Açılan Kategori

Temmuz

Temmuz

31 Temmuz 2013

Yarın staja başlıyorum. Fabrika ortamında olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ediyorum doğrusu. İnsanlar bir yere giriyor saatlerce çalışıyor, ne oluyor la orada? Merak ediyorum işte. İçimde hiç heyecanın olmaması, hayattan daha fazla zevk alamadığımın bir göstergesi olarak yorumluyorum. Bazen doyumsuz biri gibi görüyorum kendimi. Elimdeki fırsatların bir çoğunu kullanıp az insanın sahip olabileceği şeyleri aldım, pek az kimsenin gidebildiği yerlere gittim. İşte şimdi ulaşmam için elimde bir hedef kalmadı. O yüzden böyle doyumsuzum.

Staja bir gün kaldı. Ne yapacağımı, nasıl geçeceği hakkında en ufak bir fikrim yok. Gün içerisinde yapmam gereken bir iki iş vardı. Üniversiteye gidip erasmus belgelerimi vermem gerekiyordu. Bazılarını verdim fakat geçen sefer hocamın söylediği şeyi, pasaportumu, götürmeyi unuttum. En kilit evrak da oymuş meğer. Babamdan pasaportumu getirmesini istediler. Böylece kesilen hibemin geri kalan miktarını alabilecektim. Neyse.. Okuldan eve geldim ve bir bitki gibi koltukta dikdik oturdum, saatlerimi harcadım ekranın başında. Akşam oldu, ezan okundu. Yemekler yendi, bilgisayarın başına geçildi. E-mailler kontrol edildi, Facebook durumları güncellendi. Bir ara profil profil gezerken bir arkadaşın profiline yüklediği fotoğrafı gördüm. Erasmus ev arkadaşımdı. Roma’da çekildiğimiz bir fotoğrafta benim yüzümü siyah bir dikdörtgenle kapatmış ve bu fotoğrafı profil kapağı yapmış. Şimdi söylemek istediğim çok şey var o herif için ama “adam” bile olamamış bir insan için “adamca” söylenmek istenen sözler fazladır. Nefesimi yormayayım ve günün geri kalanında yaptığım şeyleri anlatayım. Teller canımı yakıyordu dünkü gibi. Canım yanıyor ama yapabileceğim bir şey yok, ağrı kesiciler bir yere kadar. Acıya katlanmak da bir yere kadar ama en azından yanağımın içi tamamen yara olup bu duruma alışana kadar bekleyecektim. Ertesi gün, stajda vermem gereken belgeleri aradım, buldum. Diş fırçamı ve boş kalırsam okurum dediğim kitabımı da çantaya koydum. Blogumda yazımı yazdıktan sonra da sakal tıraşı olmam gerektiğini hatırladım. Banyoya gidip sakal tıraşını hallettim, duş aldıktan sonra dışarı çıkıp saate bir göz attım. İkiye geliyordu. Saat harbi geçti, sabah yedide kalkacaktım. Hemen yatağıma zıpladım ve uyumaya çalıştım. Tak, diye uyumuşum. Rüya bile görmüşüm.

Temmuz

30 Temmuz 2013

Son zamanlarda annemin sırt masajları sayesinde erkenden uyanıp çok geç olmasa da gün ortasına doğru uyanabiliyorum. Uyandım. Uyandım ama zar zor kalkabiliyorum. Uykudan uyanmak, kafayı ansızın bir boruya çarpmak kadar basit ama sancılı bir durum. Biraz oyalandım, odaları dolaştım, e-maillerimi kontrol ettim. Üçe on kala hastanede randevum vardı. Son zamanlarda gözlerimle ilgili biraz sorunum vardı. Göz kızarması, akması falan filan… O kadar çok vakit geçirmişim ki saat neredeyse iki olmuş. Hemen kayvaltılık bir şeyler atıştırdım, üstümü değiştirdim, cüzdanımı, telefonumu, kulaklığı ve en önemlisi kimliğimi kontrol ettikten sonra yola koyuldum. Güneş tam tepedeyken, yürüye yürüye hastaneye vardım. Ülkeye yabancıyım resmen. Neyin nerede olduğunu bilmiyorum. En son taa ne zaman geldiğimi bile hatırlamıyorum. Bir görevliyi gördüm ve hızlı adımlarla yetişmeye çalıştım. Adama göz polikiliniğin nerede olduğunu sordum. Bana umursamaz bir tavırla, “A blokta…” dedi, sanki ben A bloğun nerede olduğunu biliyorum. Söylenmedim ve etrafta gezmeye devam ettim. Biraz yürüdükten sonra gördüm A bloğu. İçeri girdim, tabelalara baka baka ilerledim koridorda. Koridorun sonundaki merdivenin hemen üstünde polikiliniğin ismi yazıyordu. Yukarı çıktım kaydımı yaptırdım, sıramı bekledim. Allah’tan eskisi gibi çok sıra derdi yok. Hemen giriyorsun içeriye. Gözlerimi kontrol ettirdikten sonra doktordan almam gereken ilaçların listesini kaptığım gibi dışarı çıktım. Annemi aradım ve diş telleri için verilmesi gereken parayı bankadan çektik. Atladık otobüse, vardık ofise. Doktorun hastası vardı, biraz bekledik. Beklerken entellektüel katsayımızın artması için birkaç gazeteye göz attık. Bir ara röntgen çekmek için görevlinin biri beni radyasyonlu odaya tıktı. Kafamın etrafında o makine dönerken acaba beyin hücrelerim patlamış mısır gibi kuduruyor mudur diye düşündüm. Birkaç dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi annemin yanına oturdum. Hiçbir şey de olmamıştı zaten. İçeriden doktorun yardımcısı geldi ve kibarca “Sizi içeri alabiliriz Caner Bey…” dedi. Kibarlıktan ölmesi hoşuma gitmişti. İçeriye girdik ve hasta koltuğuna oturduk. Hemen senin birkaç fotoğrafını çekmem gerekiyor dedi doktor ve kapının eşiğine geldim. Birkaç tane fotoğraf çekti ve hasta koltuğuna oturduk tekrar. Otururken de ağzımın fotoğrafını çekti defalarca. Napacaktı onca fotoğrafı, söyleseydi önceden, erkenden getirirdim birkaç tane. Hem de Avrupa’da çekilenlerden… Sancılı bir durum olmayacağını biliyordum, internetten izlemiştim. İlk önce dişlerime bir sprey sıktı, daha sonra enjektörle dişlerime mavi bir sıvı sürdü. Biraz bekledik sessizce ve sonrasında operasyon başladı. Aslında yaptığı pek bir şey yoktu beni gıcık eden. Sadece bir ara şu tükrükleri çeken boruyu çekip fırlatacaktım. Braketleri taktıktan sonra ağızımı kapatmaya çalıştım ve o braketleri hissettim. Tanımlanamayan bir duyguydu. Gargara yaptım birkaç kere ve doktor diş teli için hangi rengi istediğimi sordu. Bense artistik bir cevap olan “Benim için estetik önemli değil…” cevabını verdim. Ha? Önemli değil miydi gerçekten de? Evet önemli değildi. Kimin ne dediği umrumda değildi. Zaten ağzımda teller varken sırıtacağımı da düşünmüyordum. Elindeki normal renkteki teli aldı, braketlerden geçirdi, bir şeyler yaptı. Operasyonun sonunda “Hayırlı olsuuun” demeyi unutmadı. Yardımcısı da aynı dileklerde bulundu. Ağzımda yedi sekiz tane braket ve bir tel vardı. Aynaya henüz bakmamıştım fakat dişlerimin önündeki şey iki dudağımın arasında kalan herhangi bir şey gibi hissettiriyordu. Bu telin, bu kadar dişlerden uzak olacağını bilmiyordum. Doktor, son kez neler yemem gerektiğini, dişlerimi nasıl fırçalamam gerektiğini ve hangi diş fırçalarını almam gerektiğini belirtti. Braketlerin ağzıma zarar vermesi durumunda üzerlerine yapıştırabileceğim sakızımsı bir koruyucuyu da verdi. Odadan dışarı çıktık ve yardımcı bir sonraki aya randevu verdi. Annemle ayağımızdaki galoşları çıkardık ve asansöre bindik. Annem, tabi haklı olarak merak ediyordu nasıl doluğunu. Hemen yanıbaşımdaki aynaya da baktım ve durumun o kadar kötü olmadığını farkettim. İlerideki eczaneden de diş fırçalarını aldıktan sonra akşama bizi davet eden teyzemlere gittik.

