredeyse iki olmuş. Hemen kayvaltılık bir şeyler atıştırdım, üstümü değiştirdim, cüzdanımı, telefonumu, kulaklığı ve en önemlisi kimliğimi kontrol ettikten sonra yola koyuldum. Güneş tam tepedeyken, yürüye yürüye hastaneye vardım. Ülkeye yabancıyım resmen. Neyin nerede olduğunu bilmiyorum. En son taa ne zaman geldiğimi bile hatırlamıyorum. Bir görevliyi gördüm ve hızlı adımlarla yetişmeye çalıştım. Adama göz polikiliniğin nerede olduğunu sordum. Bana umursamaz bir tavırla, “A blokta…” dedi, sanki ben A bloğun nerede olduğunu biliyorum. Söylenmedim ve etrafta gezmeye devam ettim. Biraz yürüdükten sonra gördüm A bloğu. İçeri girdim, tabelalara baka baka ilerledim koridorda. Koridorun sonundaki merdivenin hemen üstünde polikiliniğin ismi yazıyordu. Yukarı çıktım kaydımı yaptırdım, sıramı bekledim. Allah’tan eskisi gibi çok sıra derdi yok. Hemen giriyorsun içeriye. Gözlerimi kontrol ettirdikten sonra doktordan almam gereken ilaçların listesini kaptığım gibi dışarı çıktım. Annemi aradım ve diş telleri için verilmesi gereken parayı bankadan çektik. Atladık otobüse, vardık ofise. Doktorun hastası vardı, biraz bekledik. Beklerken entellektüel katsayımızın artması için birkaç gazeteye göz attık. Bir ara röntgen çekmek için görevlinin biri beni radyasyonlu odaya tıktı. Kafamın etrafında o makine dönerken acaba beyin hücrelerim patlamış mısır gibi kuduruyor mudur diye düşündüm. Birkaç dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi annemin yanına oturdum. Hiçbir şey de olmamıştı zaten. İçeriden doktorun yardımcısı geldi ve kibarca “Sizi içeri alabiliriz Caner Bey…” dedi. Kibarlıktan ölmesi hoşuma gitmişti. İçeriye girdik ve hasta koltuğuna oturduk. Hemen senin birkaç fotoğrafını çekmem gerekiyor dedi doktor ve kapının eşiğine geldim. Birkaç tane fotoğraf çekti ve hasta koltuğuna oturduk tekrar. Otururken de ağzımın fotoğrafını çekti defalarca. Napacaktı onca fotoğrafı, söyleseydi önceden, erkenden getirirdim birkaç tane. Hem de Avrupa’da çekilenlerden… Sancılı bir durum olmayacağını biliyordum, internetten izlemiştim. İlk önce dişlerime bir sprey sıktı, daha sonra enjektörle dişlerime mavi bir sıvı sürdü. Biraz bekledik sessizce ve sonrasında operasyon başladı. Aslında yaptığı pek bir şey yoktu beni gıcık eden. Sadece bir ara şu tükrükleri çeken boruyu çekip fırlatacaktım. Braketleri taktıktan sonra ağızımı kapatmaya çalıştım ve o braketleri hissettim. Tanımlanamayan bir duyguydu. Gargara yaptım birkaç kere ve doktor diş teli için hangi rengi istediğimi sordu. Bense artistik bir cevap olan “Benim için estetik önemli değil…” cevabını verdim. Ha? Önemli değil miydi gerçekten de? Evet önemli değildi. Kimin ne dediği umrumda değildi. Zaten ağzımda teller varken sırıtacağımı da düşünmüyordum. Elindeki normal renkteki teli aldı, braketlerden geçirdi, bir şeyler yaptı. Operasyonun sonunda “Hayırlı olsuuun” demeyi unutmadı. Yardımcısı da aynı dileklerde bulundu. Ağzımda yedi sekiz tane braket ve bir tel vardı. Aynaya henüz bakmamıştım fakat dişlerimin önündeki şey iki dudağımın arasında kalan herhangi bir şey gibi hissettiriyordu. Bu telin, bu kadar dişlerden uzak olacağını bilmiyordum. Doktor, son kez neler yemem gerektiğini, dişlerimi nasıl fırçalamam gerektiğini ve hangi diş fırçalarını almam gerektiğini belirtti. Braketlerin ağzıma zarar vermesi durumunda üzerlerine yapıştırabileceğim sakızımsı bir koruyucuyu da verdi. Odadan dışarı çıktık ve yardımcı bir sonraki aya randevu verdi. Annemle ayağımızdaki galoşları çıkardık ve asansöre bindik. Annem, tabi haklı olarak merak ediyordu nasıl doluğunu. Hemen yanıbaşımdaki aynaya da baktım ve durumun o kadar kötü olmadığını farkettim. İlerideki eczaneden de diş fırçalarını aldıktan sonra akşama bizi davet eden teyzemlere gittik.

Tellerim yemek yememde biraz sorun çıkarttı ilk gün. Bunun bir buçuk belki de iki sene boyunca nasıl devam edeceğini merak ediyorum. Umarım her şey yolunda gider.

Temmuz

12 Temmuz 2013

Arvid’in gidişinden sonra içimde farklı bir his vardı. Dün, sanki uzun zamandır arkadaşız da Berlin’i birlikte geziyormuşuz gibi hissettim. Uzun süren arkadaşlıklarda, birbirinden biraz sıkılma duygusu vardır ya, işte biz hem onu yaşıyor hem de daha yeni tanışmış iki arkadaş gibi duruyorduk. Çok garip bir histi. O bana bakıyordu, yanlış bir şey söyledim mi diye, ben ona bakıyordum acaba canı sıkılıyor mu diye.

Farklıydı, hissettiklerim farklıydı. İlk defa yabancı birinden böyle bir arkadaşlık görmüştüm. Türkiye’de sadece bir kere başıma geldi böyle bir şey, onu da zaten buraya yazmıştım. Gitme demek isterdim ama benim gibi o da gitmek zorunda.

