Açılan Kategori

2014

Aralık

27 Aralık 2014

Sabah yine (yine yine ve yine) geç kalktım. Kendimi annemle konuşuyor buldum kalkar kalmaz. Bugün güzel bir gün olacak gibi hissediyordum çünkü iki gün önce annem kredi kartıyla bisiklet alabileceğimizi söylemişti. Aslında bisikleti kendi paramla alıyordum ama kredi kartımın limiti yetmediği için birinden bakiyeye sahip bir kredi kartı bulmam gerekiyordu. En yakınım, annemdi, bu yüzden ondan istedim. Allahtan boş yer varmış kartında. Bisikleti her an gidip alabilirdik. Yaklaşık bir buçuk yıldır istiyordum bisiklet kullanmayı ama işte bazı nedenlerden dolayı boş zamanım olmadı. Şimdiye kısmetmiş.

Biraz kahvaltı yaptıktan sonra annemle Optimum’daki Decathlon’a gittik. Kendine bir mayo almak için deniz bölümüne gittik. Bir iki mayoya baktı, sonra bir tanesini seçti. Denemeye kabine gitti, o arada ben de bisiklet bölümünde geziyordum. Uzun zamandır aklımda olan bisikleti gördüm. Bir kez daha iyice baktım. Sonra başka şeylere göz attım. Annemin yanına gidip mayonun olup olmadığını sordum. Başka bir mayoya bakacağını söyledi ve deniz bölümüne gitti. Oradan bir tane mayo kapıp tekrar kabine gitti. Bu arada ben de onu beklerken indirim şansının verildiği Decathlon kartını çıkarttırdım. Biraz sorunlu oldu ama sonunda aldım bir tane. Annem mayosunu seçtikten sonra birlikte bisiklet bölümüne gittik. “Tekeri çok ince, nasıl süreceksin bunu” diye panikledi birden. O kadar araştırmıştım, tabi sürebilirim dedim içimden. Sonra da dışımdan söyledim aynısını. Bisikleti denetim tekrar, almaya karar verdik. Onun yanında başka şeylere de bakmam gerekiyordu. Bisikletçilerin olmazsa olmazı pedli tayt şortlar… Taytları giyen erkekler Bizans dönemindekilere benziyor olabilir ama sonuçta bu bir spor ve boşuna bu kadar insan o taytları giymiyor. Neyse bir ikisine baktık, hatta denedim. Sonunda bir tanesini beğendim, diğerlerine göre daha rahattı. Zaten ya ucuz bir tayt alacaktım, yanında da sele için slikonlu ped, ya da pahalı bir tayt alacaktım. Yani ikiye bir oranlı mantık. Sadece tayt şort almakta kullandım hakkımı. Bisikleti almak için bir görevli çağırdım fakat gelene kadar yıllar geçti. Tabi insan istediği bir şeye ulaşmak üzere olunca sabırsız oluyor. Neyse, geldi bir görevli, normalde orada başka bir çalışanın olduğunu ve onun da altı gibi geleceğini söyledi. Ayarları yapıp bisikleti vereceklermiş. Bize bisikletin etiketini verdi. O arada kilometre sayacını da aldım. Kasaya gittik. Arkamızda iki müşteri vardı. Elimizdeki eşyaları (sayaç, tayt ve mayo) ve etiketi verdik. Kasiyer bin yüz otuz üç lira diyince sıradakilerin yüzlerdeki ifadeyi tahmin ettim, bakmadım ama. Belki de hayatlarında ilk defa bin’li bir rakam görmüşlerdi. Ya da ben herkesi kendim gibi görüyorum. Altıyı on beş geçe mağazaya tekrar gelecektik. Vakit öldürmek için yukarı çıktık. Yemek yiyecektik fakat sonradan vazgeçtik. Annemle babam teyzemlere gidecekti, orada bir şeyler yiyebilirdi. Annem sırf benim için yemek yiyecekti. Fedakarlığa bak. Bazen kendime kızıyorum yani o kadar iyiliği görmüyor gibiyim. Fakat diğer yönden bakınca, onlara her zaman sevgimi gösteriyorum, beni kızdırmadıkları sürece onlara kızmıyorum, kötü davranmıyorum. Kötü alışkanlıklarım yok, içki fazla içmem, sigaram yok, kumar bilmem. Tabi yapmadığım şeyleri söyleyemem. Daha iyi olabilirdim fakat şimdilik eldeki bu. Neyse… Anneme “boşver o zaman ben kendim bir şeyler bulurum evde” dedim. Babamı aramış, on beş dakika sonra Optimum’da ol demiş. Bisikleti araba ile götürmeyi planlıyorduk. Babam aradı, birazdan burada olacağını söyledi. Bu Göz ailesine göre kısaca “hazır olun” demek. Saat altıyı çeyrek geçiyordu. Aşağıya indik bisikleti almak için. Çalışan belli ki yeni gelmişti, birkaç ayar yapıyordu. Babama biraz beklemesini söyledik. Bu arada çalışanla annem konuşmaya başladı. Annemin soruları karşısında sakin bir şekilde cevap veriyordu çalışan. Ben de etrafta dolanıyordum. Bisikleti teslim etti sonunda ve mağazadan çıktık. Karşıya geçtik, arabanın yanından geçtim. Tabi annem “bisikleti arabaya koyabilir miyiz?” diye sordu, babamın cevabı normal olarak “hayır”dı. Tabiki sığmaz, büyük bir şey! Mecbur sürerek gidecektim eve. En son on beş yıl önce görmüşlerdi nasıl bisiklet sürdüğümü. “Biraz sür de görelim” dediler. Kaldırımda biraz sürdüm, fren yaptım falan filan. Sonra arabaya binip gittiler. Düşer korkusuyla yaşıyorlardı fakat şunu hiçbir zaman akıllarına getirmiyorlardı. Ben bir yetişkinim! Yavaş yavaş sürmeye başladım. Akılları bende kalmasın diye güvenli bir şekilde gitmeye çalışıyordum. Merkez Park’ın oradan Barajyolu’na sürdüm. Galeria’nın oralarda bisiklet yolu vardı fakat haşat olmuştu. Öndeki lambayı yakmasaydım belki düşerdim bir iki kere. Abartıyor da olabilirim, bilmiyorum. Bazı ışıklarda bisikletten inip karşıya geçtim. Hatta Galeria’nın ilerisindeki CocaCola üstgeçitine çıktım bisikletle. Anam ağladı ama geçtim karşıya. Keşke bisikletten inip karşıya öyle geçseydim dedim. Nasıl bir üstgeçit yapmışlarsa, havaalanı terminalleri gibi. Dolaş dolaş bitmiyor. Engelli asansörü yapmışlar, aşağıda asansör kapısı var, yukarıda yok. Ulan bu insanlar nereden çıkacak? Saçmalık. Neyse, Hastaneler Kavşağı’dan yukarıya doğru gittim. Daha ilk gün, Barajyolu’nda bisiklet sürmekle, ip üstünde cambazlık yapmak arasında bir fark olmadığını öğrendim. Acı bir gerçek, sürücüler yayaları sallamıyor, bisikletlileri zaten sallamıyor. Yani orada ölme ihtimali var, öyle diyeyim. Duygu Kafe’nin aşağısındaki göbeğin az bir şey aşağısında bizimkileri aradım. Merak ediyorlardı, en azından kafaları rahat olsun dedim. “Biz evdeyiz” dediler. Barajyolunda olduğumu söyledim. Katık’tan bir döner aldım ve Duygu Kafe’nin karşısındaki duraktan karşıya geçmeye çalıştım. Kalabalıktı her zamanki gibi. Onlarca otobüsün geldiği durağın tam önünden zebra şeriti geçirmiş. Mantığa bak. Orada otobüsler duruyor, adamlar zebra şerit koymuşlar. Ulan biraz daha geriye yapsanıza! Bunlar adamı sinir ediyor ya. Kim varsa bunların başında. Bisikletten indim, yaya yolunda durdum. Trafik vardı yine, içlerinden birinin “buyur geç gardaş” demesini bekledim ama boşuna. Beklemem gerkiyormuş. Belki orada 2-3 dakika öyle bekledim. Hiçbir araba izin vermedi. İnsanlık harbiden ölmüş. Millet heralde bana bakıyordu, bu salak napıyor yolun ortasında diye fakat ben doğru olanı yapıyordum. Zebra şeritte duruyor, araçların bana ve diğer insanlara izin vermesini bekliyordum. Bu ülkede olması gereken şeyi yaparsan insanlar sana öküz gibi bakar. Böyle bir toplum işte. Neyse, bisikletle karşıya geçtim sorunsuz. Oradan sakin bir şekilde eve geldim. Bisikletin tekerlerini sildim, salona koydum. Annemin çantasındaki sayaçı bisiklete takmaya çalıştım. Nasıl monte edilmesi gerektiğini biliyordum fakat fazladan birkaç parça yüzünden kafam karışmıştı. Sonradan farkettik hangi parçaların fazladan olduğunu. Monte ettikten sonra baktık çalışıyor mu diye. Sorunsuz çalışıyordu.

