Açılan Kategori

2015

Aralık

23 Aralık 2015

Bugünlerde içimden hiç yazı yazmak gelmiyor. Yazdığım günlerin tarihlerine bakılınca anlaşılıyor zaten. Resmen köreliyorum, kendimi köleleştiriyorum. Yapmak istediklerim, yapmam gerekenler, bir kenarda duruyor ve hiçbir iş yapmıyorum. Bu hale nasıl düştüm? Neden bu haldeyim? Kendimi toparlamam gerek. “Kendim” olmam gerek. Tanımlanmamış bir kaliteyi taşıyorum kendimde, biliyorum. Onu tanımlayabilecek kafa yapısını oluşturmam gerek. Çok okumalıyım, yazmalıyım. Kendime dersler oluşturmalıyım, onlara çalışmalıyım. -meliyim, -malıyım… Yapılacak çok şey var, zaman da var, yapacak irade yok. Sorun tamamen orada. İradeyi toplasam bile karşıma başka şeyler çıkıyor.

Parçalanıyorum gün geçtikçe. Arada halime şükrediyorum ama o da kısa sürüyor. Saçma sapan işler peşindeyim, ne yapmam gerektiğini hala bilmiyorum. Bir şans, biri elimden tutup çekse beni yanına da bu ortamdan kurtulup kabuğumu kırsam, asıl olan “kendim”e gelsem.

Silkelensem şöyle başım dönene kadar. Düşsem yere, çarpsam başımı duvara, kendime gelsem filmlerdeki gibi. Ama yok… Yok öyle bir dünya.

Açgözlü kurtların yaşadığı dünyada,
gözlerim bağlı, dans ediyor gibiyim.
Her şeyden habersiz.

Aralık

13 Aralık 2015

Bugün yine geç saatte uyudum. Kaçta uyuduğumu söylemeyeyim, geç bir saatti işte. Öğle vakti kalktım. Kafam davul olmuş her zamanki gibi. Arkadaşıma dün bisiklet sürelim mi diye soracaktım. İlginçtir ki bunu düşünürken bir de baktım mesaj gelmiş “napıyorsun?”. Telefon açıp konuştum, Ziyapaşa Bulvarı’ndaymış, eve gidecekmiş. “Bisiklet sürmeyi planlıyorum, bir buçuk saat sonra çıkarım” dedim. “Tamam o zaman haberleşelim” dedi. Tabi ben o kafayla ne dediğimi hayal meyal hatırlıyorum. Kafayı vurup uyumuşum. Bir saat sonra tekrar aradı. Kim bu ya diye telefona baktım. Sonra hemen aklıma geldi, saate baktım, bir saat geçmiş. Konuştum, yemekten sonra çıkarım dedim. Üstüme başıma bir şeyler bulmak için dolabıma yöneldim. Şortumu ve altına dizime kadar gelen ek ayaklığı giyecektim. Önceki dışarı çıkışımda epey bir üşümüştüm, bu kez de üşümek istemedim. Eşofmanlarımı çektim altıma, aldım bisikletimi, indim aşağıya. Sürdüm Turgut Özal’daki buluşma noktamıza. Hava henüz karanlık değildi, rahat rahat gidebildim. Arkadaşla buluştum. Aç olduğunu söyledi. Zaten McDonald’s’ın önünde buluşmuştuk. Biraz atıştırdı ve yolumuza başladık. Özal’dan Süleyman Demirel Bulvarı’na kadar sürdük. Bulvarın bir yerinden aşağıya indik. Arkadaş biraz yorulmuştu. “Bir yerde oturup kahve falan içelim” dedi. “Olur” dedim, Starbucks’a doğru gittik ama yer bulamadık dışarıda. Biraz ilerdeki Neşve’ye gittik. Dışarıda oturacak koltuklar vardı. Bisikletimizi hemen yanımızdaki demirlere bırakıp birer Afrika Çayı söyledik. Afrika Çayı’nı da ilk defa duyuyorum. Ne olduğunu sorduk garsona, hastalık için iyi gelen bitkisel bir çay dedi. Neyse, deneyelim dedik. Biraz sohbet ettik, üşüyünce kalktık. Arkadaşı evine kadar bırakıp geri döndüm. Annem çoktan salondaki klimayı açmış, oturuyordu. Papağanları da salona koymuş, gitmeden önce tembihlediğim gibi. İçimden “Evim evim güzel evim, sıcak evim. Allah’a şükürler olsun” dedim. Evde olmayı o kadar çok seviyorum ki. Kendimi güvende hissettiriyor. Başka bir eve taşınsak o güveni hissedemem sanırım. Çocukluğumun geçtiği ev, boru değil.

Aralık

8 Aralık 2015

Zaman çok çabuk akıp gidiyor. Yavaş yavaş, sakince yaşlanıyorum. Tabiki yanımdaki insanlar da öyle. Yapmak zorunda olduklarının arttıkça, hayat daha da sevimsiz hale geliyor. İnsanların kafalarında her daim bir kıyaslama terazisi var ve onlarla bir şeyleri tartıyorlar akıllarınca. Çok çabuk geçiyor zaman, gerçekten. Aynı noktaya geri dönemiyorsun ya, işte en çok bu korkutuyor beni. Bir gün yapayalnız kaldığımda, tek başıma, naparım bilmiyorum.

Hayat gerçekten de paylaşmakla ilgili. Bir şeylerimizi paylaştıkça anlamlaşıyor sanki. Kazandıklarımızı paylaşıyoruz. Vaktimizi paylaşıyoruz. Daha da önemlisi, ömrümüzü paylaşıyoruz etrafımızdakiyle. Aslında en önemli şey, vaktimizi harcamaya değen insanlarla arkadaş olmak. Aileyi, akrabayı bu kategoriye koyamayız tabiki. Onlar olmazsa olmazlarımız, değiştiremeyiz bir kere. Ama çevremizdeki insanları değiştirebiliriz. Arkadaşlarımızı, daha da büyüğünü düşündüğümüzde, toplumu değiştirebiliriz. Başka bir ülkede yaşar, ölebiliriz. Ölmek işte… Kilit kelime… Bizi korkutan, birinin başına geldiğinde kendini hatırlatan bir eylem. Zor, zor. Yaşamak da zor, tünelin sonunda ne olduğunu bile bile.