Tellerim yemek yememde biraz sorun çıkarttı ilk gün. Bunun bir buçuk belki de iki sene boyunca nasıl devam edeceğini merak ediyorum. Umarım her şey yolunda gider.

Temmuz

12 Temmuz 2013

Arvid’in gidişinden sonra içimde farklı bir his vardı. Dün, sanki uzun zamandır arkadaşız da Berlin’i birlikte geziyormuşuz gibi hissettim. Uzun süren arkadaşlıklarda, birbirinden biraz sıkılma duygusu vardır ya, işte biz hem onu yaşıyor hem de daha yeni tanışmış iki arkadaş gibi duruyorduk. Çok garip bir histi. O bana bakıyordu, yanlış bir şey söyledim mi diye, ben ona bakıyordum acaba canı sıkılıyor mu diye.

Farklıydı, hissettiklerim farklıydı. İlk defa yabancı birinden böyle bir arkadaşlık görmüştüm. Türkiye’de sadece bir kere başıma geldi böyle bir şey, onu da zaten buraya yazmıştım. Gitme demek isterdim ama benim gibi o da gitmek zorunda.

Müzeleri gezdikten sonra odama geldim. Odada uzakdoğulu bir kız oturuyordu. Çok yalnız görünüyordu. Yabancı birini görmenin huzursuzluğunu yaşıyordu belli ki. Bu huzursuzluğu biraz atmak için yavaştan konuşmaya çalıştım. Epey bir şey konuşursak, en azından biraz daha ısınır, rahat davranır diye. Arvid’den bahsettim. Deli dolu, çılgının teki olduğunu, dün gece burada yattığını söyledim. Hala olayın etkisindeydim. Odaya başkaları da gelmişti. Terliklerini bırakmışlar, eşyalarını dolaplarına kitleyip gitmişler. Dünü hafızama daha iyi kazıyabilmek için bilgisayarımı çıkardım ve bloga yazmaya başladım. Bir süre sonra terliklerin sahipleri geldiler. Beni görünce epey bir şaşırdılar. Normalde bayan odası olarak kiralamışlar ama karma oda olduğunu kimse söylememiş. Almanca konuşuyorlardı. Almanya’nın başka şehirlerine de gitmişler, genelde hostellerde iki kişilik odalarda kalmışlar ama buraya gelirken dört kişilik odada kalmaya karar vermişler. Tabi bu durumda yine ortamı yumuşatmak bana kaldı. Eşyalarını karıştırırken “Üstünüzü giyinecekseniz dışarı çıkabilirim” dedim. Bunu söylemem onların hoşuna gitti çünkü bir başkası bu tip bir şey söylemez normalde. Çıkmana gerek yok, biz duş almaya gidiyoruz cinsinden birşeyler söylediler. Bilgisayarda yazmaya devam ettim. Hem gülüyor, hem de üzülüyordum. İkisinin ortası nasıl bir duygu olur, öyleydi işte. Odadaki herkes yattı, ben hariç. Hala uzun uzun dün yaşadığımız güzel şeyleri yazıyordum. Yazımı bitirdikten sonra bilgisayarı dolaba kilitleyip uyudum.

