Açılan Kategori

Aralık

Aralık

23 Aralık 2015

Bugünlerde içimden hiç yazı yazmak gelmiyor. Yazdığım günlerin tarihlerine bakılınca anlaşılıyor zaten. Resmen köreliyorum, kendimi köleleştiriyorum. Yapmak istediklerim, yapmam gerekenler, bir kenarda duruyor ve hiçbir iş yapmıyorum. Bu hale nasıl düştüm? Neden bu haldeyim? Kendimi toparlamam gerek. “Kendim” olmam gerek. Tanımlanmamış bir kaliteyi taşıyorum kendimde, biliyorum. Onu tanımlayabilecek kafa yapısını oluşturmam gerek. Çok okumalıyım, yazmalıyım. Kendime dersler oluşturmalıyım, onlara çalışmalıyım. -meliyim, -malıyım… Yapılacak çok şey var, zaman da var, yapacak irade yok. Sorun tamamen orada. İradeyi toplasam bile karşıma başka şeyler çıkıyor.

Parçalanıyorum gün geçtikçe. Arada halime şükrediyorum ama o da kısa sürüyor. Saçma sapan işler peşindeyim, ne yapmam gerektiğini hala bilmiyorum. Bir şans, biri elimden tutup çekse beni yanına da bu ortamdan kurtulup kabuğumu kırsam, asıl olan “kendim”e gelsem.

Silkelensem şöyle başım dönene kadar. Düşsem yere, çarpsam başımı duvara, kendime gelsem filmlerdeki gibi. Ama yok… Yok öyle bir dünya.

Açgözlü kurtların yaşadığı dünyada,
gözlerim bağlı, dans ediyor gibiyim.
Her şeyden habersiz.

Aralık

13 Aralık 2015

Bugün yine geç saatte uyudum. Kaçta uyuduğumu söylemeyeyim, geç bir saatti işte. Öğle vakti kalktım. Kafam davul olmuş her zamanki gibi. Arkadaşıma dün bisiklet sürelim mi diye soracaktım. İlginçtir ki bunu düşünürken bir de baktım mesaj gelmiş “napıyorsun?”. Telefon açıp konuştum, Ziyapaşa Bulvarı’ndaymış, eve gidecekmiş. “Bisiklet sürmeyi planlıyorum, bir buçuk saat sonra çıkarım” dedim. “Tamam o zaman haberleşelim” dedi. Tabi ben o kafayla ne dediğimi hayal meyal hatırlıyorum. Kafayı vurup uyumuşum. Bir saat sonra tekrar aradı. Kim bu ya diye telefona baktım. Sonra hemen aklıma geldi, saate baktım, bir saat geçmiş. Konuştum, yemekten sonra çıkarım dedim. Üstüme başıma bir şeyler bulmak için dolabıma yöneldim. Şortumu ve altına dizime kadar gelen ek ayaklığı giyecektim. Önceki dışarı çıkışımda epey bir üşümüştüm, bu kez de üşümek istemedim. Eşofmanlarımı çektim altıma, aldım bisikletimi, indim aşağıya. Sürdüm Turgut Özal’daki buluşma noktamıza. Hava henüz karanlık değildi, rahat rahat gidebildim. Arkadaşla buluştum. Aç olduğunu söyledi. Zaten McDonald’s’ın önünde buluşmuştuk. Biraz atıştırdı ve yolumuza başladık. Özal’dan Süleyman Demirel Bulvarı’na kadar sürdük. Bulvarın bir yerinden aşağıya indik. Arkadaş biraz yorulmuştu. “Bir yerde oturup kahve falan içelim” dedi. “Olur” dedim, Starbucks’a doğru gittik ama yer bulamadık dışarıda. Biraz ilerdeki Neşve’ye gittik. Dışarıda oturacak koltuklar vardı. Bisikletimizi hemen yanımızdaki demirlere bırakıp birer Afrika Çayı söyledik. Afrika Çayı’nı da ilk defa duyuyorum. Ne olduğunu sorduk garsona, hastalık için iyi gelen bitkisel bir çay dedi. Neyse, deneyelim dedik. Biraz sohbet ettik, üşüyünce kalktık. Arkadaşı evine kadar bırakıp geri döndüm. Annem çoktan salondaki klimayı açmış, oturuyordu. Papağanları da salona koymuş, gitmeden önce tembihlediğim gibi. İçimden “Evim evim güzel evim, sıcak evim. Allah’a şükürler olsun” dedim. Evde olmayı o kadar çok seviyorum ki. Kendimi güvende hissettiriyor. Başka bir eve taşınsak o güveni hissedemem sanırım. Çocukluğumun geçtiği ev, boru değil.