Aralık

4 Aralık 2015

Bugün kafam Vodafone’a bozuldu. Altı yıldır kullandığım bir GSM şirketi Vodafone. Askerdeyken bir sivil hat almıştım. Elli lira verip hattı aldım, yaklaşık yirmi beş liraya da dört yüz dakika bin SMS ve iki Gb internet aldım. Sonra şöyle bir düşündüm de, olan benim evdeki telefon hattıma her ay kırk lira ödüyorum, üstüne bir de yıllardır kullanıcısıyım, elin adamı geliyor dışardan, benden daha ucuza kullanıyor. Oha! Olaya bak. O kadar çok sinirlenmiştim ki. Yani Vodafone bizim için “ne de olsa uzun süredir kullanıyorlar, bırakmazlar, biz bunlara kazığı atalım, yeni gelecek adamları çekmek için ücretleri düşürürüz. Oradan alacağımız karı bu şekilde kapatmış oluruz” diyorlar herhalde. Oha ya! Yazarken bile sinirlendim şuan. Yok böyle bir saçmalık. Bir kere ticarette tanıdığa indirim yapılır, ya yapılmasa bile en azından eşantiyon bir şeyler verilir. Ne bilim küçük şeyler bile olsa iyi yine, çok şey beklemiyorum hani. Bu güne kadar ne ekstradan bir sinema bileti alabildim, ne indirimli bir burger menü yedim ne de ücretsiz dakika hediyem oldu. Ya hani şunu bile yapsa tamam derim. SMS kullanmayan kullanıcılara bin SMS gönderse, o bile iyi yani. Yok, o da yok. Ha bir de şu olay var. Bir ay önce, Barajyolu’ndaki Vodafone Shop’a gittik babamla. Benim kullandığım hat normalde babamın üzerine, onu benim üzerime alacağız. Gittik sorduk nasıl alacağımızı, görevli bayan “Önce Avea’ya gitmeniz gerekiyor. Hat Avea numarası olduğu için ancak oradan devir işlemi yapabilirsiniz. Üç ay sonra da tekrar Vodafone’a geçebilirsiniz.” dedi. Oha! Prosedüre bak. Tabi bunu yapabilmemiz için bir sonraki ayın altısı, yani bu ayın altısına kadar Avea’ya gitmemiz gerek. Neyse, bugün müşteri hizmetlerini aradık bize böyle söylediler diye. Müşteri temsilcisindeki bayan yok öyle bir şey olmaz, Vodafone’a gidip işleminizi kolaylıkla yapabilirisiniz diyor. Hobaa! Bu kez babam sinirlendi Barajyolu’ndaki görevliye. Niye bize yanlış bilgi veriyor diye. Babam üstüne bastıra bastıra defalarca sordu. Sonuçta konuşma kaydı yapılıyor müşteri temsilcisiyle konuşurken. Ters bir durum olursa, durumla ilgili ses kaydı dinletilecekti. Babam uzun uzun konuştuktan sonra kapattık telefonu. Aklıma uzun yıllar Vodafone’un müşterisi olan kişilere yapılan haksızlık geldi. Madem ben hem yıllardır fazladan para ödüyorum, o zaman numaramı kapattıracağım, her iki yılda bir yeni numara alacağım. Şimdi şöyle hesapladım. Ben kırk lira ödüyorum, yeni gelen adam hemen hemen aynı tarifeye yirmi yedi lira ödüyor. Yani ben fazladan on üç lira ödüyorum. On üç lirayı on iki ile çarparsan yaklaşık yüz elli lira eder. Ben neden o kadar ödeyeyim ki fazladan. En iyisi yeni bir numara alayım. Hem ne üstüme almakla uğraşırım ne de fazla para öderim. Babam bunun için tekrar aradı. Adama uzun uzun bu yazdıklarımı anlattım. Adam haklısınız diyemedi doğal olarak çünkü oranın çalışanı, nasıl desin? Daha düşük bir tarife olarak yirmi yedi liralık tarifeyi söyledi. “Yeni üye olanlar ne kadar ödüyor aynı tarife için?” dedim, “Yirmi beş lira” dedi. İşte yine daha ucuza konuşuyorlar dedim. “Ama onlar hat aldıkları için fazladan para da veriyorlar. O da aylık iki liraya denk geliyor” dedi. E tamam öyle olsun. O zaman uzun yıldır müşterisi olan biri ile müşterisi olmayan kişi aynı ücreti ödüyor? bu mantıklı bir şey mi yani? Arada bir farkın olması gerekmiyor mu? “Bize uzun yıldır para bayıldığınız için artık düşünme sırası bizde. Biz de sizi düşünelim biraz, indirim yapalım.” demiyorlar ama. Sinirliyim bu yüzden. Çok saçma yani.

Bu dünyada insanlar harbiden çok gerizekalı ya. Nasıl olur da bizim gibi akıllı insanlar zengin olmaz, ilginç doğrusu. Babasının oğlu diye, amcasının kızı diye bir yerlere gelen insanlar nasıl olur da bu kadar iyi yerlere gelebilirler. Acaba görünüşleri gerizekalı gibi, beyinleri mi akıllı anlamadım.

Bugün papağanların ve muhabbet kuşunun altını temizledim. Kafeslerini iyice deterjanlı suyla sildim, yıkadım. Uzun zaman olmuştu altlarını değiştirmeyeli. Onlara da üzülüyorum ya. Düşünsene, bir kafesin içinde ömürlerini geçiriyorlar. Allah’tan farkında değiller. Acaba farkındalar mı? Ben olsaydım kahrımdan ölürdüm. Hayata bir kere geliyorsun, onu da bir metre kare bile olmayan bir şeyin içinde geçiriyorsun. Bir de şöyle bir durum var. Bazen yemleri kalmıyor ve farkında bile olmuyoruz. O zaman da bizim farketmemizi bekliyorlar hayvanlar. Yazık ya. Cidden üzülüyorum onlara. Birinin eline bakmak gerçekten zor bir durum. Bunu söylerken benzetme yaparak söylüyorum. Aynı şeyler insanlar için de geçerli. Tek bir kişinin eline bakıyor olmak, ruh haline göre sana davranması. Mesela çocuklarının eline kalmış olan yaşlı yatalak insanlar. Allah’ım, çok zor bir durum ya. Haberlerde görüyoruz, annesini, babasını dövüyor. Annemin ya da babamın başına (Allah korusun) böyle bir şey gelirse ve ben de o dönemki streslerden dolayı onlara el kaldırırsam o eli kır Allah’ım. Çok kötü bir durum, inşallah yaşamam öyle bir şey. Aynı şey çocuklarım için de geçerli. Eğer çocuklarıma el kaldırırsam o eli kır yarabbim. Yüklü bir miktarda param olursa dörte böleceğim. Birincisi huzurevlerindeki yaşlılar için, ikincisi çocuk esirgeme yurtlarında kalan çocuklar için, üçüncüsü kansere yakalanan insanlar için, dördüncüsü de sokak hayvanları için. Milyarlarım olsa, ne alacağım milyon liralık evler, ne arabalar ne de lüks tatiller beni tatmin edebilir. Dünyadaki tek mutluluğun başkasını mutlu etmek olduğunu çok iyi öğrendim. Bana bunu öğreten şey, anne sevgisi olmuştu. Düşünsene, karşılıksız bir sevgi neredeyse. O kadar öz bir sevgi ki, kendine bile zarar verse aldırmıyor, yine de seviyor, çocuğum diyor. İşte o anne sevgisinden anladım, önemli olanın başkalarını mutlu etmek olduğunu.

Dünya gerçekten çok kötü bir hal aldı. İnsanlar, öldürülen insanlara göz yumuyor, sanki hiç olmamış gibi davranıyor, kendi başlarına gelene kadar. Bu hale mi geldi insanlık ya. Çok garip, dünyanın bir yerinde insanlar yukarıdan yağan bombalardan kaçmaya çalışırken, diğer bir yerinde insanlar, kafalarına düşen köpüklerle dans ediyorlar. Nasıl büyük bir eşitsizlik bu böyle. İnsana doğarken bile bir şans verilmiyor. Tak, bir bakmışsın Irak’ta, savaşın ortasında, yıkılmakta olan bir ülkenin vatandaşı olarak doğmuşsun. Senden bir sonraki ruh, Amerikalı zengin birinin jipinde, arka koltukta, kollarında altın bilezikler olan bir kadının kucağında evlerine doğru yola çıkıyor. Nasıl bir adaletsizlik bu böyle? Buna nasıl adalet diyebiliriz. Kendi çapımıza göre bir kavram üretmişiz adalet diye, gerçekte olmayan şeyler için eşitlik arıyoruz.

Garip ya, hayat gerçekten çok garip. Bazı kadınlar altlarında BMW araçlar o kafe benim şu kafe senin gezerken, bazı kadınlar da pazarın arta kalan, kenarda artmış üç beş salatalığı, domatesi ailesine yemek yapabilmek için topluyor. Şuan çok sinirliyim. Belki de bu yüzden nefret uyandıran şeyler yazıyorum. Bu adaletsizlik yüzünden bazı geceleri yatarken gözümden yaş bile gelmiştir.

O sokakta elinde mendil satan çocuklar orada saatlerce beklemeyi hakediyor mu? Kadınlar kocalarından dayak yiyip öldürülmeyi hakediyor mu? Hayvanlar sokak ortasında taşlanıp yaralanmayı, öldürülmeyi hakediyor mu?

Ne boktan bir haldeyiz hiç kimse farketmiyor mu? Biz ne haldeyiz şöyle anlatayım. Evimizden geldikten sonra televizyon karşısında birbirine laf sokmaya çalışan gerizekalıları izleriz, rezalet yeteneklerine rağmen bir gazla kameranın karşısına çıkan aptalları izleriz, elimizde kolamız, cipsimiz, şişmanlamaya çalışır, sonra da bu durumdan şikayet ederiz. Sabah uyanır, işimize gider, it gibi çalışır, eve gelir ve yine televizyon izleriz. Hayat bu değil. Eğer böyleyse, reddediyorum. Hayatımız bu olmamalı. Bu böyle devam etmemeli.

Bir şeyler değişmeli. İyiye gitmeli.

