Açılan Kategori

Temmuz

Temmuz

22 Temmuz 2015

Bu hafta tutanak yediğim için çarşı iznim iptal oldu. Normalde pazar günü çarşıda olmam gerekirken sekizden akşam dokuza kadar silahlıkta durdum. Öğle arasında devriye attım. Devriyede sorun çıktı. Her neyse. Diğerleri – benimle aynı cezayı alan bir iki kişi – günde sadece iki saatlik nöbet tutarken benim silahlıkta o kadar saat beklemem pek adil değildi. Benden başka tutabilecek kimse yoktu herhalde. Bunun üstüne akşam hazır kıta olmam beni benden gerçekten aldı götürdü. Hani şanssızlık olur da bu kadar olur. O gün birçok şeyden nefret ettim. Haksızlıklardan, askeriyenin sorgusuz sualsiz yargılayışından, üst rütbelilerin sorumsuzluğundan, hemen hemen her şeyden. Dayanmaya çalışıyorum.

Son birkaç gündür uykusuz kalıyorum. Hazır kıtada gece saat on ikiye kadar beklemek zor oluyor bazen. Bütün gün üzerinde üniformayla geziyorsun. On ikiden sonra duş almak istesen saat biri buluyor. Zaten sabah altıda uyandırıyorlar. Yani kısacası her gün beş saat uyuyorum.

Yanımdaki arkadaşlardan bir tanesi yavaştan sinirlerimi bozmaya başlıyor. Adam resmen insanlarla oyun oynuyor. Kendinden aşağıda gördüğü insanları kullanmaya çalışıyor, onların üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyor. Milletin abi çektiği insanlara da kardeşmiş gibi yaklaşmaya çalışıyor. Şöyle söyleyeyim. Kendinden aşağıda gördüğü insanlara bir şeyler ısmarlatmaya çalışırken milletin abi çektiği insanlara bir şeyler ısmarlıyor, gözlerine girebilmek için. Böyle biri olduğunu zaten biliyorduk, düzelmiştir diye düşünmüştüm ama görünen o ki düzelmemiş. Yavaştan aradaki bağları zayıflatmaya çalışacağım.

Daha doksan küsür günüm var ama şimdiden normal yaşantımı özlemeye başladım. Sabretmeye çalışıyorum. Yapabileceğim başka hiçbir şey yok.

Şuan yazının devamını kantinde yazıyorum. Az önce gelen komutan kantinciyi çağırmam için beni yukarıya gönderdi. Yukarı çıktım ve kantinciyi Hasan Abilerin koğuşunda buldum. İlginçtir ki daha önce bahsettiğim arkadaş (bedavacı) da oradaydı. Adamlar bana “komutan bütün hazır kıtanın aşağıya inmesini söyledi” diyorlar ama kendileri yukarı çıkmış artist artist, ayaklarını ayırarak, kollarını kafalarının arkasına atmış uzanıyorlar. Hayatımda bu kadar artist insanı bir arada görmedim. Hani Hasan Abi tamam, adam görmüş geçirmiş ama diğerleri? Çocuk yirmi küsür yaşında ona buna kafa tutuyor, ukala ukala konuşuyor, külhanbeyiymiş gibi davranıyor… Basitliğin bu kadarı…

Yazıyı birer ikişer saat aralıklarla, müsait oldukça yazıyorum. Az önce evrak almak için karargaha gittim. İşimi hallettikten sonra dışarı çıkıp disiplin subaylığına gidiyordum ki karşımda Ergin Erdem’i gördüm. Ayağında çorap terlik, pat pat yürüyordu. Nereye gittiğini sordum. “Gidiyorum” dedi. Terhis olmuştu. Kulağındaki sorun nedeniyle tam olarak duyamıyordu ve çürük raporu almak için askeri hastaneye, Erzurum’a gitmişti. Oradan dönüp iki hafta sonra da buradaki askeri hastaneye gitti. Çürük raporunu da kaptı sonunda. Zaten almasını da bekliyorduk. Çocuk şimdi elini kolunu sallaya sallaya gidiyor.

Askerlik gerçekten de yapılması gereken bir görev. İyisiyle kötüsüyle insana bir şeyler katıyor. Kısa dönem askerler tam ortama, insanlara alıştım derken çekip gidiyor. Usta birliğime geçtikten sonra bir çok insanla tanıştım. Kısa dönemlisi olsun uzun dönemlisi olsun hemen hemen hepsi iyi insanlardı. Onları kötü yapan tek şey vardı, o da askerliğin yarattığı psikolojik baskıydı. Şimdi çoğu gitti. Tam alıştım, ısındım derken onlar çekip gitti. Kısa dönemliler olarak ayrılan çok insan görmüyoruz fakat uzun dönemliler epey bir dönemi gönderiyor gözlerinin önünden. Biri giderken diğeri geliyor ve yeni gelene alışma dönemi başlıyor onlar için. Zaten yenisine alışana kadar gelen gidiyor. Bu kez daha da yenisi geliyor. Böyle böyle hayat devam ediyor onlar için. Ta ki kendilerini de başkaları gönderene kadar.