Müzeleri gezdikten sonra odama geldim. Odada uzakdoğulu bir kız oturuyordu. Çok yalnız görünüyordu. Yabancı birini görmenin huzursuzluğunu yaşıyordu belli ki. Bu huzursuzluğu biraz atmak için yavaştan konuşmaya çalıştım. Epey bir şey konuşursak, en azından biraz daha ısınır, rahat davranır diye. Arvid’den bahsettim. Deli dolu, çılgının teki olduğunu, dün gece burada yattığını söyledim. Hala olayın etkisindeydim. Odaya başkaları da gelmişti. Terliklerini bırakmışlar, eşyalarını dolaplarına kitleyip gitmişler. Dünü hafızama daha iyi kazıyabilmek için bilgisayarımı çıkardım ve bloga yazmaya başladım. Bir süre sonra terliklerin sahipleri geldiler. Beni görünce epey bir şaşırdılar. Normalde bayan odası olarak kiralamışlar ama karma oda olduğunu kimse söylememiş. Almanca konuşuyorlardı. Almanya’nın başka şehirlerine de gitmişler, genelde hostellerde iki kişilik odalarda kalmışlar ama buraya gelirken dört kişilik odada kalmaya karar vermişler. Tabi bu durumda yine ortamı yumuşatmak bana kaldı. Eşyalarını karıştırırken “Üstünüzü giyinecekseniz dışarı çıkabilirim” dedim. Bunu söylemem onların hoşuna gitti çünkü bir başkası bu tip bir şey söylemez normalde. Çıkmana gerek yok, biz duş almaya gidiyoruz cinsinden birşeyler söylediler. Bilgisayarda yazmaya devam ettim. Hem gülüyor, hem de üzülüyordum. İkisinin ortası nasıl bir duygu olur, öyleydi işte. Odadaki herkes yattı, ben hariç. Hala uzun uzun dün yaşadığımız güzel şeyleri yazıyordum. Yazımı bitirdikten sonra bilgisayarı dolaba kilitleyip uyudum.