Gün yorucu geçti işte. Hem iyi hem de kötü yanlarıyla. Gece yine geç yattım. Birkaç bisiklet videoları izledim ve yattım.

Aralık

21 Aralık 2014

Yine herzaman olduğu gibi sabaha doğru uyudum. Biraz dizi, biraz kitap, biraz da telefon derken saat altı olmuş. Geceleri uyumamayı seviyorum aslında, yarım işsiz olmanın avantajlarından bir tanesi. Uyumadan önce almak istediğim bisikleti araştırdım yine uzun uzun. Bilgisayarı masaya koyduktan sonra kafamı yastığa bıraktım. Bedenin uyku vakti gelmiş gibi hissettim. Telefonu şarja bağladıktan sonra gizli tarafa yolculuk başladı. Rüyalarımda yaptığım hataların, “yapmamış olsaydım”ki görüntülerini gördüm. Belki de hala yaptığım hatayı sürdürüyorum ama kim bilir, belki de noktayı koymuşumdur orada ve haklıyımdır. Arada sırada aklıma geliyor, diğer tarafta karşıma çıkıyor, çıkmıyor değil yani. Ama iş işten geçti, bir harekette bulundum ve sonuçlarını da yaşamam gerek. Hata diyemiyorum aslında. Hata değil, ileride oluşacak bir sorunun başını kesip atmaktı yaptığım. Kendimi suçlu ya da mutsuz hissetmiyorum fakat şunu da demeden edemiyorum. Keşke farklı bir yolu olsaydı…

Telefon zır zır çaldı. Erken çalmıştı. Açık olan sol gözümün ucuyla şöyle bir baktım ekrana. Alarm değildi. Biri arıyordu. İçimden “kim bu tar tar beni arayan?”. Emre’ydi. Normalde konuşmak istemediğim insan, telefonla beni bir pazar günü rahatsız ediyordu. Ne kadar acil olursa olsun beni aramasını istemiyordum. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmasını da anlayamıyordum. Artık ne bir dostluk ne de bir arkadaşlık istiyordum. Kısacası hiçbir şey istemiyordum ondan. Sadece beni rahat bırakmasını diliyordum. Ama yine de bunu yapmıyor, arada sırada böyle şeyler yapıyordu. Telefonu açtım, sarhoş gibiydim, erken aramıştı çünkü. “Perihan’ın babası vefat etmiş, Tuğçe’yle birlikte gideceğiz. İstersen seni de alabiliriz.” dedi. Hayır, dedim. Peki sen bilirsin ortak, görüşürüz sonra, dedi. Hiçbir şey söylemeden kapattım telefonu. Ortak ve görüşürüz kelimesine söyleyebileceğim bir şey yoktu, çünkü biz ne bir dosttuk ne de ben onunla bir daha görüşecektim. Duruma Perihan açısından bakınca çok üzülmüştüm. Babasının rahatsız olduğunu ya da nasıl bir biçimde vefat ettiğinden haberim bile yoktu. Zaten olamazdı, aramız son zamanlarda iyice bozulmuştu şu öğretmenlik olayından sonra. Üzülmüştüm fakat artık eskisi gibi derin değildi duygularım. Bir an Perihan’ı düşündüm. Ne halde olabileceğini düşündüm. Destek olmak için onun yanında olmak isteyip istemediğimi sorguladım. Bir şekilde istemediğimi farkettim. Bu seçim kesinlikle kişisel değildi. Sadece istememiştim, o kadar. Bunun ne Perihan’la ne de Emre ile ilgisi vardı.

Hiçbir şey olmamış gibi uyumaya devam etmek istiyordum fakat öyle olmayacağını farkettim. Kafamı biraz dağıtmak için telefonumla ilgilendim. Saçma sapan şeylere bakıyordum, değersiz, zaman kaybına sebep olan şeylere. Yatakta biraz kaldıktan sonra ayağa kalktım ve annemin evde olmadığını farkettim. Yürüyüşe gittiğini tahmin ediyordum ama sanki öyle değildi. Neyse, bir yere gitmiştir heralde… Biraz bilgisayarda vakit geçirdim. Kahvaltı falan yoktu lugatımda, onu atmıştım kafamdan. Beyin direk bilgisayara yöneliyor uyanır uyanmaz. Yaklaşık bir saat sonra Nehan’dan mesaj aldım. Sinema’ya gidecektik. Seansları mesaj atmış, hangisine gidelim diye de eklemiş. Aslında Optimum’a gitmek istiyordum, Decathlon’da bisiklet var mı yok mu bilmek istiyordum. Lenslerimi taktım, yağlı saçlarımı yıkamadan üstümü değiştirdim. Atletimin koltuk altına gelen kısmı biraz rahatsız ediyordu, değiştirdim bu kez sırtımı rahatsız etmeye başladı. Ceketimi ve ayakkabılarımı giydikten sonra askılıktaki anahtarlarımı kaptım. Nehan 3D gözlüklerini de unutma demişti bir mesajında. Hemen içerden gözlükleri aldım, bir mutfak poşetinin içine koydum. Attım cebe, kapıyı kitledim. Kulaklığımı taktım, canım pek de müzik dinlemek istemiyordu, canım sıkılmıştı sonuçta. Hüzünlü şarkıları dinliyordum giderken. Metroyla gidecektim Optimum’a, Nehan da Ziyapaşa’dan geçecekti. Yolda giderken Fethiye Hanım’a giden bir çalışanı gördüm. Meğer o da bizim mahallede oturuyormuş. Halbuki Fethiye Hanım, bir gecekondu semtinde oturuyor demişti. Birden kendime sordum “biz gecekondu semtinde mi oturuyoruz?”. Tabiki hayır. Her taraf apartman. Metro durağına vardığımda daha metro gelmemişti. Turnikelerden geçip yukarıda bekledim. Geldiğinde cam kenarına, bir kadının çaprazına geçip oturdum. İki durak sonra bir çift bindi metroya. Yanlarında bir erkek bir kız çocuk. Annesi ve erkek çocuk, az önce kalkan kadının yerine oturdu. Baba da benim yanıma. Adam küçük kıza, sen git karşıya otur hadi, dedi. Kız gitti oturdu, yanındaki adamı beğenmedi galiba, tekrar babasının yanına geldi. Babası başka bir yere oturmasını söyledi. Kız gitti bir yer buldu ama orası da uzak kalıyordu. Geri döndü. Kalksam mı kalmasam mı diye tereddüt ederken birden kendimi ayakta buldum. Buyrun, oturabilir, dedim ve kızın beğenmediği ilk yere oturdum. Kulağımda hüzünlü müzikler akıp gidiyordu. Etrafa boş gözlerle bakıyor, son durağın biran önce gelmesini bekliyordum. Son durağa vardık ve herkes bir hücumla metrodan kendini dışarı attı. Sanki arkadan tecavüz ediyorlar. Yavaşça indim, merdivenlerden inip turnikeleri geçtim. Köşedeki parkı geçtikten sonra Nehan aradı. Yukarı bak, görüyor musun beni, dedi. İlk önce anladım, algım kapalı olduğu için ama sonradan gördüm kendisini. Birlikte Optimum’a vardık. Ana baba günüydü desem yeri. Bu kadar kalabalığı sadece semt pazarlarında görürsünüz. Zemin kata inip Decathlon’a girdik. Epey bisiklet vardı, hatta ilk gördüğümüz değil, ondan sonraki hoşumuza gitmişti ikimizin. Benim içime tamamen sinmişti. Pek bilinen bir marka değildi ama yine de idare ederdi. Fiyatı gayet uygundu, piyasadaki diğer bisikletlere göre. Etrafı biraz dolaştıktan sonra üst kata yemek yemeye gittik. Arby’s’den 2×2, dört menü aldık. İyice doyduk hani, iyi geldi bana da. Kafam çalışmaya başladı sonunda. On bir saattir bir şey yememiştim sonuçta. Ara sıra Perihan napıyor acaba diyordum içimden ama yapabileceğim bir şey yoktu onun için. En azından kendimi böyle avutuyordum. En alt kattaki Migros’a gidip geri en üst kata çıktık ve sinemaya girdik. Hobbit filmiydi, çok uzundu, sıkıcıydı, anlamsızdı. Sırf para kaldırmak için yapılmış, içi boş Warner Bross filmiydi. Film bittikten sonra AVM’den çıktık. Hafiften yağmur atıştırıyordu. Kapşonlarımızı takıp yürüdük İnönü Parkı’na kadar. Oradan ayrı otobüslere binip evlerimize vardık. Moralim hala bozuktu. Hayatın ne kadar boş şey olduğunu bir milyonuncu kez anladım. Gösterdiğimiz onca çaba ya iyi bir hayat sürdürebilmek için ya da hatırlanabilmek içindi. Yani kısaca, hayat koca bir sıfır.