Sabah olduğunda, hemen gidip bir duş aldım, sakal tıraşı oldum ve kahvaltıya indim. Saat ondan önce kahvaltıyı bitirmiş bavullarımı almış ve check-out yapmış olmam gerekiyordu. Hemen hosteldeki açık kahvaltı menüsünden birşeyler aldım ve dünkü asyalı, aslında koreli, kızın yanına oturdum. Şehirlerle ilgili konuştuk. Sonra oradan ayrıldım. Mutfaktan ayrıldım, onun da çıkmasını bekledim güle güle diyebilmek için. Vedalaştıktan sonra yukarı çıkıp ağır bavulumu, spor çantamı, kamera çantamı ve sırt çantamı aldım. Lobiye gidebilmek için asansörü kullanmam gerekiyordu. Bekledim, dolu geldi. Bekledim, yine dolu geldi. Yine bekledim ve yine doluydu. En sonunda kendimi sıkıştırdım asansöre, aşağı indik. Check-out yaptım ve havaalanına nasıl gidebileceğimi sordum. Metroyu ve otobüsü kullanmam gerektiğini söyledi. Bileti de makineden alabileceğimi söyledi. Ağır eşyalarımı çeke çeke çıktım hostelden. Bisikletlerin yanından geçerken, Arvid ile gitmeden önce vedalaştığımız anı hatırladım. İkimizin fotoğrafını çektiğini ve vedalaşmadan önce konuşamadığımızı hatırladım. Bana bisikletini gösterdiği anı hatırladım. Bavulumu çeke çeke metro durağına götürdüm. Durağın sonundaki makineden bilet aldım ve metroya bindim. İki-üç durak sonra inecektim zaten. Durakta indikten sonra yukarıya çıktım ve etrafta nerede otobüs durağı olduğuna baktım. Biraz ilerledikten sonra bir tane gördüm. Otobüsün numarasını da tabelada gördükten sonra rahatladım. Otobüs de bir iki dakika sonra geldi. Herkesin bagajı vardı, bindiler. En son ben biletimi ararken otobüs şoförü gel gel, sorun değil dedi. Otobüste alman görünümlü türkler de vardı. Havaalanının önüne kadar götürdü otobüs. Zar zor otobüsten indikten sonra Türk Hava Yolları’nın check-in yapılan bölümüne gittim. Görevliye check-inlerin ne zaman yapılacağını sordum. On iki buçukta yapılacağını söyledi. Daha saat on bir bile değildi. Oturmak için birkaç tane bank vardı. Birinin kalkıp gitmesini bekledim. Birkaç dakika sonra bir kişi kalktı ve hemen kaptım yeri. eşyalarımı yerleştirdim, bilgisayarımı çıkardım ve yazı yazmaya başladım. Oturduğum bankın sadece iki oturma bölümünün arkası vardı, üçüncü, ortadakinin sırt kısmı yoktu. Yaşlı bir adam geldi ve ortadaki boş yere oturmaya çalıştı. Türk olduğunu anlar anlamaz kalkıp “Buyrun, siz böyle oturun, oraya ben oturabilirim” dedim. Teşekkür etti ve o dakikadan sonra konuşmaya başladık. Kızı staj yapıyormuş, onu yerleştirmeye gelmiş taa Trabzon’dan. Geri dönüyordu İstanbul üzerinden Trabzona. Almanları öve öve bitiremedi. Sistemlerini çok beğendiğini defalarca söyledi. Konuşa konuşa zaman geçti. Yavaş yavaş saat ilerledikçe türkler birikti check-in bölümüne. Kuyruk oluştu. Vakti geldiğinde biz de kalkıp sıraya girdik. Sol tarafta bekleyen sıradakiler yanlış sırada olduklarını farkettiler ve bizim önümüze geçmeye çalıştılar. O arada klasik türk davranışı olan kavga etme, cırlazma eylemleri sergilendi. Ben de öyle izliyordum. Onca zamandır Avrupa’daydım, bu kadar kavga edeni görmemiştim. Yavaş yavaş Türkiye’ye geliyorduk, onun göstergesiydi bu. Sıra ilerledi ve bana geldi. Alman görevli, pasaportumu istedi, verdim. Baktı maktı, rezervasyonunuzu sistemde göremiyoruz dedi. Bekliyordum aslında böyle bir şey. Daha uzun sürmüştü işlem diğer yolcularınkinden. Bana ilerideki THY ofisine gitmemi söyledi. O kadar süre beklemiştim sırada ve olan şeye bak. Beklemesi değil, bir ton sorun çıkar şimdi diye korktum. Hızla ofis doğru yürüdüm. Ofise vardığımda içerde bir kadın birşeyler yapmaya çalışıyordu odada. Masaya geçti ve rezervasyonumda sorun çıktığını söyledim. Tamam biz onu hallettik, tekrar gidebilirsiniz dedi. Bendeki telaşı farketmiş olmalı ki gülerek söylüyordu bunu. Ben de espriye vurdum sonra durumu, öyle böyle geçti. Hemen check-in sırasına gittim ve beni bu kez business class bölümünden check-inimi aldılar. Sadece bavulumu verdim, spor çantamın daha ağır olmasına rağmen. Şimdi birşey falan olur diye vermedim spor çantamı. Kapılara doğru yürüdüm, pasaportumu polise gösterdim ve kontrolden geçtim. Kapılarda, gate’lerde benim bildiğim Duty Free’ler olur. Bunlarda yoktu. Olsaydı arkadaşlara vodka alacaktım. Oturup beklemeye başladım. Aklım hala Arvid’deydi, dündeydi. Düşündükçe üzülüyor ve gözlerimden yaşlar damlıyordu. Evet, bildiğin ağladım uzun uzun. Öyle dolmuştum ki, Avrupa’dan ayrılmak istemiyordum. Geri gelemeyeceğimi biliyordum. Bir daha Arvid’i göremeyeceğimi biliyordum. Ağlıyordum, bir arkadaşımdan ayrıldığım için. O benim için özeldi, bir günde tanışmış olsam bile. Onunla çekildiğimiz fotoğraflara baktıkça gözlerimden yine gözyaşı damlıyordu. Burnum akıyordu, peçeteyle siliyordum ama yine ağlıyordum. Kendimi bir ara toparladım. Uçak geldi ve yavaş yavaş uçağa geçtik. THY’nin yurtdışı uçuşlarının epey iyi olduğunu biliyordum ama koltuğa oturduktan sonra bunu daha iyi anladım. Uçuşun geçmesi için film izlemek istedim. Güzel bir film seçmiştim, hoşuma da gitmişti. Bu arada hostesler yemek veriyorlardı oruçlu olmayan yolculara. Tabi bundan önce yemek menüsünü dağıttılar herkese. Hizmette kusur yok gibiydi. Yemeğimi yedim, filmimi izledim ve yine düşünmeye başladım. Yine ağlamaya başladım. Biraz daha sakinleştim ve pilotun İstanbul’a iniş yapıyoruz anonsundan sonra artık herşeyin tamamen bittiğinin, Avrupa’dan tamamen ayrıldığımın bir kanıtıydı. Havaalanına indikten sonra dış