Sabah olduğunda, hemen gidip bir duş aldım, sakal tıraşı oldum ve kahvaltıya indim. Saat ondan önce kahvaltıyı bitirmiş bavullarımı almış ve check-out yapmış olmam gerekiyordu. Hemen hosteldeki açık kahvaltı menüsünden birşeyler aldım ve dünkü asyalı, aslında koreli, kızın yanına oturdum. Şehirlerle ilgili konuştuk. Sonra oradan ayrıldım. Mutfaktan ayrıldım, onun da çıkmasını bekledim güle güle diyebilmek için. Vedalaştıktan sonra yukarı çıkıp ağır bavulumu, spor çantamı, kamera çantamı ve sırt çantamı aldım. Lobiye gidebilmek için asansörü kullanmam gerekiyordu. Bekledim, dolu geldi. Bekledim, yine dolu geldi. Yine bekledim ve yine doluydu. En sonunda kendimi sıkıştırdım asansöre, aşağı indik. Check-out yaptım ve havaalanına nasıl gidebileceğimi sordum. Metroyu ve otobüsü kullanmam gerektiğini söyledi. Bileti de makineden alabileceğimi söyledi. Ağır eşyalarımı çeke çeke çıktım hostelden. Bisikletlerin yanından geçerken, Arvid ile gitmeden önce vedalaştığımız anı hatırladım. İkimizin fotoğrafını çektiğini ve vedalaşmadan önce konuşamadığımızı hatırladım. Bana bisikletini gösterdiği anı hatırladım. Bavulumu çeke çeke metro durağına götürdüm. Durağın sonundaki makineden bilet aldım ve metroya bindim. İki-üç durak sonra inecektim zaten. Durakta indikten sonra yukarıya çıktım ve etrafta nerede otobüs durağı olduğuna baktım. Biraz ilerledikten sonra bir tane gördüm. Otobüsün numarasını da tabelada gördükten sonra rahatladım. Otobüs de bir iki dakika sonra geldi. Herkesin bagajı vardı, bindiler. En son ben biletimi ararken otobüs şoförü gel gel, sorun değil dedi. Otobüste alman görünümlü türkler de vardı. Havaalanının önüne kadar götürdü otobüs. Zar zor otobüsten indikten sonra Türk Hava Yolları’nın check-in yapılan bölümüne gittim. Görevliye check-inlerin ne zaman yapılacağını sordum. On iki buçukta yapılacağını söyledi. Daha saat on bir bile değildi. Oturmak için birkaç tane bank vardı. Birinin kalkıp gitmesini bekledim. Birkaç dakika sonra bir kişi kalktı ve hemen kaptım yeri. eşyalarımı yerleştirdim, bilgisayarımı çıkardım ve yazı yazmaya başladım. Oturduğum bankın sadece iki oturma bölümünün arkası vardı, üçüncü, ortadakinin sırt kısmı yoktu. Yaşlı bir adam geldi ve ortadaki boş yere oturmaya çalıştı. Türk olduğunu anlar anlamaz kalkıp “Buyrun, siz böyle oturun, oraya ben oturabilirim” dedim. Teşekkür etti ve o dakikadan sonra konuşmaya başladık. Kızı staj yapıyormuş, onu yerleştirmeye gelmiş taa Trabzon’dan. Geri dönüyordu İstanbul üzerinden Trabzona. Almanları öve öve bitiremedi. Sistemlerini çok beğendiğini defalarca söyledi. Konuşa konuşa zaman geçti. Yavaş yavaş saat ilerledikçe türkler birikti check-in bölümüne. Kuyruk oluştu. Vakti geldiğinde biz de kalkıp sıraya girdik. Sol tarafta bekleyen sıradakiler yanlış sırada olduklarını farkettiler ve bizim önümüze geçmeye çalıştılar. O arada klasik türk davranışı olan kavga etme, cırlazma eylemleri sergilendi. Ben de öyle izliyordum. Onca zamandır Avrupa’daydım, bu kadar kavga edeni görmemiştim. Yavaş yavaş Türkiye’ye geliyorduk, onun göstergesiydi bu. Sıra ilerledi ve bana geldi. Alman görevli, pasaportumu istedi, verdim. Baktı maktı, rezervasyonunuzu sistemde göremiyoruz dedi. Bekliyordum aslında böyle bir şey. Daha uzun sürmüştü işlem diğer yolcularınkinden. Bana ilerideki THY ofisine gitmemi söyledi. O kadar süre beklemiştim sırada ve olan şeye bak. Beklemesi değil, bir ton sorun çıkar şimdi diye korktum. Hızla ofis doğru yürüdüm. Ofise vardığımda içerde bir kadın birşeyler yapmaya çalışıyordu odada. Masaya geçti ve rezervasyonumda sorun çıktığını söyledim. Tamam biz onu hallettik, tekrar gidebilirsiniz dedi. Bendeki telaşı farketmiş olmalı ki gülerek söylüyordu bunu. Ben de espriye vurdum sonra durumu, öyle böyle geçti. Hemen check-in sırasına gittim ve beni bu kez business class bölümünden check-inimi aldılar. Sadece bavulumu verdim, spor çantamın daha ağır olmasına rağmen. Şimdi birşey falan olur diye vermedim spor çantamı. Kapılara doğru yürüdüm, pasaportumu polise gösterdim ve kontrolden geçtim. Kapılarda, gate’lerde benim bildiğim Duty Free’ler olur. Bunlarda yoktu. Olsaydı arkadaşlara vodka alacaktım. Oturup beklemeye başladım. Aklım hala Arvid’deydi, dündeydi. Düşündükçe üzülüyor ve gözlerimden yaşlar damlıyordu. Evet, bildiğin ağladım uzun uzun. Öyle dolmuştum ki, Avrupa’dan ayrılmak istemiyordum. Geri gelemeyeceğimi biliyordum. Bir daha Arvid’i göremeyeceğimi biliyordum. Ağlıyordum, bir arkadaşımdan ayrıldığım için. O benim için özeldi, bir günde tanışmış olsam bile. Onunla çekildiğimiz fotoğraflara baktıkça gözlerimden yine gözyaşı damlıyordu. Burnum akıyordu, peçeteyle siliyordum ama yine ağlıyordum. Kendimi bir ara toparladım. Uçak geldi ve yavaş yavaş uçağa geçtik. THY’nin yurtdışı uçuşlarının epey iyi olduğunu biliyordum ama koltuğa oturduktan sonra bunu daha iyi anladım. Uçuşun geçmesi için film izlemek istedim. Güzel bir film seçmiştim, hoşuma da gitmişti. Bu arada hostesler yemek veriyorlardı oruçlu olmayan yolculara. Tabi bundan önce yemek menüsünü dağıttılar herkese. Hizmette kusur yok gibiydi. Yemeğimi yedim, filmimi izledim ve yine düşünmeye başladım. Yine ağlamaya başladım. Biraz daha sakinleştim ve pilotun İstanbul’a iniş yapıyoruz anonsundan sonra artık herşeyin tamamen bittiğinin, Avrupa’dan tamamen ayrıldığımın bir kanıtıydı. Havaalanına indikten sonra dış hatlardan iç hatlara geçtim. Dış hatlardaki o modernlik iç hatlarda yoktu tabi. İç hatlara girince kendimi Adana Çarşı’da hissettim. Herkes arap gibiydi. Yabancıların söyledikleri, kafalarındaki o imajların neden öyle olduğunu o an anladım. Harbiden arap bir millettik. Herşey karma karışık, herkes yüksek sesle konuşuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Bizimkileri arayıp İstanbul’da olduğumu söyledim. Biletime baktım, sonra da elektronik tabelaya baktım uçağın hangi kapıdan kalktığını öğrenebilmek için. Bir uçak vardı, yine Ankara’ya giden ama uçak kodu farklıydı. Oradaki kadın görevlinin birine sordum ve bana biletin üzerindeki benim göremediğim uçak saatini gösterdi. Kafama dank etmişti. Teşekkür ettikten sonra yine tabelaya baktım. Epey beklemem gerekiyordu. Kontrollerden geçtim ve oturma salonunda insanların az olduğu yere gidip oturdum. Bilgisayarımı açtım yine. Telefonumun internetini kullanarak bilgisayardan internete girmeye çalıştım. Dakikalar sonra başarılı oldum. Biraz internete baktıktan sonra bilgisayarı kapattım. Yine ve yine düşünüyordum. Yine ağladım bu kez biraz daha sertti. Gözlüğümü çıkartıp koydum bir kenara ve ağlamaya devam ettim. O denli mi yaşamıştım ben o kısa süreyi? O kadar mı etkiliydi, ya da bunlar bunca zamanın bir birikimi miydi? Kim bilir. Kendimi biraz toparladım ve diğer uçağın kalkacağı kapıya gittim. Az kişinin oturduğu yere gittim. Yan tarafta lehçe cümleler dönüyordu. Bu da mı tesadüftü. Ben oradan ayrılalı henüz bir iki gün olmuşken İstanbul’da yanıbaşımda polonyalı gençler vardı. Beş altı kişilerdi. Konuşmaya falan da çalışmadım. Uçak geldi, sıraya geçtik ve otobüs ile uçağa götürüldük. Uçağa bindim, koridorda ilerledim ve benim oturmam gereken cam kenarı koltuğa bir kadının oturduğunu farkettim. Artık pek de bir önemi yoktu pencere kenarı olup olmamasının. Onca uçağa bindikten sonra uçaklardan sıkılır hale gelmiştim. Kadının yanında da genç bir çocuk vardı. Çantamı şemsiyemi yukarıdaki bölüme koydum. Tam oturacakken kadın da çantasını yukarı koymaya çalışır gibi yapıyordu. Oradan hayatta koyamazdı tabiki. Ortadaki koltukta otursa hadi neyse. Kadının iyimser görünümüne karşılık ben de kadının çantasını aldım ve yukarıya koydum. Teşekkür ettiler anne oğul. Oturdum. Çocuğun Macbook Air’i vardı ve saçma sapan bir oyun oynuyordu. Benim elimde de ipad vardı, dizi izleyecektim. Bir ara acaba çocuğa “Koskoca adam olmuşsun böyle oyunlar oynanır mı?” diyesim geldi. Kendimi tuttum tabi. Herkes yavaş yavaş yerleşiyordu. Bir ön koltukta genç ve güzel bir kadın çantasını yukarıdaki bagaj bölümüne sığdırmaya çalışıyordu. Sığdırması zordu. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordum. “İyi olur aslında” dedi. Kalkıp küçük bir çantayı oturduğum koltuğun üstündeki yere koydum. Diğer çantayı da ters çevirip itekledim. Kadının çantasını da yerleştirdim ve örnek bir beyefendi davranışı sergiledim. Anne oğul bana bakıyordu. Aslında bir çok kişi bana bakıyordu. Oturup ipadden önceden indirmiş olduğum Breaking Bad dizisini izlemeye balşladım. İstanbul – Ankara arası çok sürmüyordu, kırk beş dakika kadar. Biraz vakit geçirdikten sonra havaalanına indik. Uçak durur durmaz herkeste bir hareketli başladı. Yukarıdan kadının çantasını verirken de biraz bir şeyler söyledim bu hareketlilik konusunda. Çantalarını verdiğim için anne-oğul ikişer kere teşekkür ettiler. Çocuk zaten bana hayranmış gibi bakıyordu, anlamadım nedenini. Öndeki yolcuların hemen hemen hepsi indikten sonra ben de harekete geçtim. Çantalarımı aldıktan sonra dışarı çıktım. Körüklüden geçerken aynı çocuk tekrar bana teşekkür etti. Bagajımı almak için havaalanında epey bir yürüdük. Bir ara yanlış yerde beklemişiz, sonra doğru yere geçtik. Bazıları havaalanında kullanılan el arabalarından aldılar. Merak edip ben de aldım. Bir euro ya da iki lira atıyordun makineye. Elimdeki bir euroyu attım ve arabayı aldım. Sadece bagajları bunla taşımak nasıl bir şeymiş diye merak ettim. Bagajımı aldım ve hemen ilk iş bankamatiğe gitmek oldu. Bankadan biraz para çektikten sonra tuvalete de uğradık. Dışarıda bekleyen Havaş otobüslerine doğru gittim. Adama sordum Aşti’ye gidiyor mu diye, ilerideki araç gidiyor dedi. Sürdük arabayı bi güzel. Otobüse vardım ve eşyaları verdim. Adam arabayı aldı direk. Otobüsün diğer tarafındaki bagaja koydu. Bagaj benimkilerden sonra dolmuştu. Otobüse bindim. Aşti’de indim. Aşti’den de taksiye atladım ve ablamdan aldığım adrese gittik. Taksici yeniymiş ve gideceğimiz yeri bilmiyordu. Ben biraz yönlendirdim ve sonra bir yerde indim. Ablamı aradım, geldi aldı beni söylene söylene. “Neden geldim buraya?” dedim ablama. Arabayla biraz daha gittikten sonra yeni evlerine ulaştık. Eşyaları aldım ve dairenin bulunduğu kata asansörle çıktıktan sonra annemi gördüm. Sarıldık, öpüştük. Eşyalarımı yerleştirdim ve hemen İpek’i görmeye gittim. Uyuyordu salonda. Annesi yatağına yatırdı İpek’i, ben de duş için eşyalarımı hazırladım. Duşa girmeden önce ablamla annemin konuşmasını duydum. Ablam üzüntülü bir şekilde “Neden geldim ben buraya dedi anne” dedi anneme. Duş aldıktan sonra bizimkilerle konuştuk biraz, uzandım salondaki koltuğa. Üzgün olduğumu farkettiler. Aslında gelmek istemediğimi söyledim ve kendimi tutamadım, biraz ağladım. Onlar da üzüldüler, gözleri doldu. Biraz daha yanımda kaldıktan sonra gittiler. Ben de uyudum.