Life is a contest. The one that wins, will be the one that hits the hardest.

Aralık

14 Aralık 2014

Empati kurmayan düşüncesiz insanlarla iletişim halinde olmaktan artık gına geldi. “Artık bi git” diyesi geliyor insanın. Bunu sadece bir kişi için söylemiyorum. Herkes için söylüyorum. Empati yeteneğinin önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. “Sadece ben”ci kişilikten (merkezci kişilik) çıkıp etrafı görmelerini istediğim insanlar var. Tabi bu durum onlar için pek bir şey ifade etmiyor ama çevresindeki bilinçli insanlar için çok şey ifade ediyor. İnsan bir kez bile olsun, kendini sanki ruhu bedenden ayrılmış, karşı koltuğa geçmiş ve oradan bedeninin yaptığı davranışı, ağzından çıkan sözleri takip eden bir kişiymiş gibi düşünse ve ona göre davransa olmaz mı? Aslında empatiye benziyor ama bu başkasının gözünden kendini görmek değil. Bu, kendi gözünden kendini görmek. Karşılıklı oturduğun bir kişi ile aranda ayna varmış, fakat hem kendini görebiliyor hem de karşındakini görebiliyormuşsun gibi.

Eskisi gibi hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı artık. Hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak büyük bir değişim içindeyiz. Eskiden meyvelerin tadları bile farklı olurdu, meyve olduğunu anlardın. İnsanlar tatlı olurlardı, yüzüne gülerler, sana saygı gösterirlerdi. Evet şu aralar da yüzümüze gülüyorlar fakat arkamızdan ne çeviriyor diye de düşündürüyorlar. Yani kısacası hem insanlar hem de maddeler çok değişti. Hani şunu kabul ediyorum, eski zamanlarda barbarlık diz boyuydu, astığım astık kestiğim kestik diyen insanlar vardı. Fakat en azından bu kötü durumların yanında bir çok yerde saygı, sevgi vardı. Şu sıralar onlar bile yok.

Zaman değiştikçe insanların davranışları da değişiyor.

Bir bencillik, düşünmesizlik almış başını gidiyor.

Aralık

10 Aralık 2014

Bugünlerde kendimi biraz kötü hissediyorum. Yapmam gereken şeylerden epey bir uzaklaştım. Doğru dürüst çalışmamanın verdiği boşvermişliğin içinde buluyorum kendimi. Sabahlar diye bir şey yok. Şu aralar hayatım öğlen – akşam – gece olarak sıralanmış durumda. Kesinlikle bir düzene girmem gerekiyor. Fethiye Hanım ile şu organizasyon şirketini tekrar diriltmeliyiz. Tabi bunu yapabilmek için ilk önce benim kendimi diriltmem gerekiyor. İlk önce uyku düzenimi ayarlamam lazım fakat şu yazıyı bile gece yazıyorum. Spora başlamam gerek fakat diz kapağımda biraz ağrı var son bir haftadır. Fakat fakat fakat… Bugünlerde çok kullanmaya başladığım bir kelime çünkü atacağım adımın bir adım ötesinde engeller beliriyor.

“Şunu yapacağım fakat bu var, onu yapacağım ama şu var. Napacağım fakat yapacağım…”

Bugün pek bir şey yapmadım. Aslında hiçbir şey yapmadım. Bir önceki akşam çok ama çok erken yatmıştım. Saat 12 gibi uyandım. O saatten sonra uyumadım hiç. Yani 3.5 saate karşılık 9 saat. Bedenim uyumak istiyor fakat aklım buna karşı çıkıyor. Uykuya karşı bir direniş var. Başkaları olsa uyumak için can atar, bende öyle bir durum kesinlikle yok. Ne kadar az uyursam o kadar iyi mantığı yatıyor aklımda. Sanırım şu sözün de biraz etkisi var, “Sleep is brother of death”. Yapmam gerekenleri çok iyi biliyorum ama önüme bir engel çıkıyor, ben engeli. Yapmam gerekiyor ama üşengeçliğimden yapamıyorum. Şu sıralar bunu yenmem gerekiyor – ki bir düzen tutturayim. Hemen hemen bütün gün uyumuşum. Uykuyu sevmeyen bir insan bu kadar uyumaz fakat dediğim gibi, beden istiyor fakat aklım istemiyor. Akıl bir kez bedene uydu mu, onu esir alıyor. Gün sonunda kafam uyuşmuş, bedenim gevşemiş oluyor. “Noldu bana yeaa?” şeklinde kalkıyorum yataktan. Düşünsene, sabah yatıyorsun akşam kalkıyorsun. Gün yüzü görmüyorsun yani. Bu durumun bedenimden başka insan ilişkilerimi de etkiliyor. İnsanların yanlarında olmam gerekirken ben evde bir başıma ya hastalıktan* uyuyor oluyorum, ya da normal bir şekilde uyuyor oluyorum. Sanırım bugünkü hastalıktan uyuma olanındandı. Şu son üç aydır, arkadaşımın tavsiye ettiği bir oyunu oynuyorum bilgisayarda. Strateji ile ilgili ve eğlenceli bir şey. Son zamanlarda canımı sıkmaya başladı. Dikkatimi başka şeylere vermem gerektiğini anladım ve bilgisayardan sildim. Daha sonra tekrar yükledim, orası ayrı. Şuan saçlarım keçe keçe olmuş, elimi attığımda elim resmen yağ tabakasıyla kaplanıyor. Karnım aç, saçlarım yağlı, kitap okumam lazım, saat sabahın 5’i. Kelimenin tam anlamıyla alt üst olmuş benim hayatım. Gerçekten de öyle ama. İnsanlar yatarken ben uyanıyorum, onlar kalkarken ben uyuyorum.