Aralık

8 Aralık 2015

Zaman çok çabuk akıp gidiyor. Yavaş yavaş, sakince yaşlanıyorum. Tabiki yanımdaki insanlar da öyle. Yapmak zorunda olduklarının arttıkça, hayat daha da sevimsiz hale geliyor. İnsanların kafalarında her daim bir kıyaslama terazisi var ve onlarla bir şeyleri tartıyorlar akıllarınca. Çok çabuk geçiyor zaman, gerçekten. Aynı noktaya geri dönemiyorsun ya, işte en çok bu korkutuyor beni. Bir gün yapayalnız kaldığımda, tek başıma, naparım bilmiyorum.

Hayat gerçekten de paylaşmakla ilgili. Bir şeylerimizi paylaştıkça anlamlaşıyor sanki. Kazandıklarımızı paylaşıyoruz. Vaktimizi paylaşıyoruz. Daha da önemlisi, ömrümüzü paylaşıyoruz etrafımızdakiyle. Aslında en önemli şey, vaktimizi harcamaya değen insanlarla arkadaş olmak. Aileyi, akrabayı bu kategoriye koyamayız tabiki. Onlar olmazsa olmazlarımız, değiştiremeyiz bir kere. Ama çevremizdeki insanları değiştirebiliriz. Arkadaşlarımızı, daha da büyüğünü düşündüğümüzde, toplumu değiştirebiliriz. Başka bir ülkede yaşar, ölebiliriz. Ölmek işte… Kilit kelime… Bizi korkutan, birinin başına geldiğinde kendini hatırlatan bir eylem. Zor, zor. Yaşamak da zor, tünelin sonunda ne olduğunu bile bile.