Aslında Türkiye’ye gelmeyi hiç istemedim. Oradaki hayatımı, yabancı arkadaşlarımı, evimi, sonradan tanıştığım Arvid’i bırakıp gelmek istemiyordum. Daha fazla vakit geçirmek istiyordum çünkü Avrupa daha iyiydi. Kendimi hissedebildiğim, insanların kasıntı olmadığı, birbirlerine saygı duyduğu, sokakların temiz olduğu, trafiğin olmadığı, korna seslerinin duyulmadığı bir yerdi. İnsanları sarıydı, renkli gözlüydü. Seni sen olduğun için seviyor, sayıyorlardı. İşte bütün bunları bırakıp geri dönmek istemedim ben.

Temmuz

11 Temmuz 2013

Berlin Gezisi

İlk günün gecesi..

Umarım içeride kimse yoktur.

İçeri girdiğimde yerde iki çanta, rastgele çıkarılmış bir çift ayakkabı ve kirli çoraplar vardı. Keşke bu gece yalnız olsam da bilgisayarımı çıkarıp oyun oynayabilsem demiştim içimden. Bir süre bekledikten sonra içeri girdi. Sarışın, uzun boylu bir çocuktu. Duştan gelmişti ve havluyu çıkarıp üstüne bir şeyler giydi. Nereden geliyorsun sorusundan başladı. Aç olduğunu söyledikten sonra çantasından çıkardığı hollanda peynirini ve avuçiçi kadar ekmeyi üst üse koyup yıllardır yemek yemiyormuşçasına büyük ıssırıklarla yedi sandeviçini. Çok yorgun görünüyordu. Dün çok fazla bisiklet sürdüğünü  Hollanda’dan onca yolu bisiklet sürerek geldiğini ve yorgun olduğunu söyledi. Çok şaşırtıcıydı. Hollanda’dan Berlin çok uzaktı ve ayrıca Hollanda’nın batısında yaşıyordu. En uzak noktadan Berlin’e kadar tek başına geldiğini söyleyince tam anlamıyla ağzım açık kaldı. Yaklaşık altı gündür bisiklet sürüyormuş tek başına. Hatta bazı yerlerde durup çadır kurduğunu söyledi. Yanında taşıdığı yemekleri çadırın dışına koyduğunu ve sabah kalktığında yemeklerin orada olmadığını söyledi. Belki de çadırıma girip bana zarar verirlerdi diye söyledi. Ben de kendi İtalya’da dışarıda yattığımı, parklarda yattığımı söyledim. O da buna şaşırmıştı. Konu yavaş yavaş nereleri gezdiğime geliyordu. Gezdiğim bütün yerleri anlattım ve bütün bunları 3-4 ay içinde yaptığımı söyledim. Şaşırdı. Sonra da konu politik nedenlere geldi. Şakır şakır anlattım bildiğim bütün şeyleri. Amerika’daki ikic kule olaylarına kadar bile geldik.