Şu sıralar geleceğimi pek düşünmüyorum. Sanki tamamen sis kaplı bir yol gibi. Bir sonraki adımı nasıl atacağımı bilmiyorum. Fransızca’ya başlamak istiyorum, hazır Fethiye Hanım da öğrenirken aradan çıksın diye. Bunun yanında Excel gibi programları da tekrar etmem gerekiyor. Para biriktirip bir bisiklet almalıyım. Spora yazılmalıyım. Spora giderken de bisiklete binmeliyim. Havuza gitmek istiyordum ama tek başına sıkıcı olur diye kafamdan sildim. Belki de hala kafamda, bilmiyorum. Son zamanlarda kuşlarla ilgileniyorum, eğitmeye çalışıyorum ama şeytan gibiler, beni sinirlendiriyor haylazlar. Her defasında büyük olan kafeslerine yem koyuyorum ama onlar yemliği deviriyorlar. Sonra da aç kalıyor salaklar. Biraz önce kafesin altındaki ızgarayı (ayakları kendi dışkılarına değmesin diye tabanın biraz üzerinde bulunan demir) kaldırdım, şimdi yere dökülen yemlerden yiyorlar. Hakettiler, her defasında yemliği deviriyor ve yenisini koyuyordum. Bundan sonra böyle.

Şuan dinlediğim şarkıyı da paylaşayim, belki bu yazıyı daha sonra okursam hangi duygularla nasıl bir ortamda yazdığımı hatırlarım.

Imogen Heap’tan, Climb to Sakteng.

Kasım

17 Kasım 2014

Cumartesi ve pazar günü çok hastaydım. Öyle bir hasta olmuşum ki gündüz hep uyudum. Özellikle cumartesi günü daha fazla uyumuşum. Pazar günü akşam saat beşte kalktım. Nasıl bu kadar çok uyuduğumu anlamadım. Normalde fazla uyuduğum için başım ağrırdı fakat bugün hiç öyle bir şey olmadı. Hatta mutlu bir şekilde kalktım. Biraz annemle ilgilendikten sonra bilgisayar başına geçtim. Evde bir haftadır tadilat var ve ev ikiye bölünmüş bir şekilde. Ustalar ilk başta salon, mutfak, giriş ve küçük oturma odasını alçı-sıva yaptılar. Daha sonra boya yaptılar. Tabi buradaki bütün eşyalar evin diğer yarısına taşındı. Evi bir görmeniz gerek, sanki çingene çadırı gibi. Neyse idare ettik biraz. Salon tarafı bittikten sonra hobaaa diğer tarafa geçildi. Bütün eşyalar salona taşındı.Annemlerin odası, benim odam kalmıştı geriye. Ustalar alçı için ilk partiyi tamamladılar. Daha sonra ortadan kayboldular. Klasik usta davranışlarıymış teyzeme göre. Neyse, şuan yazıyı salondan yazıyorum. Durum böyle. Bir de bunun üstüne güzel bir hasta oldum.

Dişçim tel tedavimi haftaya bitirme kararı aldı. Yani uzun zamandır kardeş gibi olduğum tellerim artık gidiyordu. Ne sevinç ne üzüntü. Nötr bir hava var üzerimde. Cuma günü gitmiştim dişçiye ve son bir kez telleri sıkmak için plastik halkalar taktı. Tabi bu seferki diğerlerinden farklıydı. Birbirine yapışık olan halkalar diş tellerimi öyle sıkıyorlardı ki, sanki dişlerim iç içe girecek, dizilim tekrar bozulacaktı. “Neyse, doktor işini biliyor” dedim. Dişçiden ayrıldıktan sonra Fethiye Hanım’lara gittim. Evde yoklardı. Nehan’la konuştum ve Ziyapaşa’ya geleceğini, Özgür’le Özsüt’te oturacağını söyledi. “Tamam, ben de sizi göreyim ama fazla kalamam” dedim. O gelene kadar Atatürk Parkı’nda oturdum. Akşam vaktiydi, hava serindi. Nehan geldikten sonra Özsüt’te biraz oturduk. Havanın iyi olduğu düşüncesine kapılıp montumu çıkardım. Keşke çıkarmaz olaydım. Yaklaşık bir saat sonra kalktık. Özgürlerde takılacaklardı. Onlardan ayrıldıktan sonra eve gittim. Yemek, bilgisayar falan derken gece oldu. Dişlerim ağrımaya başladı. Sanki başka derdim yokmuş gibi bir de karın ağrısı başladı. Hafifti, idare edebilirdim. Ama nerden bileyim 2 gün süreceğini? O gün yine geç yattım. Sabah kaltığımda ustalar gelmişti ve eşyaları benim odamdan salona taşımak zorundaydık. Sersemlemiş gibiydim, eşyaları taşımalarında yardımcı oldum. Taşıma işi bittikten sonra salona taşınan yatağın içine girdim ve uyudum. Öyle bir uyumuşum ki… Uyandığımda ustalar gitmek üzereydi. Adamlar bir de gelmiş arkadamda üstlerini değiştiriyorlardı. Nasıl bir zamanda uyanmışsam artık. Neyse ses çıkarmadım, uyuyor gibi yaptım, arkadamı da dönmedim. Bir mühdet sonra kalktım ve karın ağrımın devam ettiğini farkettim. Doğru dürüst yemek bile yiyemedim dişlerimin ağrısından – ki bir ağrı kesici alayım. Ağrı kesicilere pek sıcak bakmadığım için yemek yiyememe durumundan çok da şikayetçi değildim. Annem tutturdu bir şeyler ye diye. Neyse, çorba içtik. Gece yine geç yattım Berlin Gezisi yazımı bitirebilmek için. Bir kalktım saat akşam beş. Yuh, o kadar oldu mu ya? Amma deliksiz uyumuşum ben de. Neyse ki başım ağrımıyordu. Biraz annemle ilgilendim, sonra bilgisayar başına geçtim. Şuan hala bilgisayar başındayım işte. Mutluyum ama.

Evde olmak hiç bu kadar huzur verici bir durum olmamıştı benim için. 

Ekim

26 Ekim 2014

Saçma şeylerle uğraşmayacağıma yemin etmem gerekiyor. Boş şeylerle nerdeyse 2 ayım gitti. Bu iki ay içinde yaptığım en mantıklı şey sanırım şu blog olayı oldu. Şuanda naptığımı gerçekten bilmiyorum. Öyle bir boşluktayım ki gerçekten ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Şu üniversiteden diplomamı aldıktan sonra askerliği uzatmam gerekiyor. Eğer bu üç ay içinde Kpss ile ilgili bir şey çıkmazsa askere gitmeyi düşünüyorum. Tabi bu zaman dilimi beni için tamamen büyük bir kayıp oldu. Askerliği aradan çıkardıktan sonra bir iş bulup ona başlamam gerek. Teknoloji ya da GSM sektöründe çalışmak istiyorum ama bunlara girebilmem şimdilik çok zor. Yani iyi bir yerden mezun olmadıkça kesinlikle almıyorlar. Ne olursa olsun. Olmak istediğim departmanı da tam oturtamadım kafamda. Sanırım iyice bir departman incelemesi yapmam gerekiyor. Bir endüstri mühendisi hangi departmanlarda hangi işleri yapıyor ve ilerleyebilmek için en uygun departman hangisi, bu soruları cevaplayabilmem gerek. O yüzden boş şeylerle uğraşmak yerine bunlara zaman ayırmam gerek.