Kasım

30 Kasım 2015

Bu aralar hastalıkla uğraşıyorum. Nefes darlığı, burun akıntısı, şiddetli öksürük, mide ağrısı, yüksek ateş. Bir insanın kafayı yiyebilmesi için gereken bütün hastalıklara sahibim maşallah. Birinin nazarı mı değdi bilmiyorum ki. Her gece mutlaka uyanıp nefes açıcı fısfıs ilacımı kullanıyorum. Dün gece de onlardan bir tanesiydi. Uyandığımda annem kuzenimin eşine soracağını, yardımcı olabileceğini söyledi. Aradı ve bir saat sonra yanına gittik. KKB doktoru arkadaşının yanına gittik, sağolsun adam hemen ilgilendi. Burnum içine şu kameralı aletle baktı. Normalde burnumun içine herhangi bir şey değdiği zaman yüzde yüz hapşırıyorum. Adam aleti burnuma sokunca öksürmeye, hapşırmaya başladım. O kadar çok hapşırıyordum ki, doktor bana “sakin ol, sakin” diyordu devamlı. Kendimi hiç bu şekilde savunmasız hissetmemiştim. Resmen bedenim bir sorun olduğunu bağırarak doktora ifade etmeye çalışıyordu. Alerjiden dolayı böyleymiş. Alerjiden dolayı burnum akıyor, akıntı genizden akciğere gidiyor, bu da öksürmeme neden oluyor. Öksürdüğümde balgam gelmemesinin nedeni buymuş. Annem de bana iki şişe Brodil içirdi balgam atayım diye, haha. Neyse, ilaç verdi, “bir haftaya geçmezse tekrar gel, kan tahlili yaptıralım” dedi. İlaçları mümkün olduğunca kullanmaya çalışıyorum.

Doktor, tanıyı koymadan önce “Mide ağrısı, bulantısı var mı? Ateş var mı?” diye sormuştu. “Hayır yok” demiştim. Bu gece sanki psikolojik bir etkiymiş gibi, ateşim çıktı, midem ağrımaya başladı. Ya doktor işinde çok iyi, öngörebiliyor, ya da ben hastalık hastasıyım. Hastaneden eve gelir gelmez uyudum. Kalktığımda deli gibi ateşim vardı. Hem halsizdim hem de yüksek ateş vardı. “Aha, doktor haklı” dedim. E herhalde haklı. Öyle yüksek ateşim vardı ki, başımın ağrımasına neden olmuştu. Kafamı yastığa koyuyorum ama nasıl yanıyor! Yandıkça yüzümü diğer tarafına yastığa çeviriyorum. Defalarca böyle yüzümü çevirdim. Bir ara uyuya kaldım. O arada başımı hiç çevirmemişim. Ateşim düştü şükürler olsun ki. İlaç kullanabilmek için az bir şey yemek yedim. İştah resmen sıfır, yok yani. Toplasan 5 kaşık yoğurt ve pilav yemişimdir. Gece yatmadan önce tuvalete gittim. Bir baktım midem bulanıyor. Biraz kusayım, kendime gelirim dedim. Bir iki kustum, kendime geldim. Geçtim yatağa uyumaya çalıştım. On on beş dakika etrafıma döndüm. Sonra da uyumuşum işte. Ama gece harbiden etrafıma dönüyordum durmadan. Hatta o kadar çok dönmüşüm ki bir ara uyandım sırf bu yüzden.

Bu süre zarfında şunu öğrendim. Annem benim her şeyimmiş.

Kasım

27 Kasım 2015

Today, I found an interesting article about the name of turkey which is animal. When I scrole down the Facebook page, this article is cought my eye. Anyway, I dont wanna make longer sentences. Here is some pharagraphs from the article.

Centuries ago, Constantinople was an important hub of international trade, where merchants sold goods from Africa and the Far East to distributors in Europe. These products, instead of retaining a sense of their origin, often became known by the nationality of the exporters. For example, Persian rugs sold wholesale by Turkish vendors were called “Turkish rugs.” In turn, one popular type of bird shipped from Africa, called a Guinea fowl, became known as “Turkey cock” throughout England.

And, when British settlers arrived in the New World and encountered a large woodland bird that looked a bit like the Guinea fowl fowl they’d grown fond of eating back in England — perhaps out of confusion that the two were the same species, or maybe in longing for something familiar so far from home — they ended up referring to this bird as a “Turkey cock” too. Later, it was shortened to simply ‘turkey’.

Ironically, the name of turkeys in the Turkish language is even more geographically off base; they’re called Hindi, short for “bird from India.” The Turks, better than anyone, knew the birds weren’t from their homeland, but may have originally thought they came from India — thanks to a little miscalculation by Columbus.

It’s so interesting. In Turkish, turkey’s name comes from India. I’ve never thought about taht before and I guess I would never realize that until I saw it. I found it so interesting (as you see I wrote so much “interesting” word, still finding its so interesting) that’s why I wanna write about.

Mart

25 Kasım 2015

Hi, me again! Today is the same day with yerterday, except one thing. I removed a game, on my Macbook, which can take my whole time on the days. Sometimes, I played an hour, sometimes it goes up two-four hours a day if I’m lucky. I couldn’t take some responsibilities which i should take a long time ago. Today, I woke up afternoon, around 2 pm. It fucking amazing to wake up around these hours. Kidding, of course. That’s terrible. You feel somebody blowes up your brain. Changing the topic. I texted message with one of my close friends about her ex-best-friends issues. I would like to give some advices however, she wouldn’t except that, I guess, not sure. She is nice but her experiences about her friends, are not good enough. She needs some time to relief. Afterwards, I surfed on internet, checked emails, Facebook notifications (several times) Twitter and my blog. Had breakfast (on afternoon) or dinner, idk. Started to study French. After all these months, I’m glad to start studying French language. This is on the top of my To Do List. I should be capable of talking French in a year, that’s my aim. Acording to news, a year is clearly enough to learn language to reach intermediate level. Advance level needs more than 2 years. Anyway, I studied two hours, remembered many of things. I can barely make sentences in French.

Je suis etudient le Français, is est bon, est-ce pas, hein?

Kasım

22 Kasım 2015

Bugün Facebook’ta dolaşırken bir arkadaşımın paylaşımını gördüm. Bir videoda – ki bu videoyu iki yıl önce izlemiştim – bir Türk abimiz market arabalarına doldurduğu plastik şişeleri bir makinaya atıyor ve karşılığında parasını alıyor. Gayet güzel bir şey. Arkadaş da videoyu paylaşırken gayet normal bir şekilde şu yorumu yazmış:

Keşke bizdede geçseler şu mevzuya olay çok basit,zamanında Almanyada heryer çöp şisesi oluyor,bunun önüne geçemiyorlar ve maliyeti çok yüksek pet şişeleri toplamanın çözümse basit…
-Bir su 50 kuruş ise devlet bundan sonra sular 75 krş,Eğer pet şişeni getirirsen tekrar 25 kuruşunu iade alırsın.
-Çok çevreyi sevdiklerinden değil(bizim kadarda değil tabi),zaten peşin verdikleri parayı geri alıyorlar,bizede gelse çok mantıklı

Paylaşımın hemen altına da arkadaşın arkadaşı yorum yapmış. Tabi şuan yorumu buraya yazamıyorum, utanıp silmiş sanırım. Yoruma “bizim milletimiz sosyal sorumluluğa sahip olamayan bir millet olduğundan…” cümlesini de yazmış. Sinirlendim. Hemen altına ben de bir yorum yazdım.

Bizim milletimizi yerden yere vurmaya gerek yok. Ben “bizim milletimiz” diye söylersem, bu kez sen de o “sosyal sorumluluğa sahip olamayan” sıfatını alırsın. Yapılmayacak bir şey değil – ki zaten vaktinde yaptık buna benzer uygulamaları. Marketlerden fiş toplayıp saatlerce alt alta yazıp topladığım günleri bilirim. O gelen parayla aldığım Eastpak çantamı 13 yıldır kullanıyorum. Vaktinde Kolonyalizm ile zenginleşen ülkeler tarafından yeterince aşağılanıyoruz, bir de lütfen kendi kendimizi aşağılamayalım. (Ayrıca büyüklerimiz bira şişelerini de toplayıp marketlere/bakkallara veriyordu, bunu da ekleyeyim)

Ayrıca, biraz daha açıklayıcı olsun diye şunu da ekledim:

Yurt dışında yaşadığım için de az çok bir şeyler biliyorum, ona istinaden yazıyorum. Ülke vatandaşlarımızda malesef yabancılara ve onların yaptığı işlere karşı bir aşağılanma duygusu var. Almanya’da insanlar birbirlerini şikayet ederek bu temizliğe ulaşıyorlar fakat bunu yaparken de bazı şeylerden uzaklaşıyorlar. Mesela komşuluk ilişkisi yok. E sen komşunu sırf cam artıklarının atılması gereken konteynıra yanlışlıkla plastik şişeleri attı diye komşunu şikayet edersen tabi komşusuz kalırsın, komşuluk ilişkin olmaz (bizzat yaşadığım bir durum). Artık şu aşağılanma olayına üniversiteli insanlar olarak (buradakiler için söylüyorum) vazgeçmemiz gerek 🙂 Üzüldüm açıkçası.