Sohbet akıcı bir şekilde devam ediyordu ama yorgundu ve erken yatması gerekiyordu. Tuvalete gidip lenslerimi çıkardım ve dişlerimi fırçaladım. İçeri girdim, üstümü değiştirdim ve yatağa uzandım. Alarmı saat ondan önce kurması gerektiğini söyledi. Sabah gidecekti. Ben de saatimi biraz daha erkene kurdum. Sabah olduğunda ve alarm çaldığında kapatıp saat dokuz buçuğa kurdum. Birlikte uyanırsak, biraz daha konuşabiliriz diye düşündüm. Ben uyandım, benden sonra da kendi uyandı. Uyanmamış gibi yapıyordum. Bir dakika kadar düşünceli düşünceli yukarıya baktı. Sonra da birden kalktı üstünü giyindi. Ben de gözlerimi açtım ve ben de kalktım. Duş almam gerekiyordu. Yanıma almam gereken her şeyi aldım ve duş almaya gittim. Bana lobide check-out yapacağını söyledi. Ben duşa gittim, duşumu alırken içeri girdi ve lobide kahvaltı yapacağını söyledi. Ben de tamam diyip hızlı hızlı duş aldım. Lenslerimi taktım ve odaya gidip eşyalarımı bıraktım. Aşağıya lobiye kahvaltı yapmaya yanına gittim. Bir kızla oturduğunu sandım ama başkasıydı. Her yerde sarışın insanlar vardı. Beni gördü ve elini kaldırdı. Birlikte açık büfeden bir şeyler aldık ve çantasını koyduğu yere geçip oturduk. Bir yandan kahvaltımızı yapıyor, diğer yandan da konuşuyorduk. Bana altı gündür çektiği bütün fotoğrafları gösterdi. Bir arazidan bahsetti. Sular altında kaldığını ve fotoğrafın çekildiği yerin sular altında olduğunu söyledi. Bir fotoğrafında tepenin üzerinde duran yüksek bir taş vardı. Her yerin dümdüz olduğunu ve sadece buranın  tepe olduğunu söyledi. Tepenin tam üzerinde de dikili bir taş. Bir fotoğrafında dört yüksek taşın olduğunu gördüm. Fotoğrafın bazılarınında makinedeki sayaçı ayarlayıp poz vermiş. Bazı fotoğrafları da bisiklet sürerken çekmiş. Bir başka fotoğrafında ise oyulmuş bir taşın üzerinde yatıyordu. Bu fotoğrafı nasıl çektiğini sordum, gittiğim bu yer turistik bir yerdi, birine söyledim, çekti dedi. Facebook’dan eklemek için mail adresini istedim. Yazdı ve kaydettim. Hostel’de internet yoktu, o yüzden hemen ekleyemezdim. Haritaya baktık ve gideceği yerlere baktı. Gideceği ilk yere ben de gidecektim. Kahvaltığı bitirdik ve gitmeye hazırlandı. Ayrı yere gidecez, biraz beklersen birlikte gidebiliriz dedim. Yukarıdan çantamı ve eşyaları aldıktan sonra aşağıya indim. Bisikletini gösterdi. Yürüye yürüye, elinde bisikletle gideceğimiz yere kadar gittik. Giderken de devamlı konuşuyorduk. Gideceğimiz yer küp şeklinde bloklara sahip olan bir anıt yeriydi. Yahudilerin anısına yapılmış bir alanda her boyuttan küpler vardı. Bisikleti olduğu yerde arka tekerindeki kiliti kitledi ve bıraktı. Blokların arasında gezinmeye başladık. Şaka falan yapıyordu, saklanıyordu güya. Bir iki foto çektikten sonra dışarı çıktık ve biraz bekledik. Bir çocuktan bizim birlikte fotoğrafımızı çekmesini istedik. Charlie’s Checkpoint’i görelim dedi ve bisikletini getirdi. Babannesinin mutlaka görmesi gerektiğini söylediğini anlattı ve haritayı bana verdi. Yolu ben izleyecektim. Meydanlardan birine geldik ve oradaki sakız yapıştırılmış olan birkaç Berlin duvarı kalıntısına baktık. Fotoğraflar ve etrafında yazılar vardı. Yolumuza devam ettik. Haritaya bakarak ilerliyorduk. Bir kalabalık gördük ve orada da Berlin duvarının önünde bilgiler olan büyük bir yerdi. Kalabalıktı, gencinden yaşlısına herkes oradaydı. Bisikletini yine aynı şekilde kilitledi ve aşağıya indik. Tersten başlamıştık bilmeden. Bol bol fotoğraf çektim ve yazıların bazılarını okudum. Bu arada kendi de okuyordu. Bir sonraki rota, Guegenheim Müzesi’ydi. Haritadaki yere gittik ama bulamadık. O arada, gittiğimiz o kalabalık yerin Checkpoint Charlie olmadığını farkettik. Biraz ana caddede yürüdükten sonra sağa döndük ve düz ilerledik. Yolun sonunda yine bir kalabalık vardı. Trafik de vardı. Karşı tarafa geçip yine bir yandan okumaya bir yandan da fotoğraf çekmeye devam ettim. O da sadece okuyordu. İleride bir askerin fotoğrafı vardı. Arka tarafına gittik ve fotoğrafını çektim. Biraz daha ilerledikten sonra geri döndük. Yolun karşısında duvarın parçalarının üzerine yapılan figürleri gördüm ve birlikte karşı tarafa geçtik. Birkaç fotoğraf çekildikten sonra yolumuza devam ettik. Bir sonraki durağa gitmeden önce acıktığını söyledi. Bildiğim tek yemek yeri Alexanderplatz’daydı. Oraya kadar yürüyelim de diyemezdim çünkü çok aç görünüyordu. Daha yeni kahvaltı etmiştik. Yola devam ettik ve müzelerin olduğu yere, Berlin’in en meşhur klisesinin önüne geldik. Bisikletini ağacın önüne parketti ve birbirimizin fotoğrafını çektikten sonra gittik oturduk. Devamlı birşeylerden bahsediyorduk. Müzelerden bahsediyorduk sanırım. Tam gidecekken bir kadın ve bir erkek, kadının elinde bir fotoğraf makinesi ve makineye de bağlı tüylü bir mikrofon vardı. Bizim bir konuda düşüncemizi almak istediklerini ve bunu kameraya almak istediğini söyledi. Berlin’deki farklı dinlerin farklı kültürden insanların birarada olmasını destekleyen bir konu üzerine insanların fikirlerini soruyorlardı. Bir ara Arvid’e hollandalı mısın, hollandaca mı konuşuyorsun diyordu. Almancaydı ama az çok anlayabilmiştim. Kadın bana dönüp sen de mi hollandalısın dedi. Ben de hayır, Türk’üm dedim. Çok güzel dedi, bu tam da aradığımız şeydi diye belirtti. Arvid, Hollanda’dan buraya bisiklet sürerek geldiğini ve hostelde benimle tanıştığını anlattı. Kadın bana dönüp sen nereden ve niçin geldin dedi. Polonya’dan geldiğimi ve sadece iki gün için burada olduğumu söyledim. Arvid ile tanıştıktan sonra plan değişti diye de belirttim. Kız bize dönüp tekrar röportaj yapmak isteyip istemediğimizi sordu. Arvid, düşündü ve ne söylebileceğini bilmediğini söyledi. Kızın yanındaki adam herhangi bir şey anlatabilirsin, hatta buraya neden ve nasıl geldiğini bile anlatabilirsiniz dedi. Biraz daha konuştuktan sonra kabul ettik ve kız kayda almaya başladı. 