hatlardan iç hatlara geçtim. Dış hatlardaki o modernlik iç hatlarda yoktu tabi. İç hatlara girince kendimi Adana Çarşı’da hissettim. Herkes arap gibiydi. Yabancıların söyledikleri, kafalarındaki o imajların neden öyle olduğunu o an anladım. Harbiden arap bir millettik. Herşey karma karışık, herkes yüksek sesle konuşuyor, bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Bizimkileri arayıp İstanbul’da olduğumu söyledim. Biletime baktım, sonra da elektronik tabelaya baktım uçağın hangi kapıdan kalktığını öğrenebilmek için. Bir uçak vardı, yine Ankara’ya giden ama uçak kodu farklıydı. Oradaki kadın görevlinin birine sordum ve bana biletin üzerindeki benim göremediğim uçak saatini gösterdi. Kafama dank etmişti. Teşekkür ettikten sonra yine tabelaya baktım. Epey beklemem gerekiyordu. Kontrollerden geçtim ve oturma salonunda insanların az olduğu yere gidip oturdum. Bilgisayarımı açtım yine. Telefonumun internetini kullanarak bilgisayardan internete girmeye çalıştım. Dakikalar sonra başarılı oldum. Biraz internete baktıktan sonra bilgisayarı kapattım. Yine ve yine düşünüyordum. Yine ağladım bu kez biraz daha sertti. Gözlüğümü çıkartıp koydum bir kenara ve ağlamaya devam ettim. O denli mi yaşamıştım ben o kısa süreyi? O kadar mı etkiliydi, ya da bunlar bunca zamanın bir birikimi miydi? Kim bilir. Kendimi biraz toparladım ve diğer uçağın kalkacağı kapıya gittim. Az kişinin oturduğu yere gittim. Yan tarafta lehçe cümleler dönüyordu. Bu da mı tesadüftü. Ben oradan ayrılalı henüz bir iki gün olmuşken İstanbul’da yanıbaşımda polonyalı gençler vardı. Beş altı kişilerdi. Konuşmaya falan da çalışmadım. Uçak geldi, sıraya geçtik ve otobüs ile uçağa götürüldük. Uçağa bindim, koridorda ilerledim ve benim oturmam gereken cam kenarı koltuğa bir kadının oturduğunu farkettim. Artık pek de bir önemi yoktu pencere kenarı olup olmamasının. Onca uçağa bindikten sonra uçaklardan sıkılır hale gelmiştim. Kadının yanında da genç bir çocuk vardı. Çantamı şemsiyemi yukarıdaki bölüme koydum. Tam oturacakken kadın da çantasını yukarı koymaya çalışır gibi yapıyordu. Oradan hayatta koyamazdı tabiki. Ortadaki koltukta otursa hadi neyse. Kadının iyimser görünümüne karşılık ben de kadının çantasını aldım ve yukarıya koydum. Teşekkür ettiler anne oğul. Oturdum. Çocuğun Macbook Air’i vardı ve saçma sapan bir oyun oynuyordu. Benim elimde de ipad vardı, dizi izleyecektim. Bir ara acaba çocuğa “Koskoca adam olmuşsun böyle oyunlar oynanır mı?” diyesim geldi. Kendimi tuttum tabi. Herkes yavaş yavaş yerleşiyordu. Bir ön koltukta genç ve güzel bir kadın çantasını yukarıdaki bagaj bölümüne sığdırmaya çalışıyordu. Sığdırması zordu. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordum. “İyi olur aslında” dedi. Kalkıp küçük bir çantayı oturduğum koltuğun üstündeki yere koydum. Diğer çantayı da ters çevirip itekledim. Kadının çantasını da yerleştirdim ve örnek bir beyefendi davranışı sergiledim. Anne oğul bana bakıyordu. Aslında bir çok kişi bana bakıyordu. Oturup ipadden önceden indirmiş olduğum Breaking Bad dizisini izlemeye balşladım. İstanbul – Ankara arası çok sürmüyordu, kırk beş dakika kadar. Biraz vakit geçirdikten sonra havaalanına indik. Uçak durur durmaz herkeste bir hareketli başladı. Yukarıdan kadının çantasını verirken de biraz bir şeyler söyledim bu hareketlilik konusunda. Çantalarını verdiğim için anne-oğul ikişer kere teşekkür ettiler. Çocuk zaten bana hayranmış gibi bakıyordu, anlamadım nedenini. Öndeki yolcuların hemen hemen hepsi indikten sonra ben de harekete geçtim. Çantalarımı aldıktan sonra dışarı çıktım. Körüklüden geçerken aynı çocuk tekrar bana teşekkür etti. Bagajımı almak için havaalanında epey bir yürüdük. Bir ara yanlış yerde beklemişiz, sonra doğru yere geçtik. Bazıları havaalanında kullanılan el arabalarından aldılar. Merak edip ben de aldım. Bir euro ya da iki lira atıyordun makineye. Elimdeki bir euroyu attım ve arabayı aldım. Sadece bagajları bunla taşımak nasıl bir şeymiş diye merak ettim. Bagajımı aldım ve hemen ilk iş bankamatiğe gitmek oldu. Bankadan biraz para çektikten sonra tuvalete de uğradık. Dışarıda bekleyen Havaş otobüslerine doğru gittim. Adama sordum Aşti’ye gidiyor mu diye, ilerideki araç gidiyor dedi. Sürdük arabayı bi güzel. Otobüse vardım ve eşyaları verdim. Adam arabayı aldı direk. Otobüsün diğer tarafındaki bagaja koydu. Bagaj benimkilerden sonra dolmuştu. Otobüse bindim. Aşti’de indim. Aşti’den de taksiye atladım ve ablamdan aldığım adrese gittik. Taksici yeniymiş ve gideceğimiz yeri bilmiyordu. Ben biraz yönlendirdim ve sonra bir yerde indim. Ablamı aradım, geldi aldı beni söylene söylene. “Neden geldim buraya?” dedim ablama. Arabayla biraz daha gittikten sonra yeni evlerine ulaştık. Eşyaları aldım ve dairenin bulunduğu kata asansörle çıktıktan sonra annemi gördüm. Sarıldık, öpüştük. Eşyalarımı yerleştirdim ve hemen İpek’i görmeye gittim. Uyuyordu salonda. Annesi yatağına yatırdı İpek’i, ben de duş için eşyalarımı hazırladım. Duşa girmeden önce ablamla annemin konuşmasını duydum. Ablam üzüntülü bir şekilde “Neden geldim ben buraya dedi anne” dedi anneme. Duş aldıktan sonra bizimkilerle konuştuk biraz, uzandım salondaki koltuğa. Üzgün olduğumu farkettiler. Aslında gelmek istemediğimi söyledim ve kendimi tutamadım, biraz ağladım. Onlar da üzüldüler, gözleri doldu. Biraz daha yanımda kaldıktan sonra gittiler. Ben de uyudum.