 Basit kelimelerle anlatmak açıklayıcı olmuyor, biliyorum. Hayat gerçekten çok garip. İnsanı nerelerden nerelere sürüklüyor… Ne tür insanları karşısına çıkarıyor… Şuan aklıma Amerika’da olduğum günler, sokaklar, caddeler, yemyeşil bahçeli evler, evlerin üzerinden batan akşam güneş geliyor. Avrupa’da kaldığım yurdu, odayı ve sekizinci kattan dışarıyı izlediğim pencereyi hatırlıyorum. Rafa’nın cama yapıştırdığı termometreyi hatırlıyorum. Bunlar sadece beş yıl içinde yaşadığım şeyler. Sadece beş yıl!. İnsan bir garip oluyor bunları hatırlayınca. İleride daha nerelere gidip kimlerle karşılaşacağız, kim bilir?

Temmuz

18 Temmuz 2015

Normalde bu yazıyı bir önceki gün, yani Ramazan Bayramı’nın birinci günü, yani günlerden cuma. Bugün etrafımdaki insanları isimlerini vererek – ki normalde hiçbir kimsenin ismini açık açık yazmıyorum – anlatacağım. İlk olarak kendime yakın olan insanlardan başlıyorum.

Selim Can Temmelli: Selim yüksek bilgisayar mühendisi. Yüksek diyorum çünkü bu onun için büyük bir önem arz ediyor. Yüksek lisans yaptığı için kendine böyle bir sıfat eklemiş. Mantıklı düşünen, zeki bir çocuk. Masa başı bir işi var. Karargahta – bizim tabirimizle galaksi (yıldızlılar çok) – çalıştığı için komutanlarla yüz yüze oluyor. Onlarla yaşadığı bütün şeyleri gelip bize anlatıyor. Bazen hoşumuza gidiyor, bazen de dalga geçiyoruz her şeyi büyük bir olaymış gibi anlattığı için. Ama genel olarak baktığım zaman, benim yakın arkadaşlarımdan biri. Güvenebileceğim biri. Mantıklı biri – ki burada en çok ihtiyacım olan şey mantıklı şeyler düşünen akıllı insanlar. Askeriyede bu tip insanları bulmak zor. Bazı yönlerden benim gibi düşünüyor. Selimin en kötü yanı, bana göre, ota boka hasta olması. Çok çabuk hasta oluyor. Yemekhanede çıkan yemekleri beğenmediği için yemiyor ve bu yüzden de vücudu dirençsiz kalıyor. Ekstradan vitamin falan almaya çalışıyor ama nafile. Yine hasta oluyor. Güncelleme: Selim’in erken terhis için komutanlara ağlaması, kişiliğinden üç gün için ödün vermesi, insanların ve benim gözümde hayal kırıklığı yarattı. Öyle biri olduğunu bilmiyordum açıkçası. Ne zaman Selim’in adı geçse bu olayın konusu açılıyor ve üç gün için saki çektiğinden bahsediyorlar. Bir şey söyleyemiyorum çünkü haklılar, haha. Neyse, o kadar ağladı, gözyaşlarının bir bedeli olmalı.

Ali Kadiroğlu (Muş): Ali Muş’lu. Eren’in onu taklit etmesine sinirleniyor, gülüyor. Revirde görevli. Hasta getir götür işini ona yüklediler. Kendisi ziraat mühendisi. Birçok sınava giriyor, girdiği sınavlara yatırdığı paralardan yakınıyor. Bazen yüzüne bakınca insanın gülesi geliyor. Saçı seyrek, arkadaşların deyimiyle vücudu top yumağı. Namaz kılar, orucunu tutar, camiye gider. Dinibütün bir arkadaş. İyi niyetli, mantıklı konuşuyor. İngilizce bizim ortak noktalarımızdan bir tanesi. Boş olduğu zamanlarda ingilizce çalışıyor. Tabi yanında benim gibi bir kaynak olmasına rağmen neden yalnız çalıştığını anlayamıyorum. Güncelleme: Ali ile aram şu aralar pek iyi değil. Pek işi olmamasına rağmen kendisine küçük işler verildiğinde şikayet ediyor. Bu tip insanları sevmediğim için aramız iyi değil şu aralar. İleride nasıl olur bilmiyorum. Güncelleme: Son zamanlarda iyice saçmalamaya başladı. Kıskançlık hat safhada, ne desem batıyor. Hem hiçbir iş yapmıyor hem de söylenip duruyor. Söylediklerimi anlayabilmesi için beyninin sınırlarını zorlaması gerek; normal bir insan kapasitesine yetişse yeter. Neyse, yüzünü bir daha görmeyecek olmam beni mutlu ediyor.