Arvid: Ben Hollanda’dan geliyorum. Oradan buraya bisiklet sürerek geldim. Arkadaşımla hostelde tanıştım.

Ben: Buraya Polonya’dan geldim, Berlin’i gezmek için iki günlüğüne sadece. Onunla tanıştım ve plan değişti. Şimdi birlikte takılıyoruz.

Sohbet aynen böyleydi. Kız kaydı tamamladı ve bize teşekkür edip videoyu Youtube’e yükledikten sonra bize mail atacaklarını söyledi. Adımı soyadımı, nereli olduğumu yazdım ve imza attım. Arvid’de adını soyadını yazdı ama yazısı okunmuyordu. Oturup betonun üzerinde adını falan yazdı. Kız, bize birkaç birşeyler verdi. Kalep, sticker, bilgi formu ve bir bez çanta. Onlardan ayrılıp yemek yemek için yola devam ettik. Bisikleti arkada bırakmıştık. Umarım çalınmaz diye şakasına söylüyordu. Biraz ileri gittik ve bir hoc dog satan adam gördük. Alsam mı diye düşünüyordu. Ben almazdım çünkü domuz etinden yapılıyordu. Yemek istemiyorum, sen istersen ye dedim ve sonra dönüp Ya tabi, domuz eti yemiyordun dedi. Ben yemediğim için kendi de yemedi. İleride bir McDonald’s gördük. Burger cinsi birşeyler yemek istemiyordu çünkü çok açtı. Ben pek aç değildim. İçeri girip sırada bekledik. Bu arada yine pork, ham ve diğer domuz ürünü ile ilgili konuşuyorduk. Yemekleri alıp oturduk. Yemeği yedik ve arkadaşınla nerede buluşacaksın dedim. Aramam gerekiyor dedi. Hatta şimdi arayayım dedi ve arkadaşını aradı. Biraz konuştuktan sonra Alexanderplatz’ın yakın olup olamadığını sordu. Hemen şurası dedim. Beş dakika sürer mi dedi. Belki sekiz dedim ve hızlı bir şekilde çıktık. Alexanderplatz çok yakınımızdaydı. Hemen üç dört dakikada ulaştık. Arkadaşınla nerede buluşacaktın diye sordum. Havuzun etrafında dedi. Havuzun etrafını dolaştık ama orada değildi. Birlikte bakıyorduk. Bana dönüp sarışın birini görürsen haber ver dedi. Herkes sarışındı zaten. Biraz zaman geçtikten sonra onları gördüğünü söyledi. Yanlarına gittik ve tanıştırdı beni. Benden biraz uzun iki sarışın liseli çocuklardı (ama hiç de öyle görünmüyordu). Tanıştıktan sonra yakınlarda nereden para çekebileceklerini sordular. Bilmediğimi söyledim ve sonra neyse bir yerde bira içmeye gidelim dediler. Epey bir ilerledik ve bir yer bulduk. Oturup dört bira söyledik. Her konuda konuştuk onlarla. Arvid’in arkadaşı devamlı ingilizce konuşmaya çalışıyordu benim yanımda. Hepsi ingilizce konuştu ama arada sırada aralarında hollandaca konuştular. Arvid’in altı günlük delice geçen macerasından tut, siyasi konulara ve hatta dillerdeki farklılığa kadar her konu hakkında konuştuk. (Güneş yakıyordu, havanın dengesiz olduğunu söyledi Arvid’in arkadaşı ve Arvid bana dönüp haklıydın, tam öğlenin ortasında güneş çıkıyor ve sonra tekrar kapanıyor hava dedi.) Bir ara Arvid pizza söyleyelim dedi. Hala açtı. Ben yeterince toktum. Arkadaşlarıyla birlikte paylaştılar. Uzun sohbetten sonra gitme vakti geldi ve meydana tekrar yürüdük. İyi çocuklardı ve onlarla Berlin’de TV kulesinin altında bira içmek bana da iyi gelmişti. Onlardan ayrıldıktan sonra sohbet ede ede bisikleti bıraktığımız yere geldik. Bisiklet hala orada duruyordu. Kilidini açtı ve bisikletin ön tarafına koyduğu çantasını da yerine taktı. Şimdi nereye gidiyoruz diye sordum ve hostele gitmesi gerektiğini, çantalarının hostelde kaldığını söyledi. Hostele kadar yürüdük. Kendi gidip emanet odasındaki çantasını alırken ben de yukarı çıkıp unuttuğum haritamı aldım ve hemen aşağıya indim. Beni bekliyordu hostelin önünde. Hangi metro istasyondan gideceksin dedim ve bisiklet süre süre şu aradan tren istasyona gideceğim dedi. O zaman… (so…) dedim ve birden sohbet kesildi. İkimiz de konuşmuyorduk, sadece öylece birbirimize baktık üç dört saniye. Sonra Arvid, seninle vakit geçirmek gerçekten iyiydi. Seninle tanıştığıma memnun oldum dedi ve elimi sıktı. Ben de aynı şeyleri söyledim. Facebook’dan beni eklemeyi unutma dedim ve tabi ya, ben seni ekleyecektim diye düzelttim. Seyehat ederkenki fotoğraflarını yüklemeyi unutma dedim, o da bana yüklemek istemiyorum, insanlar benim ne yaptığımı bilmesini istemiyorum dedi. Bunu daha önce kahvaltı yaparken de söylemişti. Son bir kez fotoğraf makinesini çıkardı ve hadi birlikte fotoğraf çekilelim dedi. Makineyi tek elinde tuttu ve fotoğrafımızı çekti. Ben de o taraftan gidiyorum dedim ve birlikte yürümeye başladık. Bir ara bisikletini sürüyordu yavaş yavaş ben de yanında yürüyordum. Haritamı düşürdüm ve alman bir orta yaşlı adam seslenerek haritanı düşürdün, sakın kaybolma dedi. Haritayı alıp devam ettik. Yolun sonuna geldik, karşıya geçtik ve tekrar el sıkıştıktan sonra ayrıldık. Geriye dönüp el salladı ve hızla uzaklaştı. Bu onu son görüşümdü. Bir daha hayatımda hiç onunla karşılaşmayabilirim diye düşündüm. O, hızla bisikleti ile uzaklaşırken ben de gittiğimiz yerlere tekrar gittim. Canım sıkkındı. Nedeni ortadaydı. O gitmişti. Bir yandan keşke hiç tanışmamış olsaydık da şimdi özlüyor olmasaydım diyor, diğer yandan da iyi ki de tanışmışım, iyi bir arkadaş edindim, güzel vakit geçirdik diyordum. Bir ara, dört beş yıl sonra beni Hollanda’ya çağırsa, birlikte tekrar konuşabilsek, vakit geçirebilsek diye hayal ediyordum. Çok etkilenmiştim, fazlasıyla hemde. Sanırım şu ana kadar yaşadığım en anlamlı gündü. Nasıl başladı, nasıl bitti. Keşke daha önceden tnaışmış olsaydık da daha fazla vakit geçirebilseydim onunla diye düşündüm.