Aslında Türkiye’ye gelmeyi hiç istemedim. Oradaki hayatımı, yabancı arkadaşlarımı, evimi, sonradan tanıştığım Arvid’i bırakıp gelmek istemiyordum. Daha fazla vakit geçirmek istiyordum çünkü Avrupa daha iyiydi. Kendimi hissedebildiğim, insanların kasıntı olmadığı, birbirlerine saygı duyduğu, sokakların temiz olduğu, trafiğin olmadığı, korna seslerinin duyulmadığı bir yerdi. İnsanları sarıydı, renkli gözlüydü. Seni sen olduğun için seviyor, sayıyorlardı. İşte bütün bunları bırakıp geri dönmek istemedim ben.

Temmuz

11 Temmuz 2013

Berlin Gezisi

İlk günün gecesi..

Umarım içeride kimse yoktur.

İçeri girdiğimde yerde iki çanta, rastgele çıkarılmış bir çift ayakkabı ve kirli çoraplar vardı. Keşke bu gece yalnız olsam da bilgisayarımı çıkarıp oyun oynayabilsem demiştim içimden. Bir süre bekledikten sonra içeri girdi. Sarışın, uzun boylu bir çocuktu. Duştan gelmişti ve havluyu çıkarıp üstüne bir şeyler giydi. Nereden geliyorsun sorusundan başladı. Aç olduğunu söyledikten sonra çantasından çıkardığı hollanda peynirini ve avuçiçi kadar ekmeyi üst üse koyup yıllardır yemek yemiyormuşçasına büyük ıssırıklarla yedi sandeviçini. Çok yorgun görünüyordu. Dün çok fazla bisiklet sürdüğünü  Hollanda’dan onca yolu bisiklet sürerek geldiğini ve yorgun olduğunu söyledi. Çok şaşırtıcıydı. Hollanda’dan Berlin çok uzaktı ve ayrıca Hollanda’nın batısında yaşıyordu. En uzak noktadan Berlin’e kadar tek başına geldiğini söyleyince tam anlamıyla ağzım açık kaldı. Yaklaşık altı gündür bisiklet sürüyormuş tek başına. Hatta bazı yerlerde durup çadır kurduğunu söyledi. Yanında taşıdığı yemekleri çadırın dışına koyduğunu ve sabah kalktığında yemeklerin orada olmadığını söyledi. Belki de çadırıma girip bana zarar verirlerdi diye söyledi. Ben de kendi İtalya’da dışarıda yattığımı, parklarda yattığımı söyledim. O da buna şaşırmıştı. Konu yavaş yavaş nereleri gezdiğime geliyordu. Gezdiğim bütün yerleri anlattım ve bütün bunları 3-4 ay içinde yaptığımı söyledim. Şaşırdı. Sonra da konu politik nedenlere geldi. Şakır şakır anlattım bildiğim bütün şeyleri. Amerika’daki ikic kule olaylarına kadar bile geldik.

Sohbet akıcı bir şekilde devam ediyordu ama yorgundu ve erken yatması gerekiyordu. Tuvalete gidip lenslerimi çıkardım ve dişlerimi fırçaladım. İçeri girdim, üstümü değiştirdim ve yatağa uzandım. Alarmı saat ondan önce kurması gerektiğini söyledi. Sabah gidecekti. Ben de saatimi biraz daha erkene kurdum. Sabah olduğunda ve alarm çaldığında kapatıp saat dokuz buçuğa kurdum. Birlikte uyanırsak, biraz daha konuşabiliriz diye düşündüm. Ben uyandım, benden sonra da kendi uyandı. Uyanmamış gibi yapıyordum. Bir dakika kadar düşünceli düşünceli yukarıya baktı. Sonra da birden kalktı üstünü giyindi. Ben de gözlerimi açtım ve ben de kalktım. Duş almam gerekiyordu. Yanıma almam gereken her şeyi aldım ve duş almaya gittim. Bana lobide check-out yapacağını söyledi. Ben duşa gittim, duşumu alırken içeri girdi ve lobide kahvaltı yapacağını söyledi. Ben de tamam diyip hızlı hızlı duş aldım. Lenslerimi taktım ve odaya gidip eşyalarımı bıraktım. Aşağıya lobiye kahvaltı yapmaya yanına gittim. Bir kızla oturduğunu sandım ama başkasıydı. Her yerde sarışın insanlar vardı. Beni gördü ve elini kaldırdı. Birlikte açık büfeden bir şeyler aldık ve çantasını koyduğu yere geçip oturduk. Bir yandan kahvaltımızı yapıyor, diğer yandan da konuşuyorduk. Bana altı gündür çektiği bütün fotoğrafları gösterdi. Bir arazidan bahsetti. Sular altında kaldığını ve fotoğrafın çekildiği yerin sular altında olduğunu söyledi. Bir fotoğrafında tepenin üzerinde duran yüksek bir taş vardı. Her yerin dümdüz olduğunu ve sadece buranın  tepe olduğunu söyledi. Tepenin tam üzerinde de dikili bir taş. Bir fotoğrafında dört yüksek taşın olduğunu gördüm. Fotoğrafın bazılarınında makinedeki sayaçı ayarlayıp poz vermiş. Bazı fotoğrafları da bisiklet sürerken çekmiş. Bir başka fotoğrafında ise oyulmuş bir taşın üzerinde yatıyordu. Bu fotoğrafı nasıl çektiğini