Aralık

4 Aralık 2015

Bugün kafam Vodafone’a bozuldu. Altı yıldır kullandığım bir GSM şirketi Vodafone. Askerdeyken bir sivil hat almıştım. Elli lira verip hattı aldım, yaklaşık yirmi beş liraya da dört yüz dakika bin SMS ve iki Gb internet aldım. Sonra şöyle bir düşündüm de, olan benim evdeki telefon hattıma her ay kırk lira ödüyorum, üstüne bir de yıllardır kullanıcısıyım, elin adamı geliyor dışardan, benden daha ucuza kullanıyor. Oha! Olaya bak. O kadar çok sinirlenmiştim ki. Yani Vodafone bizim için “ne de olsa uzun süredir kullanıyorlar, bırakmazlar, biz bunlara kazığı atalım, yeni gelecek adamları çekmek için ücretleri düşürürüz. Oradan alacağımız karı bu şekilde kapatmış oluruz” diyorlar herhalde. Oha ya! Yazarken bile sinirlendim şuan. Yok böyle bir saçmalık. Bir kere ticarette tanıdığa indirim yapılır, ya yapılmasa bile en azından eşantiyon bir şeyler verilir. Ne bilim küçük şeyler bile olsa iyi yine, çok şey beklemiyorum hani. Bu güne kadar ne ekstradan bir sinema bileti alabildim, ne indirimli bir burger menü yedim ne de ücretsiz dakika hediyem oldu. Ya hani şunu bile yapsa tamam derim. SMS kullanmayan kullanıcılara bin SMS gönderse, o bile iyi yani. Yok, o da yok. Ha bir de şu olay var. Bir ay önce, Barajyolu’ndaki Vodafone Shop’a gittik babamla. Benim kullandığım hat normalde babamın üzerine, onu benim üzerime alacağız. Gittik sorduk nasıl alacağımızı, görevli bayan “Önce Avea’ya gitmeniz gerekiyor. Hat Avea numarası olduğu için ancak oradan devir işlemi yapabilirsiniz. Üç ay sonra da tekrar Vodafone’a geçebilirsiniz.” dedi. Oha! Prosedüre bak. Tabi bunu yapabilmemiz için bir sonraki ayın altısı, yani bu ayın altısına kadar Avea’ya gitmemiz gerek. Neyse, bugün müşteri hizmetlerini aradık bize böyle söylediler diye. Müşteri temsilcisindeki bayan yok öyle bir şey olmaz, Vodafone’a gidip işleminizi kolaylıkla yapabilirisiniz diyor. Hobaa! Bu kez babam sinirlendi Barajyolu’ndaki görevliye. Niye bize yanlış bilgi veriyor diye. Babam üstüne bastıra bastıra defalarca sordu. Sonuçta konuşma kaydı yapılıyor müşteri temsilcisiyle konuşurken. Ters bir durum olursa, durumla ilgili ses kaydı dinletilecekti. Babam uzun uzun konuştuktan sonra kapattık telefonu. Aklıma uzun yıllar Vodafone’un müşterisi olan kişilere yapılan haksızlık geldi. Madem ben hem yıllardır fazladan para ödüyorum, o zaman numaramı kapattıracağım, her iki yılda bir yeni numara alacağım. Şimdi şöyle hesapladım. Ben kırk lira ödüyorum, yeni gelen adam hemen hemen aynı tarifeye yirmi yedi lira ödüyor. Yani ben fazladan on üç lira ödüyorum. On üç lirayı on iki ile çarparsan yaklaşık yüz elli lira eder. Ben neden o kadar ödeyeyim ki fazladan. En iyisi yeni bir numara alayım. Hem ne üstüme almakla uğraşırım ne de fazla para öderim. Babam bunun için tekrar aradı. Adama uzun uzun bu yazdıklarımı anlattım. Adam haklısınız diyemedi doğal olarak çünkü oranın çalışanı, nasıl desin? Daha düşük bir tarife olarak yirmi yedi liralık tarifeyi söyledi. “Yeni üye olanlar ne kadar ödüyor aynı tarife için?” dedim, “Yirmi beş lira” dedi. İşte yine daha ucuza konuşuyorlar dedim. “Ama onlar hat aldıkları için fazladan para da veriyorlar. O da aylık iki liraya denk geliyor” dedi. E tamam öyle olsun. O zaman uzun yıldır müşterisi olan biri ile müşterisi olmayan kişi aynı ücreti ödüyor? bu mantıklı bir şey mi yani? Arada bir farkın olması gerekmiyor mu? “Bize uzun yıldır para bayıldığınız için artık düşünme sırası bizde. Biz de sizi düşünelim biraz, indirim yapalım.” demiyorlar ama. Sinirliyim bu yüzden. Çok saçma yani.

Bu dünyada insanlar harbiden çok gerizekalı ya. Nasıl olur da bizim gibi akıllı insanlar zengin olmaz, ilginç doğrusu. Babasının oğlu diye, amcasının kızı diye bir yerlere gelen insanlar nasıl olur da bu kadar iyi yerlere gelebilirler. Acaba görünüşleri gerizekalı gibi, beyinleri mi akıllı anlamadım.