İleride bu zaman kaybı için umarım kafamı duvarlara vurmam.
Ekim

24 Ekim 2014

Etrafımda cevabını bildiği halde soru soran insanlar görüyorum. Soruyorum evrene, insan neden cevabını bildiği soruları sormak ister ki? “Emin olmak” için olamaz. Sormadan önce “teyit etmek için soruyorum” kalıbı olması gerek. Türkçe’nin gerçekten de içine ediyorlar. Etrafımdaki insanlara beni İngilizce yazılar yazan, paylaşımlar yapan, müzik dinleyen biri olarak biliyorlar. Normalde abuk subuk kurallara uymadan konuşması gereken benken, neden diğerleri sadece Türkçe konuşmalarına rağmen dil kurallarına uymuyor ki? Örneğin karşındaki biriyle konuşurken kelimeleri söylerken yaptığın inişler çıkışlar bile çok önemli. Normal kurallara dikkat etmeyen biri bunları düşünmez bile. Ona göre konuşmak sadece karşısındakinin anlaması için. Oysa konuşmak bundan fazlası.

Dil o kadar mükemmel bir şey ki. Etkileşim gibi. Yani hayvanların insanları anlayamaması, hayvanların kendi üst cinslerini bile anlayamaması tamamen ilginç bir olay. Şuan aklıma geldi de dünyadaki bütün canlılar, bitkiler hariç, aynı frekansta ve aynı şekilde konuşmuş olsaydı nasıl bir dünya olurdu acaba? Düşünsene kebap yerken gözünün içine bakan kedi “abe bi parça ver bea” deseydi, ne düşünürdük? Garip. Bu tip düşünceleri kurcalıyınca aslında tabiatın sadece tek bir parçası olduğumuzu farkediyorum. Dünyayı kendi etrafımızda çeviriyoruz, fiziksel olarak bizden güçlü hayvanlar olmasına rağmen onları halt etmeyi başarabiliyoruz. Bu da bize dünyanın kendi etrafımızda dönüyormuş izlenimini veriyor. Halbuki biz dünyanın etrafında dönüyoruz. Yıldızlar kadar fazla canlı türünün etrafında sadece kendimizi görüyoruz.

Dün gece geç bir vakitte, bütün evlerin ışıkları sönmüşken, gökyüzüne baktım. Yıldızları gördüm. O kadar mükemmel bir şey ki gökyüzü ve ötesi, bana ne kadar küçük olduğumu ve kurulan düzenin içinde gelip geçici bir rol aldığımı anlatıyor. Yıldızlar, “dünyaları katsan bir ben etmez” derken bile küçücük kaldığını gösteriyor. Evet, uzaktan bakınca güneş bile çok küçük. Kendimizden bahsetmiyorum bile.

Şuan Spotify’dan Your Favourite Coffeehouse isimli listeyi dinliyorum. Az önce, bağımlısı olduğum oyunu oynadıktan sonra beni öylesine sakinleştirdi ki. Uluslararası bir oyun. Ruslar, Fransızlar, Danimarkalılar, Hollandalılar, Amerikalılar, Türkler vb. birçok insanla iletişim içinde oluyorsun ve onların yaptıkları basit hatalar yüzünden küplere biniyorsun. Çünkü takım halinde hareket etmen gerekiyor ve onların davranışlarının ucu sana dokunuyor. Bu yüzden sinirlenip ekrana yumruk atmak bile isteyebiliyorsun. Ben – ki soğukkanlı biri olan ben – bile dayanamıyorum bazen. İşte o sinirli olduğum oyunlardan birini bitirdikten sonra Spotify’dan müzik dinlemeye başladım ve beni anında sakinleştirdi. Hiç ummuyordum aslında.

Bugünlerde hep evdeyim. Yaklaşık iki haftadır hep evde takılıyorum. Aslında yaptığım bir şey yok ama evdeyim işte. Sanırım evde olmayı seviyorum artık. Önceden ev diyince tüylerim diken diken olurdu, “O ne ya, evde mi oturacaksın?” diyordum arkadaşlara. Meğer öyle de olabiliyormuş. Sanırım şu otobüs biletlerinin iki lira olması cebimi iyi yaktı. Herzaman yakmıyor tabi ama bindiğim zaman hissediyorum o acıyı. İnsanları resmen soyuyorlar. Milyon liralık paralarla oynayan insanlar birleşip milletin cebindeki elli kuruşa göz dikiyorlar.

Para parayı çekmiyor aslında. Parası olan parası olmayanı soymaya çalışıyor.

Ekim

9 Ekim 2014

Salaklığım yine üzerimde. Müfredat gereği staj defterini hazırlayıp götürmem gerek. Yaklaşık altı hafta geçmesine rağmen ben hala şu saçma sapan şeyi bitirmemekte direniyorum. Hayatımda gördüğüm en saçma şey olduğu içindir belki de. Bir türlü düzene geçemedim. İstediğim düzeni bir türlü tutturamadım. Kafamı temizlememin vakti geldi sanırım. O kadar aptal şeylerle uğraşıyorum ki bilemezsin.