sordum, gittiğim bu yer turistik bir yerdi, birine söyledim, çekti dedi. Facebook’dan eklemek için mail adresini istedim. Yazdı ve kaydettim. Hostel’de internet yoktu, o yüzden hemen ekleyemezdim. Haritaya baktık ve gideceği yerlere baktı. Gideceği ilk yere ben de gidecektim. Kahvaltığı bitirdik ve gitmeye hazırlandı. Ayrı yere gidecez, biraz beklersen birlikte gidebiliriz dedim. Yukarıdan çantamı ve eşyaları aldıktan sonra aşağıya indim. Bisikletini gösterdi. Yürüye yürüye, elinde bisikletle gideceğimiz yere kadar gittik. Giderken de devamlı konuşuyorduk. Gideceğimiz yer küp şeklinde bloklara sahip olan bir anıt yeriydi. Yahudilerin anısına yapılmış bir alanda her boyuttan küpler vardı. Bisikleti olduğu yerde arka tekerindeki kiliti kitledi ve bıraktı. Blokların arasında gezinmeye başladık. Şaka falan yapıyordu, saklanıyordu güya. Bir iki foto çektikten sonra dışarı çıktık ve biraz bekledik. Bir çocuktan bizim birlikte fotoğrafımızı çekmesini istedik. Charlie’s Checkpoint’i görelim dedi ve bisikletini getirdi. Babannesinin mutlaka görmesi gerektiğini söylediğini anlattı ve haritayı bana verdi. Yolu ben izleyecektim. Meydanlardan birine geldik ve oradaki sakız yapıştırılmış olan birkaç Berlin duvarı kalıntısına baktık. Fotoğraflar ve etrafında yazılar vardı. Yolumuza devam ettik. Haritaya bakarak ilerliyorduk. Bir kalabalık gördük ve orada da Berlin duvarının önünde bilgiler olan büyük bir yerdi. Kalabalıktı, gencinden yaşlısına herkes oradaydı. Bisikletini yine aynı şekilde kilitledi ve aşağıya indik. Tersten başlamıştık bilmeden. Bol bol fotoğraf çektim ve yazıların bazılarını okudum. Bu arada kendi de okuyordu. Bir sonraki rota, Guegenheim Müzesi’ydi. Haritadaki yere gittik ama bulamadık. O arada, gittiğimiz o kalabalık yerin Checkpoint Charlie olmadığını farkettik. Biraz ana caddede yürüdükten sonra sağa döndük ve düz ilerledik. Yolun sonunda yine bir kalabalık vardı. Trafik de vardı. Karşı tarafa geçip yine bir yandan okumaya bir yandan da fotoğraf çekmeye devam ettim. O da sadece okuyordu. İleride bir askerin fotoğrafı vardı. Arka tarafına gittik ve fotoğrafını çektim. Biraz daha ilerledikten sonra geri döndük. Yolun karşısında duvarın parçalarının üzerine yapılan figürleri gördüm ve birlikte karşı tarafa geçtik. Birkaç fotoğraf çekildikten sonra yolumuza devam ettik. Bir sonraki durağa gitmeden önce acıktığını söyledi. Bildiğim tek yemek yeri Alexanderplatz’daydı. Oraya kadar yürüyelim de diyemezdim çünkü çok aç görünüyordu. Daha yeni kahvaltı etmiştik. Yola devam ettik ve müzelerin olduğu yere, Berlin’in en meşhur klisesinin önüne geldik. Bisikletini ağacın önüne parketti ve birbirimizin fotoğrafını çektikten sonra gittik oturduk. Devamlı birşeylerden bahsediyorduk. Müzelerden bahsediyorduk sanırım. Tam gidecekken bir kadın ve bir erkek, kadının elinde bir fotoğraf makinesi ve makineye de bağlı tüylü bir mikrofon vardı. Bizim bir konuda düşüncemizi almak istediklerini ve bunu kameraya almak istediğini söyledi. Berlin’deki farklı dinlerin farklı kültürden insanların birarada olmasını destekleyen bir konu üzerine insanların fikirlerini soruyorlardı. Bir ara Arvid’e hollandalı mısın, hollandaca mı konuşuyorsun diyordu. Almancaydı ama az çok anlayabilmiştim. Kadın bana dönüp sen de mi hollandalısın dedi. Ben de hayır, Türk’üm dedim. Çok güzel dedi, bu tam da aradığımız şeydi diye belirtti. Arvid, Hollanda’dan buraya bisiklet sürerek geldiğini ve hostelde benimle tanıştığını anlattı. Kadın bana dönüp sen nereden ve niçin geldin dedi. Polonya’dan geldiğimi ve sadece iki gün için burada olduğumu söyledim. Arvid ile tanıştıktan sonra plan değişti diye de belirttim. Kız bize dönüp tekrar röportaj yapmak isteyip istemediğimizi sordu. Arvid, düşündü ve ne söylebileceğini bilmediğini söyledi. Kızın yanındaki adam herhangi bir şey anlatabilirsin, hatta buraya neden ve nasıl geldiğini bile anlatabilirsiniz dedi. Biraz daha konuştuktan sonra kabul ettik ve kız kayda almaya başladı. 