Sıkılmıştım. Artık aşağılanmaktan, başkaları tarafından “bizim ülkede olsa” lafından bıktım usandım. Birincisi, biz gerizekalı bir toplum değiliz. Çok zor dönemlerimiz oldu. Ülkemiz Kurtuluş Savaşı gibi büyük bir savaştan çıktı, kendi başına! Onca devletin saldırdığı bir ülkenin anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğmasına mucize denmeli. Hiçbir millet bu kadar kısa sürede bu düzeye gelememiştir. Bundan kesinlikle atalarımız adına övünmemiz gerekir. İkincisi, vaktinde kolonyalizm politikasıyla başka ülkeleri vampir gibi sömüren ülkeler, şuan o küçük kara parçalarında az nüfuslarıyla tabi modern bir şekilde yaşarlar. Önemli olan kendi imkanlarıyla, başkalarının üstüne basmadan yükselebilmek. Daha bunu bile yapamayan ülkelerin bizi aşağılaması kadar gülünç bir durum yok. Ha keza, kendi vatandaşlarımızın da kendi kendilerini aşağılaması kadar gülünç bir durum yok.

Plastik olayına gelince. Yukarıda yazdığım gibi annemle birlikte, alışveriş yaptığımız yerlerden topladığımız fişleri ayın sonunda masaya koyar, bakkaldan aldığımız listeli zarflara bir bir yazar, alt alta toplardık. Zarfın yapışkanlı tarafını, gelecek olan parayı düşünerekten bir hevesle yalayıp yapıştırırdık. Hani gelen para milyonlar değildi belki ama en azından bir sonraki okul döneminin kitaplarının bazılarını almaya yetiyordu. Çok iyi hatırlıyorum, yedinci sınıfta, parasızlıktan annemin beni zar zor yazdırabildiği bir dershaneye gidiyordum. Dershanede ablamın liseden arkadaşının kardeşi de var. Çantası da Eastpak. Çocukluk işte, bir heves edip ağlaya zırlaya annemden istemişim aynısından. Kadın ana, oturur mu yerinde çocuğu ağlarken. Bir akşam çıkarttı fişlerin hepsini. Alt alta toplamaya başladı. Toplam tutar bir milyardan fazla, eski parayla. O rakama da kırk beş lira falan geliyor devletten. Annem o aldığı kırk beş lirayı getirdi önüme koydu ve “hadi git al” dedi. Çocuktuk işte, sevine sevine gitip aldık çantayı. Şimdiki aklım olsa oturur ağlardım annemin dizine sarılarak. Ne zor şartlarda yaşamışız meğer. Ben bilmezdim ama annem çok iyi bilirdi. Her neyse. Biz de Almanlar gibi küçük de olsa bir şeylerden para kazanmaya çalıştık. Yaptığımız işin devlete katkısı, işletmelerin vergi kaçırmamalarını sağlamak oldu. Almanların bu yaptıklarının Almanya’ya katkısı, tertemiz bir çevre oldu. Demek ki bizimkiler vaktinde vergi kaçırmanın önüne, Almanlar da çevre kirliliğinin önüne geçemiyormuş.

Büyüklerimiz de (çocukların tabiriyle) kahverengi şişeleri (bira şişeleri) biriktirip bakkalara vermesi, gösterebileceğim bir diğer örnek.

Lütfen artık kendimizi ve ülkemizi aşağılamayı bırakalım; tarihimizden de utanmayalım. Bizim her ne kadar kötü bir mazimiz olsa da, diğerlerinin bizimkinden daha da kötü bir mazisi olduğunu unutmayalım.

Kasım

20 Kasım 2015

Askerden geldiğimden beri kendimi bir türlü toparlayamadım. Hastalık üstüne hastalık… Kendimi iyi hissediyorken birden nefes nefese kalabiliyor, öksükrükler göğsümde gökyüzündeki şimşekler gibi canımı yakıyordu. Her bir öksürükte içimden bir şeyler eksildiğini hissedebiliyordum. Bazı hücreler ölüyor olabilirdi. Geceleri pek uyuyamıyorum sırf bu yüzden. Kendimi birden oturur pozisyonda buluyor ve sol tarafımdaki masamda duran ilacı alıp ağzıma sıkıyordum Biraz iyi hissedince tekrar uykuya dönmeye çalışıyordum. Tabi nafile. Öksürük insanı hiç bırakır mı? Göğsüne saplanıp kalır, gidene kadar onun esirisin. Her nasıl oluyorsa, geceleri uyandığımda sırtımın buz gibi olduğunu hissediyorum. Üzerimi açıyorum, doğru, ama üstüm açık olmadığı zamanlarda da böyle hissediyorum, garip. Kısacası geceleri uyuyamıyorum. Bazen deliksiz uyuyabilmek için gecenin bilmem kaçlarında yatıyorum, uyku bastırsın diye o saatlere kadar bekliyorum ama bu kez de sabahları erkenden uyanıyorum. Gece saat dörtte yatıyorsam sabah dokuzda uyanıyorum, öksürük ve sırt olayı yüzüden.