Bugün papağanların ve muhabbet kuşunun altını temizledim. Kafeslerini iyice deterjanlı suyla sildim, yıkadım. Uzun zaman olmuştu altlarını değiştirmeyeli. Onlara da üzülüyorum ya. Düşünsene, bir kafesin içinde ömürlerini geçiriyorlar. Allah’tan farkında değiller. Acaba farkındalar mı? Ben olsaydım kahrımdan ölürdüm. Hayata bir kere geliyorsun, onu da bir metre kare bile olmayan bir şeyin içinde geçiriyorsun. Bir de şöyle bir durum var. Bazen yemleri kalmıyor ve farkında bile olmuyoruz. O zaman da bizim farketmemizi bekliyorlar hayvanlar. Yazık ya. Cidden üzülüyorum onlara. Birinin eline bakmak gerçekten zor bir durum. Bunu söylerken benzetme yaparak söylüyorum. Aynı şeyler insanlar için de geçerli. Tek bir kişinin eline bakıyor olmak, ruh haline göre sana davranması. Mesela çocuklarının eline kalmış olan yaşlı yatalak insanlar. Allah’ım, çok zor bir durum ya. Haberlerde görüyoruz, annesini, babasını dövüyor. Annemin ya da babamın başına (Allah korusun) böyle bir şey gelirse ve ben de o dönemki streslerden dolayı onlara el kaldırırsam o eli kır Allah’ım. Çok kötü bir durum, inşallah yaşamam öyle bir şey. Aynı şey çocuklarım için de geçerli. Eğer çocuklarıma el kaldırırsam o eli kır yarabbim. Yüklü bir miktarda param olursa dörte böleceğim. Birincisi huzurevlerindeki yaşlılar için, ikincisi çocuk esirgeme yurtlarında kalan çocuklar için, üçüncüsü kansere yakalanan insanlar için, dördüncüsü de sokak hayvanları için. Milyarlarım olsa, ne alacağım milyon liralık evler, ne arabalar ne de lüks tatiller beni tatmin edebilir. Dünyadaki tek mutluluğun başkasını mutlu etmek olduğunu çok iyi öğrendim. Bana bunu öğreten şey, anne sevgisi olmuştu. Düşünsene, karşılıksız bir sevgi neredeyse. O kadar öz bir sevgi ki, kendine bile zarar verse aldırmıyor, yine de seviyor, çocuğum diyor. İşte o anne sevgisinden anladım, önemli olanın başkalarını mutlu etmek olduğunu.

Dünya gerçekten çok kötü bir hal aldı. İnsanlar, öldürülen insanlara göz yumuyor, sanki hiç olmamış gibi davranıyor, kendi başlarına gelene kadar. Bu hale mi geldi insanlık ya. Çok garip, dünyanın bir yerinde insanlar yukarıdan yağan bombalardan kaçmaya çalışırken, diğer bir yerinde insanlar, kafalarına düşen köpüklerle dans ediyorlar. Nasıl büyük bir eşitsizlik bu böyle. İnsana doğarken bile bir şans verilmiyor. Tak, bir bakmışsın Irak’ta, savaşın ortasında, yıkılmakta olan bir ülkenin vatandaşı olarak doğmuşsun. Senden bir sonraki ruh, Amerikalı zengin birinin jipinde, arka koltukta, kollarında altın bilezikler olan bir kadının kucağında evlerine doğru yola çıkıyor. Nasıl bir adaletsizlik bu böyle? Buna nasıl adalet diyebiliriz. Kendi çapımıza göre bir kavram üretmişiz adalet diye, gerçekte olmayan şeyler için eşitlik arıyoruz.

Garip ya, hayat gerçekten çok garip. Bazı kadınlar altlarında BMW araçlar o kafe benim şu kafe senin gezerken, bazı kadınlar da pazarın arta kalan, kenarda artmış üç beş salatalığı, domatesi ailesine yemek yapabilmek için topluyor. Şuan çok sinirliyim. Belki de bu yüzden nefret uyandıran şeyler yazıyorum. Bu adaletsizlik yüzünden bazı geceleri yatarken gözümden yaş bile gelmiştir.

O sokakta elinde mendil satan çocuklar orada saatlerce beklemeyi hakediyor mu? Kadınlar kocalarından dayak yiyip öldürülmeyi hakediyor mu? Hayvanlar sokak ortasında taşlanıp yaralanmayı, öldürülmeyi hakediyor mu?

Ne boktan bir haldeyiz hiç kimse farketmiyor mu? Biz ne haldeyiz şöyle anlatayım. Evimizden geldikten sonra televizyon karşısında birbirine laf sokmaya çalışan gerizekalıları izleriz, rezalet yeteneklerine rağmen bir gazla kameranın karşısına çıkan aptalları izleriz, elimizde kolamız, cipsimiz, şişmanlamaya çalışır, sonra da bu durumdan şikayet ederiz. Sabah uyanır, işimize gider, it gibi çalışır, eve gelir ve yine televizyon izleriz. Hayat bu değil. Eğer böyleyse, reddediyorum. Hayatımız bu olmamalı. Bu böyle devam etmemeli.

Bir şeyler değişmeli. İyiye gitmeli.