Arvid: Ben Hollanda’dan geliyorum. Oradan buraya bisiklet sürerek geldim. Arkadaşımla hostelde tanıştım.

Ben: Buraya Polonya’dan geldim, Berlin’i gezmek için iki günlüğüne sadece. Onunla tanıştım ve plan değişti. Şimdi birlikte takılıyoruz.

Sohbet aynen böyleydi. Kız kaydı tamamladı ve bize teşekkür edip videoyu Youtube’e yükledikten sonra bize mail atacaklarını söyledi. Adımı soyadımı, nereli olduğumu yazdım ve imza attım. Arvid’de adını soyadını yazdı ama yazısı okunmuyordu. Oturup betonun üzerinde adını falan yazdı. Kız, bize birkaç birşeyler verdi. Kalep, sticker, bilgi formu ve bir bez çanta. Onlardan ayrılıp yemek yemek için yola devam ettik. Bisikleti arkada bırakmıştık. Umarım çalınmaz diye şakasına söylüyordu. Biraz ileri gittik ve bir hoc dog satan adam gördük. Alsam mı diye düşünüyordu. Ben almazdım çünkü domuz etinden yapılıyordu. Yemek istemiyorum, sen istersen ye dedim ve sonra dönüp Ya tabi, domuz eti yemiyordun dedi. Ben yemediğim için kendi de yemedi. İleride bir McDonald’s gördük. Burger cinsi birşeyler yemek istemiyordu çünkü çok açtı. Ben pek aç değildim. İçeri girip sırada bekledik. Bu arada yine pork, ham ve diğer domuz ürünü ile ilgili konuşuyorduk. Yemekleri alıp oturduk. Yemeği yedik ve arkadaşınla nerede buluşacaksın dedim. Aramam gerekiyor dedi. Hatta şimdi arayayım dedi ve arkadaşını aradı. Biraz konuştuktan sonra Alexanderplatz’ın yakın olup olamadığını sordu. Hemen şurası dedim. Beş dakika sürer mi dedi. Belki sekiz dedim ve hızlı bir şekilde çıktık. Alexanderplatz çok yakınımızdaydı. Hemen üç dört dakikada ulaştık. Arkadaşınla nerede buluşacaktın diye sordum. Havuzun etrafında dedi. Havuzun etrafını dolaştık ama orada değildi. Birlikte bakıyorduk. Bana dönüp sarışın birini görürsen haber ver dedi. Herkes sarışındı zaten. Biraz zaman geçtikten sonra onları gördüğünü söyledi. Yanlarına gittik ve tanıştırdı beni. Benden biraz uzun iki sarışın liseli çocuklardı (ama hiç de öyle görünmüyordu). Tanıştıktan sonra yakınlarda nereden para çekebileceklerini sordular. Bilmediğimi söyledim ve sonra neyse bir yerde bira içmeye gidelim dediler. Epey bir ilerledik ve bir yer bulduk. Oturup dört bira söyledik. Her konuda konuştuk onlarla. Arvid’in arkadaşı devamlı ingilizce konuşmaya çalışıyordu benim yanımda. Hepsi ingilizce konuştu ama arada sırada aralarında hollandaca konuştular. Arvid’in altı günlük delice geçen macerasından tut, siyasi konulara ve hatta dillerdeki farklılığa kadar her konu hakkında konuştuk. (Güneş yakıyordu, havanın dengesiz olduğunu söyledi Arvid’in arkadaşı ve Arvid bana dönüp haklıydın, tam öğlenin ortasında güneş çıkıyor ve sonra tekrar kapanıyor hava dedi.) Bir ara Arvid pizza söyleyelim dedi. Hala açtı. Ben yeterince toktum. Arkadaşlarıyla birlikte paylaştılar. Uzun sohbetten sonra gitme vakti geldi ve meydana tekrar yürüdük. İyi çocuklardı ve onlarla Berlin’de TV kulesinin altında bira içmek bana da iyi gelmişti. Onlardan ayrıldıktan sonra sohbet ede ede bisikleti bıraktığımız yere geldik. Bisiklet hala orada duruyordu. Kilidini açtı ve bisikletin ön tarafına koyduğu çantasını da yerine taktı. Şimdi nereye gidiyoruz diye sordum ve hostele gitmesi gerektiğini, çantalarının hostelde kaldığını söyledi. Hostele kadar yürüdük. Kendi gidip emanet odasındaki çantasını alırken ben de yukarı çıkıp unuttuğum haritamı aldım ve hemen aşağıya indim. Beni bekliyordu hostelin önünde. Hangi metro istasyondan gideceksin dedim ve bisiklet süre süre şu aradan tren istasyona gideceğim dedi. O zaman… (so…) dedim ve birden sohbet kesildi. İkimiz de konuşmuyorduk, sadece öylece birbirimize baktık üç dört saniye. Sonra Arvid, seninle vakit geçirmek gerçekten iyiydi. Seninle tanıştığıma memnun oldum dedi ve elimi sıktı. Ben de aynı şeyleri söyledim. Facebook’dan beni eklemeyi unutma dedim ve tabi ya, ben seni ekleyecektim diye düzelttim. Seyehat ederkenki fotoğraflarını yüklemeyi unutma dedim, o da bana yüklemek istemiyorum, insanlar benim ne yaptığımı bilmesini istemiyorum dedi. Bunu daha önce kahvaltı yaparken de söylemişti. Son bir kez fotoğraf makinesini çıkardı ve hadi birlikte fotoğraf çekilelim dedi. Makineyi tek elinde tuttu ve fotoğrafımızı çekti. Ben de o taraftan gidiyorum dedim ve birlikte yürümeye başladık. Bir ara bisikletini sürüyordu yavaş yavaş ben de yanında yürüyordum. Haritamı düşürdüm ve alman bir orta yaşlı adam seslenerek haritanı düşürdün, sakın kaybolma dedi. Haritayı alıp devam ettik. Yolun sonuna geldik, karşıya geçtik ve tekrar el sıkıştıktan sonra ayrıldık. Geriye dönüp el salladı ve hızla uzaklaştı. Bu onu son görüşümdü. Bir daha hayatımda hiç onunla karşılaşmayabilirim diye düşündüm. O, hızla bisikleti ile uzaklaşırken ben de gittiğimiz yerlere tekrar gittim. Canım sıkkındı. Nedeni ortadaydı. O gitmişti. Bir yandan keşke hiç tanışmamış olsaydık da şimdi özlüyor olmasaydım diyor, diğer yandan da iyi ki de tanışmışım, iyi bir arkadaş edindim, güzel vakit geçirdik diyordum. Bir ara, dört beş yıl sonra beni Hollanda’ya çağırsa, birlikte tekrar konuşabilsek, vakit geçirebilsek diye hayal ediyordum. Çok etkilenmiştim, fazlasıyla hemde. Sanırım şu ana kadar yaşadığım en anlamlı gündü. Nasıl başladı, nasıl bitti. Keşke daha önceden tnaışmış olsaydık da daha fazla vakit geçirebilseydim onunla diye düşündüm.

It was a pleasure to meet with you Arvid. You and your friendship totally impressed me.

I’m glad.