It was a pleasure to meet with you Arvid. You and your friendship totally impressed me.

I’m glad.

Temmuz

2 Temmuz 2013

Bu aralar çok rahat takılıyorum. Halbuki bitirmem gereken bir final projesi ve çalışmam gereken bir sınav var. Ayrıca bir pazarlama projesi. Bugün Paladino ile buluşma günü. Beni yemeğe davet etti. Saat dörde yaklaştığında hazırlanmaya başladım ve sonra yola koyuldum. Tramvay güzergahları değişmişti. Manufaktura’nın önünden neye bineceğimi bilmiyordum ama ellet birine binecektim. Lodz’da kaybolmak imkansızdı. Nerede insem, yürür, yolumu bulurdum. Bir tanesine atladım. İneceğim yerde indim ve biraz da yürüdükten sonra Paladino’nun söylediği sokağa geldim. Mesajıma ve Facebook’tan yazdığım mesaja bakmamıştı. Aradım ve sokakta olduğumu söyledim. Eve girer girmez dikkatimi evin beyaz ve açık renk ahşapları dikkatimi çekti. Güzel bir evdi, genelde beyaz eşyalar kullanılmıştı. Paladino’nun polonyalı sevgilisi Monika ve onun arkadaşı yemek yapıyorlardı. Biz Paladino ile oturup sohbet ettik. Kızlar da yemek hazılamaya devam ettiler. Mutfaktan balkona geçtik ve sandalyeleri içeriye götürdük. Balkonda uzun uzun Paladino’nun dünya turu planını konuştuk. Çok hızlı konuşuyordu, bazen takip edemiyordum. Yemekler hazır olduğunda masaya geçtik. Önden geleneksel polonya çorbasından içtik ve sonrasında salata, makarna ve inek eti geldi. Yemeği yerken uzun uzun konuştuk. Genelde Monika arkadaşıyla konuştu, ben de Paladino ile. Bir ara üçü konuşmaya devam etti, tabi lehçe. Paladino, bu yıl aldığı lehçe kursları ve Monika’dan dolayı az da olsa lehçe konuşabiliyor ve anlayabiliyordu. Ortada lehçeden pek anlamayan bi tek ben vardım. Konu bir ara dine döndü, domuz eti yemememizden, sonra dondurmacı muhabbeti. Yemeği bitirdikten sonra Paladino kızlara bir kahve yaptı. Kızlar kendi aralarında lehçe konuşurken, dedikodu yaparken biz de Paladino ile mutfakta konuştuk. Yemeği kızlar yapmıştı, sofrayı kaldırmak ve bulaşıkları makineye yerleştirmek de Paladino’ya kalmıştı. İşi bitirdikten sonra dışarıda biraz daha konuştuk ve ben ayrılmam gerektiğini söyledim. Vedalaştık, teşekkür ettim ve evden ayrıldım. Saat altıya on vardı. Diğer arkadaşlarla Mexican’da buluşacaktık. Ben epey bir erken gitmişim. Gülfemleri aradım ve geldiğimi söyledim. O da bana Mexican’da dışarıda yerin olup olmadığını sordu. Dışarıda yer yoktu ama içerideki masalar boştu. Garsona arkadaşlarımın geleceğini, on beş dakika sonra burada olacağımızı söyledim. On beş dakika ortalıkta dolandıktan sonra bizimkileri Mexican’ın önünde gördüm. Yanlarına gittim. Garson her yerin dolu olduğunu söylemiş. Ben girip kadınla konuşunca bizi rezerve edilen, daha doğrusu benim dediğim yere götürdü. Masaya oturduk, tanımadığım iç kişi vardı. Katya, Estefania ve lehçe kursundan Alexandra. Juan’ı tanıyordum zaten, Sencer’in oda arkadaşı. Oturduk sohbet etmeye başladık. Onların yanında kendimi çok rahat hissediyordum. İçecek bir şeyler söyledim. Onlar da aç oldukları için yiyecek bir şeyler söyledi. O kadar çok konuştuk ve güldük ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Saat ona doğru geldiğinde Manufaktura’ya geçip dondurma yemeye gittik. Dondurmacıda ilginç olan bir çeşit vardı – ki hepsi ilginçti – biberli kakaolu dondurma. Denemek istedim gerçekten acı mı diye. Diğer arkadaşlar da aldılar. Bazıları Real’e alkol almaya gittiler. Biberli çikolatalı dondurma ilginçti. Tadını alıyorsun ve acısını boğazında hissediyorsun. Katya, Didem, Gülfem ve Zöhre ile diğerlerini beklerken uzun bir sohbete daldık. Diğerleri de sonradan katıldılar ve yürüye yürüye yola devam ettik. Kaldırımın tam ortasında, Manufaktura’nın girişinde durmuş, nereye gideceğimizi tartışıyorduk. Tartışamaya yolda devam ettik. Yürüyerek sekizinci yurda kadar gittik. Çok eğlenceliydi aslında. Yabancılarla birlikte olmak insana gerçekten mutluluk veriyor. İlginç hissettiriyor. Yurda geçtik, Zöhre’lerin odasına. Alexandra hemen kendi şarkı listesini açtı bilgisayardan ve oynamaya başladılar. Bugün eğlenecektik, son günlerimizdi birlikte geçirdiğimiz. Biraz vodka içtikten sonra kafalar biraz güzeldi. Ben de içtim ve devamlı fotoğraf çekildik. Dans ettik, güldük. Vakit gece yarısına geldiğinde Futurysta’ya gitmek için hazırlandık. Hemen Sencer’in yanına gittim. Bugün ayrılacaktı ve onla vedalaşmadan olmazdı. Yukarıya çıkıp odasına yürüdüm. Masa başında oturuyordu. Biraz konuştuk ve sonra vedalaştık. Sade bir ayrılıktı. Gitmem gerektiğini söyledim ve odasından çıkıp asansöre yürüdüm. “Vay be, Sencer Yücesan da gidiyor“, artık kimse kalmadı benim gözümde. Çünkü Sencer farklıydı. Onunla saçma, sinir bozucu, komik durumların içinde kalmıştık. Birlikte yaşamıştık o saçma durumları. Aslında durumu saçma yapan oydu. Ben normaldim, o değildi. Çok şey yaşadık onla çok. Gidişi bana çok koymuştu. Kızların yanına gittim ve üzgün olduğumu farkettiler. Alexandra benimle bu karışık duygular hakkında konuşmaya çalıştı. Birkaç şey söyledi ama ben onu dinleyemiyordum. Durumun şokundan kurtulup Futurysta’ya yürüdük birlikte. Giderken yine koptuk. Single Ladies… Futu’da kimse yoktu. Aslında normaldi çünkü herkes evsine dönüyordu. Okul bitmişti. Biraz içeride takıldık. Yavaş yavaş kalabalık olmaya başladı dans pisti. Dans etmeye başladık, eğlendik. Bir ara Tarkan’ın Öpücük parçası çaldı. Zöhre ile Didem’in gitmeleri gerekti. Birlikte gittik yurda. Onlar odalarına geçtiler ben de Sencer’in yanına gittim. “Umarım geç kalmamışımdır” dedim içimden. Geç kalmamıştım. Daha bir saati vardı odadan çıkması için. Oyalandık iyice, şemsiyesini odada bırakıyordu, ben aldım. Bavulunu çantasını kontrol etti ve asansör ile aşağı indik. Odasının anahtarını verdi, yolumuza devam ettik. Aleja Politekniki boyunca McDonald’s’a kadar yürüdük. Eşek ölüsü gibiydi bavulu ama çaktırmadan çekmeye devam ettim. Kendi de biliyordu aslında. McDonald’s’ın oraya kadar geldik ve Sencer atıştırmalık bir şey almaktan vazgeçince, geri dönüp karanlık, ürkütücü ve mezarların bulunduğu parkın içinden geçtik. Ürkütücü görünüyordu ama ürkütücü yerleri severim. Sencer önden el feneri ile yürken ben ve Osman da arkadasından yürüyorduk. Bavulun tekerlekleri ayrılmak üzere olduğundan Sencer ara sıra dönüp bakıyordu. Yol bozuktu, parktan geçiyorduk sonuçta. Çakıl taşları vardı yolda. Tren istasyonuna vardık, biraz oturduk ve perona geçtik. Trende yanlış vagona, birinci sınıf vagona bindiğini sandı, indi ve tekrar bindi. Bu arada eşek ölüsü gibi ağır olan baculunu indirip kaldırıyorduk. Ebemiz ağlamıştı. Sonunda bavulunu ve çantasını yerleştirdi, vedalaştık ve işi daha fazla uzatmamak için oradan ayrıldık. Saat dörttü, eve gelene kadar dört buçuk olmuştu.