Bu gece öksürüğüm o derece kuvvetliydi ki, içeriden annem uyanıp geldi yanıma. Annemle aram bozuk, daha bugün tartıştık. Tabi anne yüreği, dayanamıyor. Nefes alamadım doğru dürüst. Hemen masamdaki nefes açıcı ağız spreyinden kullandım, biraz kendime geldim. Annem de çocukken üzerimde çok uyguladığı bir tedavi yöntemini kullandı. Buhar tedavisi. Tencerenin üçte birine kadar su koyuyoruz. Biraz Vicks koyduktan sonra altını yakıyoruz. Su ısınırken yavaş yavaş buhar çıkıyor. O buharı içimize çekiyoruz. Tabi annemiz çıkan buhar yüzümüzü yakmasın diye eliyle dağıtıyor. İşe de yarıyor. Biraz denedik ama pek işe yaramadı. Devamlı “Caner, acile götürelim mi? Götürelim mi ha, götürelim mi?” diye sorup durdu. Her defasında da hayır dedim. Kullandığım sprey az da olsa işe yaramıştı. Biraz dik oturdum, kendime geldim ve sonra tekrar yattım. Bu arada annem babamı uyandırmış acile götürmek için. Babam yanıma gelip bir şeyler söyledi ama ne dediğini hatırlamıyorum bile. Babam sonra gidip yattı. Annem de yanımda durdu uzun bir süre. Sanırım ben uyuduktan sonra o da gidip yatmış. Sabah öksürük yüzünden uyandım. Annem yanıma geldi tekrar ve bu kez “Caner, hastaneye götürelim mi? Götürelim mi ha, götürelim mi?” diye sordu. Artık hastaneye gitmem gerektiğini düşündüğümden gidelim dedim. Arabayla işe gitmek üzere olan babamı aradı ve hastaneye gideceğimizi söyledi. Bindik araca, gittik hastaneye. Hastaneye gitmeyeli uzun zaman oldu. Çocukken ne çok giderdim. Bir keresinde astımım o kadar çok ileri gitmişti ki, hastanede yatmak zorunda kalmıştım. Annem koridorda şu evde denediğimiz buhar tedavisinde kullanılan makinelerden bir tanesini bulabilmek için dolaşırdı hep. Neyse, gittik hastaneye, kayıt yaptıracaz. Görevli, SGK’lı olmadığım için farklı bir fiş kesti ve karşıdaki binadan ücretini ödemeniz gerekli dedi. Ben dışarıdaki banklardan bir tanesinde otururken annem ödemeyi yapmaya gitti. Bu esnada kadının biri geldi yanıma oturdu. Nasıl öksürüyor, nasıl öksürüyor… Bir de baktım sıgara içiyor. İçimden dedim ki “Ulan kadın! Hem hastasın, hem sigara içiyorsun!”. Kalktım oradan, başka bir yere oturdum. Yanında genç bir delikanlı oturan teyzenin biri de dönüp “Börek hastası mısın yavrum?” dedi. “He teyze, nasıl anladın?” diye soracaktım o sinirle ama söylemedim tabi. Ya göğüs hastanesinin önündeki banklarda oturuyoruz. Nasıl böbrek hastası olabilirim teyze ya… “Soğukta oturma evladım, hasta olursun” dedi. “Teyze, zaten hastayım” diyecektim ama yine demedim. Neyse annem geldi iki dakka sonra, içeri geçtik. Muayene ücreti ne kadarmış diye sordum anneme. “Otuz lira” dedi. Nehh! Otuz lira mı? Devlet zengin olur lan bu parayla! İki saat doktoru bekledik. Hastalar doğal olarak söylenmeye başladı. Doktor nerde, bu saatte doktor niye yoghh… Valla doktorların işi de zor hani. İlla oradaki hastalara rapor vermesi lazım. Kadın çıkmış yukarıdaki yatalak hastalarına bir bakmış. Neyse, biz içeri girdik annemle. Konuştum doktorla, sevimli bir kadın. “Boğazın çok kötü, yan taraftan röntgen çektirin bir de öyle bakalım” dedi. Yanındaki asistanı da “röntgen ücreti 28 lira, karşı binadan ödeyip gelebilirsiniz” dedi. “Ulan adam mı soyuyorsunuz?” dedim, tabi içimden söylüyorum. Oha! Ya hayat pahalılaşmış, ya da bunlar bizi kazıklıyorlar. Hayat pahalılaşmış, sonradan öğrendim. Neyse, annem, kadıncağız yine gitti ödeme yapmaya. Ben yine dışarıdaki yerde oturuyorum. Tabi bu kez sigara içen göğüs hastaları yok piyasada. Rahat rahat oturabiliriz. Annem geldi, içeri gittik. Röntgen çekilen yerde beklemeye başladık. Yaşlı insanlar dolu, haliyle. Önümdeki amca, bir şeyler anlatıyor, anlatıyor ama ne anlatıyor hiç bilmiyorum. Sohbet diyince annem için akan sular durur. Amcayla hemen sohbet etmeye başladı. Kadın iki dakka yerinde sus pus oturamıyor ya. Üzerimdeki elektronik-metal eşyaları verdim ve içeri geçtim. İki dakkada film çektiler. Gördüğüm en kısa metrajlı filmdi. Doktorun yanına geçtik. Fala bakar gibi “Ciğerlerinde bir sıkıntı yok, burnunda eğrilik mi var?”. Kadın, kadın! Sen göğüs doktorusun, KBB değil. Annem ayak üstü iki dakka çocuklukta yaşadığım sıkıntıları anlattı. Vurulduğum o yüzden fazla aşıyı anlattı. Doktor ilaçları yazdı, gönderdi. Durağa geçtik. Annem ilaçların fiyatını merak etti ve karşıdaki eczaneye sorup geldi. Ne kadar diye sordum, “elli” dedi. Neh!! Elli mi? Vücudumdaki elektrik dalgalarını hissedebiliyordum. Fazla zaman geçmeden otobüsümüz geldi. Dünyayı dolaştık kırk dakkada. Eve gelmeden üç durak evvelde inecektik. Amacımız, mahallenin sağlık ocağına gitmekti. Neden gittiğimizi burada yazmıyorum. İşimizi hallettikten sonra evin yolunu tuttuk. İlginçlikler bizi bulur. Bulvarın üzerinde giderken kadının bir tanesi durağın önünde bize sağlık ocağın yerini sordu. Teyzemiz, güneş gözlüğünü takmış, kibar kibar sorusunu sormuş ve bizden cevabını bekliyordu. Biraz ileride olduğunu söyledik. Annem durdu durdu “Ya ben sizi bir arkadaşıma benzetiyorum, Xtina?” Xtina mı? Ne Xtinası? Şaka şaka. Kadının adını hatırlamıyorum. Sasa’da iş arkadaşıymış annemin. Bir olay olmuş ve kadın çekip gitmiş Sasa’dan. Annem olayı anlattı da üzüldüm yani kadın için. “Güzel de bir kızdı” deyip deyip durdu annem. Eczaneye gidip ilaçlarımızı aldık. Puff… Kendimi ayaküstü soyulmuş hissediyorum. Şu sağlık olayı ne kadar da önemliymiş. Allahtan maddi durumumuz normal de ilaçları falan alabiliyoruz. Alamayanlar napıyordur kim bilir? Yine karamsarlığa bağladım. Eve gelir gelmez uzandım televizyonun karşısındaki koltuğa, bir uyumuşum, bir uyumuşum. Saat akşam altıda kalktım. Kafa olmuş bir milyon.

Kasım

14 Kasım 2015

Bugün, sabah, daha doğrusu gece, Paris’te yapılan terorist saldırısıyla ilgili haberlere bakmakla geçirdim. Şuana kadar en az 127 kişi hayatını kaybetti, BBC’nin bilgilerine göre. Ölen insanlar tabiki masum insanlardı, terörizm yine masum insanları katletmeye devam ediyor. En son Charlie Hebdo’ya yapılan saldırılardan sonra Avrupa’da, özellikle saldırının yapıldığı Fransa’da İslam karşıtı olayların artması, islamafobinin daha da güçlenmesine neden oldu. Almanya’da toplanan Pegida adındaki örgüt, İslam karşıtı olanları bir araya toplayarak eylem yapmakta. Daha geçen gün haberlerde izledim, Hollanda’daki Türklerin can güvenliğinin azaldığını söylüyor yetkililer. Avrupa’da müslüman olmak demek, canlı bomba olma ihtimalin var demek. İnsanlar artık müslüman olan yabancılara terörist gözüyle, canlı bomba gözüyle bakmaya başladı. Aslında böyle bir korku vardı ama sonradan yapılan saldırılarla korkunun şiddeti arttı. Şöyle bir durum da var. Ülkeye giren Suriyeli mültecilerin, gelirken yanlarında sorunlarını da getirdikleri düşüncesi var. Adamlar nereye gitse, orada bir sorunla karşılaşılıyor. Blogumda yazdığım bir yazıdan sonra Avrupa ülkelerinin Suriyeli – hangi ülkeden olursa olsun – mültecileri iltica başvurularını kabul etmek istemiyorlar. Onların kendi ülkelerinde yaşamasını, soylarını devam ettirmesini istemiyorlar. Zaten Avrupa’da gerçek Avrupalı insanların sayısı git gide azalmakta. Müslüman olan insanların çoğalma politikasını, cahiliyetlerini de işin içine katınca, kendi ülkelerinin gelecekte nasıl bir ülke olacağını, çocuklarının oluşan yeni ülkede sağlıklı yaşayıp yaşayamayacaklarını bilmedikleri için böyle bir korku var. Eğer toplumları git gide müslümanlaşırsa, durum kötü onlar için. Belki de bu yüzden kendileri yaptı bu saldırıyı. Bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Hem mültecileri başka ülkeye göndermeye çalışacaklar, hem de bir savaş olma durumunda ellerinde geçerli bir neden olacak. Kötü bir politika ama elde ne kadar neden olursa o kadar iyi Avrupalı ülkeler için.

Twitter’da okuduğum bir yazı, Suriyelilerin böyle bir şeyi yapmış olma ihtimalinin çok düşük olduğunu gösteriyor: To people blaming refugees for attacks in Paris tonight. Do you not realise these are the people the refugees are trying to run away from..? (Bu gece Paris’te yapılan saldırıda mültecileri suçlayan insanlara… Mültecilerin, savaştan kaçmaya çalışan insanlar insanlar olduğunu farkedemiyor musunuz?)

Adamlar savaştan kaçıp normal bir hayat yaşama arzusuyla Avrupa’ya geliyor ve orayı bombalıyorlar? Hem de kendi aleyhine?