İnsanlardan nefret ediyorum, onların oluşturdukları saçma şeylerden, uydurdukları dinlerden, kısacası her şeyden nefret ediyorum şuan. Din mi? Hıh. Hayatımda “müslümanlık kolay bir din” diyip de farzları saydıklarında ağzın açık kalıyor. Hristiyanlıkta hiç bir şey yok. Adamlar sadece kliseye gidip minnet ediyorlar, şarkı söylüyorlar. Bizim dine bak “oruç tut, namaz kıl, hacca git, zekat ver”. Aralarında en mantıklısı zekat vermek. O da hani hristiyanlıkta da var yani. Oruç tutmayı ele alalım. Gecenin bir vakti kalkıyor insanlar. Belli bir dakikası varmış gibi (sanki yarış var da o dakikadan sonra start veriliyor gibi) insanlar o vakte kadar karınlarını tıka basa doyuruyorlar. Sonra sözüm ona on altı on yedi saat bir şey yemeden, içmeden duruyorlar. Sonra akşam evlerine gidiyorlar, ziyafet veriliyor. Ekmekler normalde hiç fırından alınmamasına rağmen evin küçük çocuğu fırına gidiyor, tap taze ekmeği alıyor geliyor eve, evde kolasını ayranını içiyor, ziyafet çekiyor sonra “Karnı aç olan insanları anlamak için oruç tutuyoruz“. Sen on altı saat yemek yemeyip su içmediğinde onları anladığını mı düşünüyorsun? Hadi madem anladın, şu çağda susuz kalan hiçbir Allah’ın kulunu gördün mü? Parklarda bile çeşme var, abartmayın. Eğer sadece aç kalanları düşünüyorsanız, o on altı saat içinde suyunuzu için. Yani bunda bir sorun yok, sadece aç olanları anlamak istiyorsanız. Nasıl olabilir de insanların büyük bir çoğunluğu körü körüne bazı şeylere inanabilir. Namaz kılmak. Anlamını bilmediği arapça sözcükleri söyleyince kendini Allah’a yakın hisseden insanlardan bahsediyorum. Şu zamana kadar Fatiha Suresi’ni her mezara gittiğimde okudum. Ama ne oldu? Etkisi ne? Anlamı ne? Noluyor yani okuyunca. Ha şöyle bir durum var. Tv kanallarında şöyle programlar oluyor: “Ateistlere karşı Dindarlar“. Kuran’ı gösterip de yok bunlar yazlı, şunlar yazılı, “al işte size kanıt” gibi şeyler söylüyorlar. Lan zaten senin o elinde tuttuğun kitabı “insanlar” yazmış. Düşün bakalım, insanoğlunun yapabileceği en uçuk şeyler neler? Yani eline bir kitap alıp da yazmış olamaz mı kimse? Hadi şunu kabul etsek. Kuran’ı Kerim, Allah tarafından gönderildi. O zamana kadar hiç mi değişmedi? Herşey güllük gülüstanlık mıydı da Kuran’ı Kerim indirildi? Peki neden en çok peygamber arap yarımadasına indirildi? Kaosun, düzenbazlığın, tecavüzlerin alıp başını gittiği bir yerde siz sanıyor musunuz Kuran’ı Kerim’in değişmediğini? Ha bir de baş örtüsü sorunu var. Kadınlar başlarını örtsün demiş. İnsan biraz düşünür ya. Ulan o zamanın şartlarıyla bu zamanın şartları bir değil. Artık insanlar daha modern, eskisi gibi tecavüz ediyormuş gibi bakmıyorlar. Neyin kafasındasınız hala? Yani saçın başın açık olsa erkekler gelip sana tecavüz mü edecek? Adam gibi giyinirsen, kim sana ne yapsın? Hayır sanki piyasadaki bütün başı açık olmayanlara tecavüz ediyorlarmış gibi bir de korkup örtünüyorlar. Ya işte bunlar cahil toplumun müslüman anlayışı. Daha doğrusu müslümanlığın oluşturduğu cahil toplum. Şuan o sözüm ona müslümanlığı son derece yoğun yaşayan araplar ne haldeler? Birbirlerini satıyorlar. Ülkelerinde savaş bitmiyor. Yapıyolar yedi sekiz çocuk, “Allah verdi” diyorlar. İşte bu bir din meselesi olamaz. Fakirlik içinde yaşayan adamın yedi tane çocuğu var. Allah sana sormuyor mu niye onları aç bırakıyorsun diye? Açlıktan ölüyorlar, hayata bir kere gelen bir çocuğa sunduğun hayata bak. Cehalet ve müslümanlık bir arada. Geleyim dinin başka bir konusuna. Kurban kesmek. Allah’a olan bağlılığımızı, sadakatimizi, minnetimizi gösteriyoruz“. Kuran’ı Kerim’de “gençlerin önünü açın, onlara yardım edin” denilseydi eminim şuan uzaya yolculuk falan ediyorduk. Ben söylüyorum, kurban keseceğinize, gidin o parayı okumaya hevesli fakir öğrencilere harcayın. Milyarlarca lira sırf mideye gidiyor. Gerçi şimdi o paralar toplansa da yine işin içinde insanoğlu olduğu için insanlar dolandırılırdı. Yani sonuç olarak, müslümanlıkla bir yere gidilmiyor. Yüzlerce yıl, insanlar Mekke’ye Medine’ye gidiyor, şuan o şehirlerin ekonomisi nasıl? Yani Adana’ya o kadar din turizmine gelen insan olsaydı, şehrin kaldırımları altından olurdu. Yüzlerce yıldan bahsediyorum. Yani eskiden tüccarlar bile gitmiş olsa, en azından ticaret merkezi olurdu. Peki neden olmadı? Çünkü başlarındakiler de müslüman ve insan. Para gelsin, parayı yiyelim, karılarımız olsun, lüks yaşantımız olsun, sefa içinde hayatımızı sürdürelim. Bu arada arap krallar var. Bu krallar lüks içinde yaşarken, halk nasıl bir durumda? Perişan. Peki müslümanlıkta ne diyor? Fakire fıkaraya yardım edin. Peki bu krallık neden bu kadar lüks içinde yaşıyor? Sonuçta müslüman işte müslümanlık böyle bir şey. İşine gelince müslümanım, işine gelince insanları dolandırırım.

Anam babam müslüman olduğu için ben de müslümanım. Şimdi onların karşısına geçip “ben hristiyan olmak istiyorum” dediğimde bana şunu söyleyecekler mi “müslümanlık hoşgörülü bir din”. Tabiki hayır. Ne hoşgörüsü, tam tersi.

Kıssadan hisse insanlardan ve insanların uydurdukları şeylerden nefret ediyorum. Şu dünyayı yaşanabilir hale getiren birileri varsa onlar da hristiyanlar. Şu yazıyı yazarken bile onların ürettiği bilgisayardan, kurdukları internet ağından yazıyorum. Siz de onlar sayesinde bu yazıyı okuyorsunuz. Müslümanlar sayesinde değil.

Geçmişte cehalet yüzünden müslümanlık doğmuştu,

günümüzde müslümanlık yüzünden cehalet doğuyor.

Ekim

6 Ekim 2014

Hayat güzel gidiyor şimdilik. Çok şükür birçok sorunu arkada bıraktım. Şuan geleceğe daha kararlı bir şekilde bakabiliyorum. Neymiş o eski kaygılar, tasalar, üzüntüler, sıkıntılar… Hemen hemen hepsi mazide kaldı, artık vakit öyle uzun uzun düşünme vakti değil, kararlı adımlarla ilerleme ve sadece ileriye bakma vakti.

Şuan çok yazmak isterdim ama yapacak işlerim var. Her ay mutlaka birden fazla yazı yazıyorum ya da yazmaya çalışıyorum. Bugünlük bu kadar.

Eylül

24 Eylül 2014

Bugün yeni bir döneme girmek istiyorum. Şuan aklımı kurcalayan şeyleri bir kenara atıp yapmam gerekenlere odaklanmam gerek. İnsanlardan biraz uzak durmaya, evde kalıp kendimi biraz daha iyi anlamaya çalışmalıyım. Bu arada uzun zamandır içmediğim birayı da buzdolabının bir yerinde depolamalıyım.

Alkol alınca kafam daha iyi çalışıyor.

Eylül

3 Eylül 2014

Birçok şeyden uzağım, kafa dinliyorum. Hava sıcak, denizin tadı hala ağzımda. Güneşin yakan ışınlarından uzak, sandalyeye oturmuş, ayakları balkon demirlerine uzatmış, denizi izliyorum. Kulağımda her zamanki gibi bir çift kulaklık, hüzünlü-sakin parçaların bulunduğu listeyi dinliyorum. Kendimi güvende hissediyorum. Rahatım, keyfim yerinde. Aslında şuan yazdıklarım, yeğenimin huysuzluk çıkarana kadarki geçen zamanda olanlar. Geçen hafta bebek bakıyorduk, bu hafta çocuk. Yeğenim yaklaşık dört yaşında. Annesinden ve babasından uzakta, yıl içerisinde çok az gördüğü annanesi ve dayısıyla birlikte birkaç gün geçiriyor. Onun hakkında yazabileceğim çok şey var ama konuyu burada kapatıyorum.

Kaldığım yerde hemen hemen herkes emekli. Şehir hayatından elini eteğini çekmiş insanlar, gelip burada yazlık sahibi olmuşlar, oh ne ala. Onlara baktıkça biraz kendi geleceğimi düşünüyorum. Nasıl olacak, nerede olacağım, eşim nasıl biri olacak, çocuklarım, ailem… Daha önümde uzun yıllar var fakat kendimi geleceğimi düşünmekten alı koyamıyorum. Anı fazla yaşayamıyorum. Geçmişe bakınca şunu daha net görebiliyorum. Bugüne kadar zamanımı hep daha ileriyi düşünmekle geçirmişim. Her defasında daha da ileri düşünmüşüm, bu böyle gitmiş. “further and further” mantığıyla ilerlemişim.