Hayatımda ilk defa bir günü bu denli köklü duygular yaşayarak geçirdim.

Paladino ile vedalaştım,

Erasmus arkadaşlarımla yemek yiyip dans ettik,

Hayatımdaki 3. ilginç kişilik olan Sencer Yücesan ile vedalaştık.

Her güzel şey bitermiş…

Haziran

28 Haziran 2013

Sabahları erken kalkamıyorum. Saat 11 gibi uyandım. El yüz yıkadıktan sonra hemen bilgisayarın başına geçtim. Marketing projemiz var Onur’la pazartesine bitmesi gereken. Elimizde adam akıllı bir kaynak yok ve telaş içindeydik. İnternette deli gibi araştırma yapıyoruz. İngilizce kaynakları sanki Türkçe’ymiş gibi hızlı hızlı okuyor, geçiyorduk. Onur son dakikada bir belge buldu. İçeriği bizim konumuzla hemen hemen aynıydı. O kadar rahatlamıştık ki, Onur’a sarılabilirdim sevinçten. Kaldığımız Business English dersinin hocası iki gün önce gelin kağıtlarınızı görün, haftaya olacak olan sınavda hatalarınızı yapmazsınız demişti. Biz de gidelim dedik, adam o kadar ısrar edince. Gittik gördük, kağıtlarımızın fotoğraflarını çektik çaktırmadan. Dışarı çıktık, Onur gitti, ben Ezgi’yi bekledim. Oan da söyledik soruların fotoğrafını çeksin diye. Ezgi’yi bekledim ve fotoğrafları çekememiş. Sağlık olsun. Yürüye yürüye yurdun oraya kadar gittik. Ben oradan Sencer’in yanına uğradım. Odada yoktu. Sonra da Real’e gitim. Birkaç şey aldıktan sonra eve geldim. Etrafı toplamak, temizlemek gerekiyordu. Akşama misafirimiz vardı. Pablo. Ufuk pek bir şey yapmamış ben gelene kadar. Geldikten sonra da zaten spora gitti. Hemen hemen bütün işi ben yaptım. Yerleri süpürdüm, sildim. Banyoyu, tuvaleti temizledim. Onur geldi, Ufuk’a bi güzel söylendi. Sonra Kevser, Ertuğrul, Pablo ve Seda geldi. Osman da yanlarındaydı. Sohbet ettik, yemeği birlikte yaptık. Osman çiğköfte yapacaktı. Biz mutfakta bütün işleri yaptık. Ekstradan Osman’ın “ben doymam çiğköfteyle, o kadar yol geldim trenle” demesiyle bir de sulu patates yaptık. Yemedi, o ayrı. Sohbet ede ede, yardımlaşarak, mutlu arkadaş tablosu çizerek yemeğimizi yaptık. Soframızı hazırladık. Rakı bile vardı soframızda. Herkes çiğköfteyi bekliyordu. Yemek yenmeden hemen önce hatıra fotoğrafı da çekildi defalarca. Yemeği soğutmadan yavaş yavaş indirdik midemize. Pablo, her cümlesinin sonunda “Fucking hot!” diyordu. Haklıydı, aslında acıydı çiğköfte. Beklenenden biraz daha acı. İki belki de üç saat sohbet ettik. Bir ara, keşke ben de o yurtta olsaydım da bu çılgın insanları yakından tanıyabilseydim dedim. O yurtta olmalarının büyük bir avantajı vardı. Öylesine eğlenmişlerdi ki hemen hemen bütün erasmuslular o yurtta olan bitenden bahsederdi. Şans. Pablo’nun ispanyol arkadaşlarıyla Esplanada’da randevusu vardı. Sohradan kalktık, kapıya doğru ilerledik. Bu onu son görüşümüz olacaktı. Sarıldık birbirimize ve gitti.