Kasım

12 Kasım 2015

I’m looking for job. Please somebody employ me, lol. I’m not kidding, it’s what i think nowadays. I should begin to work. I still don’t know what i should do. I would like to write so many words, sentences, pharagraphs but have no time for this. Because it’s almost four o’clock and i need to look something funnier and more entertaining. Moreover, i need stuff to talk about. I have nothing right now except time. After I begin working, I do not have time to do these kind of useless things. Can’t do these so many things on my spare time, i’m sure. Anyway, I’m off now.

Kasım

8 Kasım 2015

Today, I met with Buket in Starbucks. She is one of my oldiest friends. She started to work at Sheraton Hotel in Adana. I listened her experiences which she talked cheerily. I’m so happy for her because she looks happy on her job. Of course there are so many annoying people on her workspace. It’s seriously so hard to handle with people who don’t care what you feel or what you think. That’s disadvantage on her job but she has to overcome all these shitties. Businesslife is not easy as we thought before. You should be patient and seem like happy. Your reactions must be appropriate. She alsa talked about her friendships. Her friends misunderstood her so many times. You know what they say, “A friend is someone who knows all about you and still loves you”. Maybe they didn’t love her enough. If they did, why would they leave her alone? Clearly something’s wrong with them. Okay, they may saw something which i couldn’t see but even this, they could explain it to me as well. I really don’t understand friendships sometimes. It’s like breakable vase which has so many beautiful flowers. When somebody crack it knowingly or unknowingly, the water in the vase starts to pour and flowers fade. I’m the person who doesn’t care about these things. If somebody hurted me, or tried to hurt me, I would quited the friendship. Of course it was not a good. In the end, I left this characteristic for some good reason. I learnt,

Friendship is not only hard to make but also easy to break.

Kasım

7 Kasım 2015

I want to write down so many thing i think but I can’t find this enthusiasm on myself. Today, I met one of my closest friends, Burkay. He called me about eight of the clock and told me lets meet at nine. Told him okay then put my clothes on and sneaked out. I didn’t wanna go out with empty stomach because i didn’t know what we would drink. If we drunk some beer, my stomache should be full. Otherwise, it could make me sick/bored. We met on Barajyolu Avenue, walked along the avenue. We walked so much as far as middle of Turgut Özal Avenue. Got in a pub which i like so much to be in. Talked about so many things necessary, unnecessary, local issues, global topics…Everything comes to your mind. Afterwards, we walked again till we came to Duygu Cafe. On this point, I left him and went home.

Kasım

6 Kasım 2015

I don’t know what to do right now. This darkness is killing me. Some kind of feelings, I have. Today, I woke up late, about 11 a.m. Washed my face, had my breakfast, watched tv etc. Very usual day for me again, routines. Papa called me on and he said my grandma was gone to emergency this morning. I was shocked. I put my clothes on and went to hospital. I’d like to introduce this hospital because it looks like indian bazaar. Everywhere in hospital is about to collapse. All these shitty signboards, very big letters, arrows along the hallways… Never seen this kind of hospital on my life. I waited for elevator but it couldn’t come because of some shitty idiot people. I used stares. Saw cardiology department sign and i seeked my grandma around. I asked her name to nurse, she checked and said she was on the intensive care. Hoped she was okay.  After I paced up and down, went down in the lift to first floor. Went out and waited a while. After some mins, I saw my aunt while she was going inside. Catch her up, hug, and asked where my grandpa was. She pointed a room, i glanced into the room and saw my grandma. She was good rather than i thought. She was smiling at me. I hug her and i said i was looking her on the fift floor. A doctor came to the room and checked her stability. Everything was usual, he said. She was yelling about her stomachache but doctor said that was normal too. After some mins, pain was gone. I brought some needs they wanted. One of nurses came with wheelchair and took my grandma through the elevator. We waited some mins (we waited so many times for nothing, that’s why i write “we waited…”, wasted our times for waitings) for elevator – big one – and got in. Nurse took my grandma quickly to room reserved for her. She lied slowly. Nurse brought oxygen tube to help my grandma’s breathing. Suddenly grandma asked me to change the channel on tv. I ask for permission from other patient to change. Cahnged the channel to a dating programme. Three hours later, I kissed my grandma and aunt before leaving them. There was nothing i can do, as aunt said. I went home with my sadness. She would be there without any relatives. This is the fact that there could be nobody beside her even her daughter. It was forbidden, rightfully.

Ekim

29 Ekim 2015

Çok fazla yazmak istemiyorum. Son hafta korgeneralin gelmesi, bütün yatış planlarımı altüst etti. Bu hafta giderayak yapılan bir kazık gibiydi. Yine de sabırla geçmesini bekledim günlerin. Eninde sonunda gelip gidecekti komutan. Askerliğimin son gecesi pek iyi uyuyamadım. Hava soğuktu ve üstümü açtığım anda sırtımda soğuk bir hava dalgası hissediyor, ardından gözlerimi açıyor, üstümü kapatıyordum. Sabah uyandığımda sanki hala gidemeyecekmişim gibi hissediyordum. Çantam dünden hazırdı, yatağımın altına koymuştum ne olur ne olmaz diye. Eşyalarımı giyer giymez etrafımdaki arkadaşlarımla vedalaştım. Bölüğün yarısı kahvaltıya gittiği için ben de yemekhaneye gittim. Teker teker arkadaşlarla vedalaştım. Ardımdan hemen Ümit geldi, o da bazı arkadaşlarla vedalaştı, bir bardak sıcak çay aldı, içti ve gitti. Ardından ben de dışarı çıktım. Terhis belgemi almak için yazıhaneye gittim, belgelerimi aldıktan sonra oradaki komutanla vedalaştım. Dışarı çıktığımda kapının yanına bıraktığım çantamın orada olmadığını gördüm. Arkadaşlar saklamışlar çantamı, adet gereği. Orada bulunan arkadaşlarla da vedalaştıktan sonra bir baktım, Murat benim çantamı almış sallıyor. Kapının üstündeki yere fırlattı çantayı birden. Normalde hiç hoşuma gitmez bu tip şeyler ama hoşuma gitmişti. Onların yapması hoşuma gitmişti, çünkü o insanları gerçekten de seviyordum. Vedalaştıktan sonra üstüne bir de selfie çekildik. Çantamı Orhan kaptı elimden, ben götürecem dedi. Onunla yavaştan yol alırken geriye baka baka yürüyordum. Harbiden oradan artık gidiyordum. Askerliği geride bırakmıştım. Sanki bir şey kopup gidiyordu. Arkadaşlarımdan ayrılıyordum. En çok koyan şey oydu aslında. Orada delikanlı gibi olan adam gibi adamlar vardı ve ben gidiyordum. AMK’ya gittik, oradaki arkadaşlarla da vedalaştık ve Doldur Boşalttaki komutanımla (Disiplin Subaylığı’nda birlikte çalıştığımız komutan nöbetçiydi o gün) biraz konuştuktan sonra AMK’da nöbetçi komutanım beni nizamiyeye araçla götürdü. Pek kimse sevmezdi ama bana sorsalar iyi derdim. Orada nöbetçi olan başka komutanlarla da vedalaştıktan sonra Nizamiye’de bekleyen arkadaşlarla sohbet ettik. Ümit de oradaydı. Benim gelmemi bekliyorlarmış. Uzun uzun konuştuktan sonra onlarla da vedalaştık. Adet orada da yerini buldu, çantamı alıp yere fırlattılar. Çok önemsemedim çünkü onları da seviyordum. Nöbet tutan arkadaşlara elveda dedikten sonra aklıma en yakın arkadaşlarımdan biriyle vedalaşmadığımı farkettim. Uğur Kahveci ile vedalaşamamıştım. Bana nöbette olduğunu söylemişlerdi ama nerede olduğunu söylememişlerdi. Ben de Nizamiye nöbetindedir diye direk Nizamiye’ye gelmiştim. Halbuki diğer tarafta nöbetçiymiş. Vedalaşamadan gitmek kötü olmuştu. Halbuki ben neşesi yerine gelsin, baktığında beni hatırlasın diye üzerinde “Gerek yok – canergz” yazan bir not bile bırakmıştım. Uğur kendimi yakın gördüğüm ender insanlardandı. Geriye baka baka gitmek, yaşanan zorlukları, sevinçleri, arkadaşlıkları geride bırakıp gitmek insana çok şey kattığını kanıtlıyor. Askerlik insanı olgunlaştırıyor. İnsan ömründe bir kez askerlik yapar. Bu şansımı bu insanlarla geçirdiğim için hiç pişman değilim. Tam tersi, müteşekkirim. Ümitle taksiye binip şehrin merkezine gittik. Orada bizle aynı uçağa binecek olan tertiplerimizle (Ziya & Selman & Bayram) buluşup önce bir kahvaltı yaptık, ardından okey oynamaya gittik. Yapılacak bir şey olmayınca kıraathaneye bile gidermiş insan. Bayram vakti geldiğinde bizden ayrıldı. Bir buçuk saat oturduktan sonra havaalanına gitmek için taksiye atladık. Checkin işlemlerimizi yaptık, kapıların açılmasını bekledik. Uçak geldi, havalandık. Bir saat sonra Ankara’ya indik. Çantalarımızı aldıktan sonra Ziya’yı uğurladık. Geri kalan üç kişi olarak AŞTİ’ye gittik. Ümit’in otobüsü beşte kalkacağı için ilk önce onun işini hallettik. Sonrasında vedalaştık ve dağıldık. Buraya kadarmış. Askerlik ile ilgili gördüğüm en son şey onlar oldu. Oradan dolmuşa atlayıp ablamların evlerinin önünde indim. Asansörle yukarı çıktım ve zile bastım. İpek’in “dayım geldi, dayım geldi” diye bağırdığını duydum. Kapı açıldı ve İpek’imi, İlker abimi, kucağında üç ay önce doğan yeğenim İhsan’ı ve sonrasında ablamı gördüm. İpek’imi öptükten sonra ablamı öptüm ve sarıldım. Birden ağlamaya başladı. Benim de gözlerim doldu biraz. Belli etmiyordum ama çok özlemiştim onları. İpek’in fotoğrafını cüzdanımda saklıyordum. Ne zaman cüzdanımdan bir şey çıkartacak olsam, İpek’imin resmini görüyordum. Bu gün benim için unutulmayacak bir gündü. İnsanın sevdiklerinin yanında olması kadar güzel bir şey olamaz. Ne kadar kıymetlerini bilemesek bile onlar olmadan hiçbir şeyiz. Basit bir gerçek.