Çok fazla düşündüğümü söylüyorlar. E düşünürüm tabi, beyin bedava. İnsanlar hakkında da, geleceğim hakkında da, günlük olaylar hakkında da çok düşünüyorum. Bir şeyi yapmadan, özellikle söylemeden önce ortaya çıkacak etkileri düşünerek hareket ediyorum. Bazen eziyet gibi geliyor., kendimi özgür hissetmediğimi farkediyorum. Yoksa ben hayatımı başkalarına göre mi yaşıyorum? Mesela, arkadaşlarım olmadan yapamam diyorum, mümkün olduğunca onların isteklerini ön planda tutuyorum. Peki, kendi isteklerim? Gerçekte ne yapmak istediğimi sorguluyor muyum? Sanırım hayır. O kadar uzun zaman olmuş ki “ne istiyorum” sorusunu sormayalı, resmen unutmuşum kendimi.

Gün geçtikçe hayattan beklentilerim azalıyor. Öyle bir hızda azalıyor ki yarın bir gün biter diye korkuyorum. Yapılacak pek bir şey kalmayınca insanların neler yaptıklarını gayet iyi biliyorum. Onlardan biri olmamak için uğraş içerisindeyim ama lanet olası şu ülkede bu pek de mümkün değil. Hele de insanlarıyla hiç mümkün değil. Standartları olmayan insanların ne tür beklentileri olabilir ki? Kocaman bir sıfır.

Bazı şeyleri kafamdan silmeye başlıyorum. İlk önce insanların yüzleri, daha sonra anıları, en son aşamada da isimleri siliniyor. Örneğin, dershanede tanıştığım bir arkadaşım. O zamanlar o kadar çok etkilenmiştim ki, geriye dönüp baktığımda nasıl o derece etkilendiğimi anlayamıyorum. Düşün, o derece etkilenmeme rağmen, yüzünü hayal meyal hatırlıyor, ismi neydi diye hatırlamaya çalışıyorum (beyin jimnastiği). Şu zamanlarda yaşadığım olayları da olaylarda adı geçen insanları da bu şekilde siliyorum kafamda. Çok uzak değil, yaklaşık dört-beş yılda onlar da kafamdan silinir gider. İnsan aklı sonuçta, yap dersen yapar. Sil dersen siler. Ha, belki biraz zor olur çünkü ortada başka arkadaşlar var, muhtemelen arada sırada isimleri geçer ama sohbet sonunda her şey eskisi gibi olur.

Şuan mükemmel bir şarkı dinliyorum. Dershane zamanımda yaşadığım kötü zamanı birlikte atlattığım kişinin, superhero’mun, Imogen Heap’imin şarkısı: The Walk.

It’s not meant to be like this, not what I planned at all,

I don’t want to feel like this,

No it’s not meant to be like this, it’s just what I don’t need,

Why make me feel like this, it’s definitely all your fault.

Ağustos

22 Ağustos 2014

Kopup ayrılan bir buz dağının üstünde gibiyiz biraz. Değerlerimiz buz dağının görünen yüzü adeta. Suyun biraz altında değerlerimizi koruyan kültürümüz, onun hemen altında da dilimiz yatıyor sanki. Kültürümüz değerlerimizi, dilimiz de kültürümüzü koruyor gibi… Gün geçtikçe erimeye başlıyoruz altan alttan. İlk önce dilimiz yozlaşıyor, sonra kültürümüz unutulup gidiyor. Tükeniyoruz ama hala suyun üstündeyiz.

Altını düşünen kim?

Sözcüklerin bir ağırlığı vardı eskiden. Sözlerin bir değeri vardı, gerçekten. Tutamadın mı utanırdın, yüzün kızarır, konuşamazdın. Şimdi hepsi yavaş yavaş yok oluyor. Geriye ne sözün arkasında duran insanlar kalıyor, ne de tutulamamış sözlerin altında ezilip kalanlar.

Artık her şey ya yapay, ya da yüzeysel.

Ne bir ağırlığı var, ne de gerçekliği.

Temmuz

25 Temmuz 2014

When i die, it’s gonna be my happiest day. By passing away from this shittest world, i’ll hold the pure-clear reality on my hands.

The moment i die, there will be smile on my face.

Temmuz

20 Temmuz 2014

Tanıdığım birçok kişi yabancıymış gibi. Yaşımız ilerledikçe bir şeyler değişiyor, bunu kabul edebiliyorum fakat insanların yüzlerindeki sahte ifadeler gün geçtikçe daha da kalıcı hale geliyor. Belki de onların normal davranışları bana sahte geliyor, bilmiyorum. Arkadaşlarımla birlikteyken bir anda zaman duruyor, evet, resmen duruyor gibi oluyor. O anda insanların yüzlerine bakıyorum. Birbirleriyle olan etkileşimlerini, birbirlerine nasıl baktıklarını gözlemliyor; karşılarındakilerin yüzlerine bakarken düşünebilecekleri şeyleri tahmin etmeye çalışıyorum. Bunu gerçekten de yapıyorum.

İnsanların davranışlarını izlemeye bayılıyorum. Birbirlerine bakarkenki o yüz ifadeleri o an ne düşündüklerini çok iyi yansıtıyor. Tam tamına ne düşündüklerini bilmesem bile konu başlıklarını az çok belli oluyor. Hissettikleri duyguların ismini koyabiliyorum. İnsan davranışları aslında çok basittir. İnsanlar hayatının yaklaşık yüzde atmışını farkında olmadan yaşarlar. Davranışlarının farkında olanlar ise bu oranı epey bir yukarı taşırlar fakat hiçbir zaman bu oran yüzde yüzü bulmaz. Hatta yüzde sekseni bile bulmayabilir. IQ’su belli bir seviyenin üstünde olan insanların bazı şeyleri yaparken normal insanlardan daha çok farkında olarak yaptığı söylenir. Peki ya diğerleri? IQ’su uçuk olmayıp da gerçekten bulunduğu zaman diliminde bir çok şeyin farkında olanlar? İşte onlar kendilerini geliştiren insanlar. Çok farklı kaynaklardan yararlanıp farklı kişilerle irtibata geçerek bilgi üstüne bilgi katanlar. Üst üste gelen bilgi sayesinde de farkındalıklarını artırıyorlar.

Çok zeki biri olduğumu düşünmüyorum ama komşularım zeki olduğumu söylüyorlar (yazan burada kendini övüyor :D) Şaka bir yana aslında zeki diye bir kavram yok benim için. Her insan zekidir fakat farklı konularda öyledir. Sanata aklı basan biri için sanatçılar kendi aralarında “o kişi gerçekten çok zeki” derler. Zeka mı yoksa ilgi alaka mı? Pek bilinmez. Şimdi o konuya hiç girmeyeyim. Beynimle parmaklarım yarıştığı için konunun dışına çıkma gibi bir lüksüm yok malesef. Peki ben nasıl farkediyorum? İzliyorum, sadece izliyorum. Fakat uzun bir süredir izliyorum. Bir masada konusu geçen konuyu baz alarak insanların yüz ifadelerini gözlemliyorum. Ses tonlarını nasıl kullandıklarına dikkat ediyorum. Genelde benim yaşımdakilerin yumuşak sesleri oluyor. Biraz daha çocuksu olduklarını gösteriyor. Yetişkinlerin sesleri ise biraz daha kalın ve çok çıkıyor. Ben de arada bir yerde ortayı bulmaya çalışıyorum. Yeri geliyor biraz çocuksu davranıyorum ve bu durum karşıdaki kişinin olgunluğuna göre değişiyor, yeri geliyor yaşlı bir adam misali kelimeleri üstüne basa basa kart bir sesle söylüyorum. En çok hoşuma giden olay ise el hareketlerimi, yüz mimiklerimi kullanarak sesimi indirip çıkarmam. Bunu yapmanın karşındaki kişiyi etkilediğini düşünüyorum. Konuşulan konu hakkında pek bilgin olmasa bile ses kontrolün ile az bilgin birleştiğinde karşı tarafa iyi göründüğün izlenimini veriyorsun. Tabi hiç bir şey bilmiyorsan susmak en iyisi. Konuştukça battığım durumlar da oldu tabi.