Temmuz

2 Temmuz 2013

Bu aralar çok rahat takılıyorum. Halbuki bitirmem gereken bir final projesi ve çalışmam gereken bir sınav var. Ayrıca bir pazarlama projesi. Bugün Paladino ile buluşma günü. Beni yemeğe davet etti. Saat dörde yaklaştığında hazırlanmaya başladım ve sonra yola koyuldum. Tramvay güzergahları değişmişti. Manufaktura’nın önünden neye bineceğimi bilmiyordum ama ellet birine binecektim. Lodz’da kaybolmak imkansızdı. Nerede insem, yürür, yolumu bulurdum. Bir tanesine atladım. İneceğim yerde indim ve biraz da yürüdükten sonra Paladino’nun söylediği sokağa geldim. Mesajıma ve Facebook’tan yazdığım mesaja bakmamıştı. Aradım ve sokakta olduğumu söyledim. Eve girer girmez dikkatimi evin beyaz ve açık renk ahşapları dikkatimi çekti. Güzel bir evdi, genelde beyaz eşyalar kullanılmıştı. Paladino’nun polonyalı sevgilisi Monika ve onun arkadaşı yemek yapıyorlardı. Biz Paladino ile oturup sohbet ettik. Kızlar da yemek hazılamaya devam ettiler. Mutfaktan balkona geçtik ve sandalyeleri içeriye götürdük. Balkonda uzun uzun Paladino’nun dünya turu planını konuştuk. Çok hızlı konuşuyordu, bazen takip edemiyordum. Yemekler hazır olduğunda masaya geçtik. Önden geleneksel polonya çorbasından içtik ve sonrasında salata, makarna ve inek eti geldi. Yemeği yerken uzun uzun konuştuk. Genelde Monika arkadaşıyla konuştu, ben de Paladino ile. Bir ara üçü konuşmaya devam etti, tabi lehçe. Paladino, bu yıl aldığı lehçe kursları ve Monika’dan dolayı az da olsa lehçe konuşabiliyor ve anlayabiliyordu. Ortada lehçeden pek anlamayan bi tek ben vardım. Konu bir ara dine döndü, domuz eti yemememizden, sonra dondurmacı muhabbeti. Yemeği bitirdikten sonra Paladino kızlara bir kahve yaptı. Kızlar kendi aralarında lehçe konuşurken, dedikodu yaparken biz de Paladino ile mutfakta konuştuk. Yemeği kızlar yapmıştı, sofrayı kaldırmak ve bulaşıkları makineye yerleştirmek de Paladino’ya kalmıştı. İşi bitirdikten sonra dışarıda biraz daha konuştuk ve ben ayrılmam gerektiğini söyledim. Vedalaştık, teşekkür ettim ve evden ayrıldım. Saat altıya on vardı. Diğer arkadaşlarla Mexican’da buluşacaktık. Ben epey bir erken gitmişim. Gülfemleri aradım ve geldiğimi söyledim. O da bana Mexican’da dışarıda yerin olup olmadığını sordu. Dışarıda yer yoktu ama içerideki masalar boştu. Garsona arkadaşlarımın geleceğini, on beş dakika sonra burada olacağımızı söyledim. On beş dakika ortalıkta dolandıktan sonra bizimkileri Mexican’ın önünde gördüm. Yanlarına gittim. Garson her yerin dolu olduğunu söylemiş. Ben girip kadınla konuşunca bizi rezerve edilen, daha doğrusu benim dediğim yere götürdü. Masaya oturduk, tanımadığım iç kişi vardı. Katya, Estefania ve lehçe kursundan Alexandra. Juan’ı tanıyordum zaten, Sencer’in oda arkadaşı. Oturduk sohbet etmeye başladık. Onların yanında kendimi çok rahat hissediyordum. İçecek bir şeyler söyledim. Onlar da aç oldukları için yiyecek bir şeyler söyledi. O kadar çok konuştuk ve güldük ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Saat ona doğru geldiğinde Manufaktura’ya geçip dondurma yemeye gittik. Dondurmacıda ilginç olan bir çeşit vardı – ki hepsi ilginçti – biberli kakaolu dondurma. Denemek istedim gerçekten acı mı diye. Diğer arkadaşlar da aldılar. Bazıları Real’e alkol almaya gittiler. Biberli çikolatalı dondurma ilginçti. Tadını alıyorsun ve acısını boğazında hissediyorsun. Katya, Didem, Gülfem ve Zöhre ile diğerlerini beklerken uzun bir sohbete daldık. Diğerleri de sonradan katıldılar ve yürüye yürüye yola devam ettik. Kaldırımın tam ortasında, Manufaktura’nın girişinde durmuş, nereye gideceğimizi tartışıyorduk. Tartışamaya yolda devam ettik. Yürüyerek sekizinci yurda kadar gittik. Çok eğlenceliydi aslında. Yabancılarla birlikte olmak insana gerçekten mutluluk veriyor. İlginç hissettiriyor. Yurda geçtik, Zöhre’lerin odasına. Alexandra hemen kendi şarkı listesini açtı bilgisayardan ve oynamaya başladılar. Bugün eğlenecektik, son günlerimizdi birlikte geçirdiğimiz. Biraz vodka içtikten sonra kafalar biraz güzeldi. Ben de içtim ve devamlı fotoğraf çekildik. Dans ettik, güldük. Vakit gece yarısına geldiğinde Futurysta’ya gitmek için hazırlandık. Hemen Sencer’in yanına gittim. Bugün ayrılacaktı ve onla vedalaşmadan olmazdı. Yukarıya çıkıp odasına yürüdüm. Masa başında oturuyordu. Biraz konuştuk ve sonra vedalaştık. Sade bir ayrılıktı. Gitmem gerektiğini söyledim ve odasından çıkıp asansöre yürüdüm. “Vay be, Sencer Yücesan da gidiyor“, artık kimse kalmadı benim gözümde. Çünkü Sencer farklıydı. Onunla saçma, sinir bozucu, komik durumların içinde kalmıştık. Birlikte yaşamıştık o saçma durumları. Aslında durumu saçma yapan oydu. Ben normaldim, o değildi. Çok şey yaşadık onla çok. Gidişi bana çok koymuştu. Kızların yanına gittim ve üzgün olduğumu farkettiler. Alexandra benimle bu karışık duygular hakkında konuşmaya çalıştı. Birkaç şey söyledi ama ben onu dinleyemiyordum. Durumun şokundan kurtulup Futurysta’ya yürüdük birlikte. Giderken yine koptuk. Single Ladies… Futu’da kimse yoktu. Aslında normaldi çünkü herkes evsine dönüyordu. Okul bitmişti. Biraz içeride takıldık. Yavaş yavaş kalabalık olmaya başladı dans pisti. Dans etmeye başladık, eğlendik. Bir ara Tarkan’ın Öpücük parçası çaldı. Zöhre ile Didem’in gitmeleri gerekti. Birlikte gittik yurda. Onlar odalarına geçtiler ben de Sencer’in yanına gittim. “Umarım geç kalmamışımdır” dedim içimden. Geç kalmamıştım. Daha bir saati vardı odadan çıkması için. Oyalandık iyice, şemsiyesini odada bırakıyordu, ben aldım. Bavulunu çantasını kontrol etti ve asansör ile aşağı indik. Odasının anahtarını verdi, yolumuza devam ettik. Aleja Politekniki boyunca McDonald’s’a kadar yürüdük. Eşek ölüsü gibiydi bavulu ama çaktırmadan çekmeye devam ettim. Kendi de biliyordu aslında. McDonald’s’ın oraya kadar geldik ve Sencer atıştırmalık bir şey almaktan vazgeçince, geri dönüp karanlık, ürkütücü ve mezarların bulunduğu parkın içinden geçtik. Ürkütücü görünüyordu ama ürkütücü yerleri severim. Sencer önden el feneri ile yürken ben ve Osman da arkadasından yürüyorduk. Bavulun tekerlekleri ayrılmak üzere olduğundan Sencer ara sıra dönüp bakıyordu. Yol bozuktu, parktan geçiyorduk sonuçta. Çakıl taşları vardı yolda. Tren istasyonuna vardık, biraz oturduk ve perona geçtik. Trende yanlış vagona, birinci sınıf vagona bindiğini sandı, indi ve tekrar bindi. Bu arada eşek ölüsü gibi ağır olan baculunu indirip kaldırıyorduk. Ebemiz ağlamıştı. Sonunda bavulunu ve çantasını yerleştirdi, vedalaştık ve işi daha fazla uzatmamak için oradan ayrıldık. Saat dörttü, eve gelene kadar dört buçuk olmuştu.

Hayatımda ilk defa bir günü bu denli köklü duygular yaşayarak geçirdim.

Paladino ile vedalaştım,

Erasmus arkadaşlarımla yemek yiyip dans ettik,

Hayatımdaki 3. ilginç kişilik olan Sencer Yücesan ile vedalaştık.

Her güzel şey bitermiş…