Ekim

18 Ekim 2015

Son 10 gün. Sonlara yaklaştıkça moralim biraz daha iyi oluyor. Günlük hayattaki düşünce yapıma yavaş yavaş geçiyorum. İnsanları umursamamaya devam ediyorum. Son birkaç gündür içi fesat dolu biriyle uğraşıyorum. Bölükte elle tutulur bir işle uğraşmayıp üstüne bir de her daim söylenen biriyle. Son bir iki haftadır beni resmen süzüyor, nazar değdirecek. O türden biri. Kendimi ondan ne kadar uzak tutarsam o kadar iyi. Şöyle bir kanı vardır, kendine uzak olandan değil, yakın olandan korkacaksın. Uzak olan kişi sana zarar vermek isteyen en son kişidir. Sırtından bıçaklayacak adam uzak durmaz.

Ekim

14 Ekim 2015

Son 14 gün. Sadece iki haftam kaldı. Bugün akşama kadar bir sorun yoktu. Erkan başkanı olayından sonra karargah binasına çekinerek girdim. Benim yüzümden komutanlar laf yemişti. Konunun benimle bir ilgisi olmayabilir ama sonuç olarak etkilenen yine ben oluyorum. Akşam bölükte pek sevmediğimiz bir komutan nöbetçiydi. Akşam içtiması öyle böyle, bir şekilde alındı ve yukarı çıktım. Ayaklarımı şöyle bir uzattım. Biraz binanın içinde dolaştım. Terhisi yaklaşan iki arkadaş gece tostçusuna giderken beni de çağırdı. İlk başta evet dedim, daha sonradan vazgeçtim. Bir ton vaktimi alacaktı. Zaten gece devriyem vardı, erken yatmam gerekiyordu. Koğuşa geçip yattım. Biraz oyalandıktan sonra uyudum. Biraz uyuduktan sonra hayal meyal içeri birinin girdiğini, lambayı yaktığını gördüm. Daha sonra yüksek bir ses duydum. Firar vardı. Herkes uyandı, yataktan kalktı ve aşağıya içtima alanına gittik. İçtima alındı zar zor. Sevmediğimiz komitan geldi. Bizi sağa sola döndürdü, istikamet verdi, egildik kalktık, bir o yana gittik bir bu yana. Daracık alanda oradan oraya kostuk.  Hayvanları dar bir yerde eğitmeye çalışırsın ya, işte öyle oldu bizimkisi de. Duruma şikayetçi olanlar da vardı, alay edercesibe “zevk alıyorum” diyenler de. Bu zevk alan arkadaş yüzünden de istikamet yedik bir güzel. Bölük komutanı gelse de şu duruma bir dur dese dedik içimizden. Neyseki fazla vakit geçmeden geldi. Firar olduğunu sandıkları bölüğe gittiklerini, oradan gece tostçusuna geçtiklerini anlattı. Gece tostçusunda içeride beş on kişinin tost yediğini görmüşler. Ulaştırmaya giden 94/4 geubunun da gizlice kendilerinden kaçtıklarını (neden böyle bir şey yapmışlar anlamadık) söyledi. Biraz nutuk attıktan sonra bizi bıraktılar. Sinirlenmiştim, hayvan gibi oradan oraya sürülmemizi kaldıramamıştım. Kendime yediremedim.

Ekim

13 Ekim 2015

Son 15 gün. Mutlu sona yavaştan yaklaşıyoruz. Asıl hayat 15 sonra başlıyor. Yapmam gerekenler hala kafamda, sırasıyla onları yoluna koymam gerekiyor.

Dün ilginç bir olay oldu. Personel Şube’de bir komutanın verdiği işi şube müdürünün odasındaki bilgisayarda yapıyordum. İşi veren komutan tugaylardan birinden telefon geleceğini, bir astsubayın ismini vereceklerini söyledi. Ben de tamam deyip işime devam ettim. Yapmam gereken işi tam bitirmiştim ki bir telefon çaldı. Komutanın bahsettiği taburdan arıyorlar sandım ve telefona baktım. Komutanın biriydi. Aramızdaki konuşma aynen şu şekilde:

“Şube komutanı orada mı?”
“Hayır komutanın, burada değil.”
“Sen orada mı çalışıyorsun?”
“Evet komutanım.”
“Ne kadar süredir orada çalışıyorsun?”
“İki üç hafta oluyor komutanım”
“Yetkili kim var orada?”
“Uzman çavuş komutanım”
“Üsteğmen (burada yanlış anlıyor) beni arasın.”
“Komutanım, isminizi alabilir miyim?”
“ERKAN BAŞKANI.” – Burada ben şok.
“Emredersiniz komutanım.”

Meğer erkan başkanıyla konuşuyormuşum iki saattir. O şaşkınlıkla üsteğmeni aradım ama bulamadım. Uzmanın yanına gittim ve ona anlattım durumu. Pek sallamadı. Sonra ilerden üsteğmen geldi ve erkan başkanının aradığını söyledim. Sonra da işime devam ettim.

Bugün yine bilgisayar başında harıl harıl çalışırken bir komutan girdi içeri. Kimin girdiğibi görmedim, yanımdaki uzman çavuş kalktı diye otomatik olarak kalktım. Kafamı bir çevirdim ki erkan başkanı. Omuzunda çelenki ve yıldızlarıyla gelmiş. Beni gösterip “Bu çocuk yarın bir gün gittiğinde dışarıda asker bilgisayar işinden anlamıyor derse ne olur?” dedi. Ben de “Estafurullah komutanım” dedim. Bunu dedikten sonra gitti. Ortada benlik bir durum yoktu. Komutanlarla ilgiliydi. Bana telefona bak diyen komutan “Erkan başkanıyla sen mi konuştun?” dedi ve ben de olayı anlattım. İşlerimizi halletmeye çalıştık. Saat altı gibi bitti ve hemen yemek yemeye gittim. İçtima daha yeni alınıyordu. Komutandan izin isteyip yemeğe gittim. Yemekten sonra sıraya geçtim. Selim yanıma gelip “Erkan başkanıyla sen mi konuştun?” dedi. Evet dedim. “Aferim, üsteğmeni fırçalamış senin yüzünden” dedi. Sanki suçlu benmişim gibi. Güya bir de üç aydır orada çalışıyorum demişim. Yukarda bu konu yüzünden tartıştık. Daha ne olup bittiğini anlamadan hemen suçlamaya başladı beni. Boş durur muyum? Tabiki hayır. Ben de ağzıma ne gelirse söyledim. Sonra barıştık tabi.