Neyse çok uzattım. Bugün bir arkadaşımın doğum günüydü. Çıkışta kendisiyle biraz konuştum ve her erkeğin olduğu gibi kız arkadaş eksikliğinden yakındı. “Yaş geldi geçiyor” psikolojisine girmiş, üzüldüm. Yolda yürürken kendimi düşündüm ve vardığım nokta:

Sevgilim yok, çünkü arkadaşlarıma tapıyorum.

Temmuz

17 Temmuz 2014

Hala saçma sapan karışık duygular içinde buluyorum kendimi. Ne yaptığımı, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum; doğruyu, yanlışı ayırt edemiyorum. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki devamlı yanında olduğuna inandığın insanlar bile sana bir dünya kadar uzakta belkide. Gözümün içine baktığında “Senin bir derdin var ama…” diyen bile bir arkadaşım yok, sorun bu olabilir. Ya da “hayatım bugün neyin var?” diye soran bir sevgilinin olmayışı da sorunun kaynağı olabilir. Peki benim gerçekten derdim ne? O kadar yazıp çiziyorum burada. Okuyan kimse de mi yok, derdime çare bulan, bulup da söylemeyen? Bu derece mi yalnız sayılırım? Demek ki yakın olduğum kadar uzağım. Yani ortadayım öyle sap gibi.

Harbi soruyorum, benim derdim ne? Herzaman uzağı görmeye çalışmak mı? Büyük düşünmeye çalışmak mı? Büyük düşünürken sığıdakilerle takılmak mı? Sevgilimin olmayışı ya da bütün derdimin anahtarı sayılabilecek tek bir kelimeyi söyleyebileceğim, güvenebileceğim bir dostumun olmayışı mı? Yoksa hepsi mi?

Kafamda deli sorular var, hangi birine cevap bulabileceğim mechul. Hangisinden başlayacağımı bile bilmiyorum ki. Az şey yaşamama rağmen çok yaşamışım izlenimi niye?

Yazıyorum, yazıyorum ama hala çözüm bulamıyorum. Acaba yazarken kilit bir kelime bulup da sorularıma cevap verebilir miyim diye düşünüyorum. Sanırım yok… Cık! Bulamadım. Dur geliyor sanki… Arkadaşlarım? Arkadaşlarım benim için cevap olabilirler mi? Hayır. Olamazlar çünkü yarın bir gün onlar da yanımda olmayacaklar. Evlenecekler, çocukları olacak, o zaman da eskisi gibi arkadaş olabilecek miyiz? Sanmıyorum. Kocası ne der, karısı ne der düşüncelerine bağlı kalıp onlardan uzaklaşamayacağız. Hep böyle gidecek, en sonunda “Neden böyle yapıyorsun?” diyene kadar. İşte o zaman susacağım, bir daha konuşmamak üzere.

Temmuz

11 Temmuz 2014

Kafama oturtmam gereken bazı düşünce sistemleri var. Bunlardan bir tanesi “eylemleri sıraya koymak”. Bu sistemle daha az düşünerek, daha az unutarak, zaman kaybından kurtularak gündelik işlemlerimi halledebilirim. Saçma sapan şu dönemi atlattıktan sonra artık kendime gelebilir ve eski düzenime dönüş yapabilirim. Artık gündelik hayatımda değişen şeyler göreceğim.

Dünün şaşkınlığı üzerimde hala. Nasıl oldu da o dereceye getirebildi, hala hayret ediyorum. İçi o kadar çok dolmuş ki en sonunda patladı bir yanardağ gibi ama doğru zamanda değildi. Artık benim için yavaşça kayboluyorlar. Genele bakınca kendi kendilerini uzaklaştırıyorlar aslında. Çok şey konuştuk ama aralarında en komiği “Kız arkadaşın yok, sen anlayamazsın”dı. Sanki Romeo ve Juliet aşkı yaşıyorlar. Komplike bir hayatları yok, hayet sıradan hayat yaşıyorlar. Bunu söyleyebilmeleri için ortada çok karışık bir durumun olması gerekiyor. Pek çok arkadaşımın sevgili ilişkilerini yakından görme şansım oldu. Onlar sayesinde sevgili olayında biraz temkinli davranıyorum. Önüne çıkan her insanla sevgili olunmayacağını insanlar bilmiyor. Bu güne kadar üç bayan arkadaşımın da bana çıkma teklif ettiğini onlar bilmiyor. Bu benim ayıbım aslında. Peki bunu onlara söyleseydim ne değişecekti? Gerçi aralarından birine söylemiştim bunu. Sohbeti tam olarak hatırlamıyorum ama konusu hala aklımda. Kız arkadaşlarla birlikte olmak. Hatırladığım başka şey ise bunu göğsünü gere gere anlatması. Bir insanla ilişkiye girersin, gayet normal bir durum, fakat bunu egosunu tatmin eder bi biçimde karşı tarafa yansıtılması anormaldir. “Sen sanıyorsun ki ben tek kişiyle beraber oldum” dediğinde benim yüz ifadem koalaların esnerkenki yüz hali gibiydi. Yani? Sanıyordum ki arkadaşlarım bazı şeylerin ötesinde. Demek öyle değilmiş.

Yirmiüç yaş üstü insanların üniversitelerini bitirdiklerinde psikolojilerini etkileyen iki etken vardır. Biri iş bulma, diğeri birlikte yaşlanabileceğin bir eş. İnsanlar bu iki etkeni bir arada yakalamaya çalışırlar. Bir yandan iş ararken diğer yandan eş aramaya koyulurlar. Bunlardan bazıları işi biraz ciddiyetsizliğe vurup eğlenmek için eş ararlar. Ne kadarı doğru bilmiyorum fakat bunun oluşmasındaki en büyük etken hormonlar değildir. Çevre ve arkadaşlar… Çevre ne ise sen o’sun. Arkadaşların ne ise sen o’sun. Şanslı olanlar ya ilk önce işlerini bulurlar sonra eş aramaya ağırlık verirler ya da ilk önce eş bulur sonra iş aramaya ağırlık verirler. Şöyle bir psikoloji de almış başını gidiyor bir bakıma. Çevrede herkes evlendi, herkesin sevgilisi var, benim neden yok? Bu yargıya çok sert bir şekilde bakıyorum çünkü insanlar eş seçerken pek dikkatli olmuyorlar. Dört ay önce tanıştığı insanla evlenen insanlar tanıyorum. Bir hafta içinde tanışıp çıkmaya başlayanlar biliyorum. Bu tam olarak neyin göstergesi? Kusura bakmayın ama siz bir ömür boyunca birlikte yaşayacağınız insanı aramıyorsunuz. Siz, diğerlerinin yaşadığı şeyi yaşamak istiyorsunuz. Çevrenizi örnek alıyorsunuz. Nerede o eski uzun süreli ilişkiler? Çekinmeler, açılamamalar? Bütün ruhu öldürdünüz, farkında değilsiniz.

Bu güne kadar hep şunu uygulamaya çalıştım. Vizyonuna doğru odaklan! Geride kalan her şey boştur çünkü bugün var olan yarın yoktur. Tek bir şey haricinde. Kendin. Sen her zaman var olacaksın, çevredeki her şey değişecek, zaman değişecek, insanlar yaşlanacak, sen aynı kalacaksın. Yeri gelecek herkes etrafında dönecek, yeri gelecek herkesin etrafında döneceksin. Kimseye bağlanmayacaksın, her daim yalnızmış gibi hareket edecek, kimseden iyilik beklemeyeceksin. Ayakta kalmanın, hayatta mutlu kalmanın tek yolu bu.

Mutlu bir hayat yaşamak istiyorsan,

bir amaca bağlan; insanlara ya da eşyalara değil.