Ekim

10 Ekim 2015

Son 18 gün. On sekiz gün sonra evimde olacağım. Kendi akranlarımın gözünde büyüttüğü askerliği altı ayda bitirip geride bıraktım sayılır.

Beş gün önce çok garip şeyler oldu. Kendimi tutmaya çalıştığım onca gün boşa gitti. Pişman mıyım, sanırım hayır. Gözümün önüne geldikçe biraz garip oluyorum. Neyse. Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da personel şubede çalışıyorum. Gidene kadar orada kalacağım, öyle görünüyor. Zaten disiplin subaylığında pek vakit geçmiyor. Önce iyi gibiydi fakat son günlerde sıkmaya başlamıştı. Yoğun iş, temiz kan gibi geldi. Dün, arama yaptılar. Üzerimizdekilerin hepsini kepin içine koymamızı istediler. Üzerimde ne varsa çıkarıp kepimin içine koydum. Önemli bir şey yoktu, flash disk hariç. Onu da zaten sadece kantinde film izlemek için kullanıyorduk. Komutan geldi, şöyle bir tarafı üstümü, kepin içindeki cüzdanı aldı, içine baktı, geri bıraktı. Bu kadardı işte arama. Normalde oradaki askerlerin yarısının üzerinde cep telefonu vardı. Tabi herkes telefonu bir yerine soktuğu için komutanlar bulamadı, ya da orada olabileceğini düşünemediler. Aramada, soğukta o kadar bekledikten sonra görev yerlerimize salıverdiler bizi.

Havalar soğudu. Henüz emir gelmesine rağmen parka ve uzun kollu gömlek giymemize izin verdiler. Kendileri de giymeye başladı.

Sonbahar biraz geç geldi. Havalar son iki haftaya kadar gayet sıcak geçiyordu. Ta ki sıcak esen rüzgarlar birden soğuyana kadar. Bir müddet sadece soğuk rüzgarlar vardı, daha sonra hava da soğumaya başladı. Yağmurlar rüzgarları takip ettikten sonra anladık kışın yaklaştığını. Baharı göremeden kışa geçiş yaptık. Tugaya geldiğimiz ilk gün güneydeki dağların yarısı karlarla kaplıydı. Yazın karların yüzde doksan sekizi ortada yoktu. Şuan dağın yarısında kar var. Bölüğe geldiğimizde dokuz on aydır askerlik yapan arkadaşlar bize “şu dağdaki karların eridiğini hiç görmedim” derlerdi. Harbiden de öyleymiş. Biz de görmedik. Yazın çok az olmasına rağmen hala kar vardı üzerinde.

Kendimi biraz garip hissediyorum bugünlerde. Askerliğin bitmesine günler kala sanki buradan hiç gitmeyecekmişim gibi, sanki geri dönecekmişim gibi geliyor. Çok çabuk benimsedim sanırım. Hep böyle olmuştu zaten. Bir yerlere, insanlara alıştığım zaman çekip gitmiştim. Bu burukluğu gittiğim çoğu yerde yaşamıştım.

Son birkaç gündür erken terhis olayı kısa dönemler ve uzun dönemler arasında konuşulan tek konu oldu. O hak etti bu hak etmedi konuşmaları dönüyor ortada. Uzun dönemler arasında kimin hak edip kimin hak etmediğini bilmiyorum ama kısa dönemlerde… Personel şubede çalışırken erken terhis emrinin yayınlanması gerektiğini söyledi komutan. Bölüklerin erken terhisi hak eden kişilerin listesini göndermelerini istedik. Hatta bu emri benle uzman bir çavuş yazdık. Perşembe günü yayınladık, cuma günü kimlerin erken terhis alacakları belli oldu. Uzun dönemlerin arasında kura çekilmişti ve yedi sekiz kişi arasında sadece üç kişi seçildi. İçlerinden biri değiştirildi komutanın emriyle. Kısa dönemlerin arasında kura yapılmamıştı. Kimseye verilmeyeceği ortadaydı. En azından bir kişiye verebilirlerdi diye düşündük ama öyle olmadı. Cuma liste Personel Şubeye gönderildi, pazartesi günü yazılı sınav yapıldı. Ayrıca şınav barfiks gibi sporla ilgili yapılması gerekenleri de yaptırdılar. Sınava girecek olan askerler karargah binasının ilerisinde bekliyorlardı. Erken terhisin elinden kayıp gittiğini düşünen Selim Can, komutanına hemen bir saki çekti, ağladı. Komutanı da hemen bizim bölük komutanıyla konuştu ve Selim’in listeye girmesini sağladı. Yapılan şey kesinlikle haksızlıktı. Kısa dönemlerin arasında da kura çekilmesi gerekiyordu. Bizim emeklerimiz de o dakikada yok sayılmıştı. Saatlerce o sıcak güneşin altında yaptığım çim sulama, hazır kıta durumlarında yerlerde sürünmelerim, denetlemelerde kafamı patlatıp öğrenmeye çalıştığım boktan bilgiler, denetlemede komutanın yüzünü kara çıkarmama çabam, tören günlerinde yaptığım amele işler, her pazartesi sabahı güneşin altında üniformaları, kaskları, eldivenleri giyip bir saat boyunca sabit bir şekilde durup tugay komutanını sadece on saniye için beklemem… Bütün bunlar tamamen unutulmuştu. Ben başkalarının gözünde hiç çalışmamıştım. Disiplin Subaylığı’nda, sadece iş olduğunda çalışan asker gibiydim onların gözünde. Komutanlar sadece şunu bilirler. Bir kişi eğer komutanın gözü önünde çalışıyorsa o kişi çalışıyordur. İşte bu yüzden kaybettik biz. Kesinlikle üç günün hesabını yapmıyorum. Bana dokunan tek şey, insanlara şans verilmeden onların elinden haklarının alınmasıydı. Kimin hak edip kimin etmediği benim umurumda bile değil. Eğer kura çekilmiş olsaydı, “şans işte” der ve bunu kendime yedirirdim. Ama kimseye o hak – ya da şans – verilmedi. Ben kendimi hiçbir zaman başkalarına anlatmaya çalışmadım. Sadece yapmam gerekeni yaptım, elimden geldiğince. Başkaları yaptıkları işleri ballandıra ballandıra anlatırken, ben sadece dinlemekle kalıyordum. Çünkü benim yaptığım iş benim için pek bir şey ifade etmiyordu, anlatmaya değer işler değildi gözümde, ama onların yaptığı iş onlara göre çoktu ve anlatmaya değerdi. Selim’in erken terhisi almasına karşı çıkmıyorum. Benim karşı çıktığım tek şey, ismini komutanlara gidip yazdırmış olması. Ben o kadar düşmedim. Ne yaptıysam yapmam gerektiği için yaptım. Bir de şöyle bir durum var. Bölük komutanı, beni başka bir yere verseydi, oradaki işleri de yapacaktım. Yapmak zorundaydım da. Tıpkı Selim gibi. Selim de orada olduğu için oranın işlerini yapmak zorundaydı. Ben de orada olsaydım ben de yapmak zorunda olurdum. Şu son günlerde Personel Şube’de çalıştığım gibi çalışabilirdim bütün askerlik boyunca. Ama olmadı işte. Benim işim de parça parçaydı, bütün değildi. Eğer birleştirilebilseydi, şu anki çalışma temposu gibi olabilirdi. Tekrar üstüne bastırarak söylemek istiyorum. Selim’in erken teskereyi almasına bir itirazım yok, onun erken teskereyi alış şekline itirazım var. Yoksa Selim benim en yakın arkadaşım sayılır. Neden almasını istemeyeyim ki? Kura ile çekilseydi ve ona çıksaydı, konuşmalar buralara kadar gelmezdi. Kura çekildi ve ona çıktı olurdu.

Kafam karışık. Saçma sapan şeyler yüzünden kafamı karıştırıyor olmam canımı sıkıyor. Düşünmem gereken daha önemli şeyler varken basit şeyler üzerinde yoğunlaşmam, kendime yakıştıramadığım bir durum. İleriyi ve sonrasını düşünmem gerek.

Yanmam lazım.
Daha yol almam lazım.