Ergün Akdağ: Ergün, kendisine de defalarca kez söylediğim gibi, boş konuşan biri. Yani her zaman boş konuşmuyor, söylediği şeylerin yüzde kırkı gereksiz. Bu yüzden çoğu kişi Ergün’ü sevmez. Ama onun şöyle bir özelliği var. Çok mantıklı konuşuyor. Kendisi ile ilgili bir sorun olduğu zaman ona hak vermeniz yüzde doksan olası. Kendine göre sebepleri var ve bu sebepler çok mantıklı. İnsanların dediklerini pek kafaya takmadığı için karşınıza alıp rahatlıkla düşüncelerinizi söyleyebilirsiniz.

Ümit İsgilip:  Aynı koğuşta olmamıza rağmen kendisini pek göremiyorum. Nizamiyeci olduğu için sabah gidiyor akşam saat sekizde koğuşta oluyor. Bu yüzden pek muhabbetimiz olmuyor. Genelde Caner Aksakal ile konuşuyor konuşursa da. Diğer nizamiyecilerle de arası iyi, onlarla takılıyor genelde. Garip bir kişi aslında. Yani ne iyi ne de kötü. Pek anlayamadım. Güncelleme: Ümit kendisi hakkında yazdıklarımı okumuş – haha. Aramız kayıt kabul günlerinden beridir iyi. Eskisine nazaran daha çok sohbet etmeye başladık.

Levent Yangöz: Levent şu zamana kadar gördüğüm en düşünceli, kibar insanlardan bir tanesi. Askere geldiğim gün koğuşta bizimle ilk ilgilenen kişi oldu. O günden bu güne bizimle hiç usanmadan ilgilendi. Onunla sohbet etmeyi harbiden seviyordum. Bazen gece tostçusuna kadar gidip bir yandan tostumuzu yerken diğer yandan sohbet ederdik. Kendisi matematikçi. Acemilikte en sevdiğimiz kıdemli askerlerdendi. Belki de sadece onu seviyorduk kıdemli olarak. Dışarıda görüşmek isteyeceğim kişilerden bir tanesi.

Oğuz Karakaya: Oğuz benim body’im. Acemilikteyken en yakın arkadaşım sayılırdı, şimdi Hizmet Bölüğü’nde tostçuluk yaptığı için pek görüşemiyoruz. Bol bol tost yapıyor, güzel de yapıyor. Çok ama çok iyi niyetli biri. Coğrafya öğretmeni ama henüz atanamamış. İnşallah en kısa zamanda atanır istediği yere. Nevşehirli olmaktan büyük bir gurur duyuyor. Hemşerilerinden birini görünce sanki anasını babasını görmüş gibi seviniyor. Onun bu haline bayılıyorum.

Ahmet Sağlık: Ahmet karadenizli bir arkadaşım. Çok yakınım sayılır. Giyindirmede görevli normalde ama şu sıralar orada iş olmadığı için çim sulatıyorlar. Sarışın/turuncu saçlı, yeşil gözlü, pantalonunu beline kadar çeken bir arkadaşım. Kore ile ilgili çoğu şeyi seviyor. Özellikle Kore dizilerine bayılıyor ve ileride Korece öğrenmek istiyor. İnternet kafeye gittiğimizde yaptığı ilk iş Kore dizilerini izlemek, o derece. Sevimli, aklı başında biri.

İsmail Ünal: İnşaat mühendisi olduğu için kendisini hizmet bölüğüne verdiler. Orada boş boş işlerle oyalanıp vaktin geçmesini bekliyor. Çarşı izinlerinde genelde birlikte takılıyoruz. İsmail’de dikkatimi çeken şey yürüyüşü. Topuğunda bir sorun varmış gibi yürüyor. Genel olarak bakarsak iyi bir çocuk. Saygılı, efendi, aklı başında.

Karargah Bölüğü’nde sonradan tanıştığım bazı kişiler:

Ali Haydar Yılmaz: Öğretmen. Levent’in yakın arkadaşı. Kısa boylu, neşeli ve her daim güldürmeyi başarabilen bir kişiliğe sahip. Uzun süre boyunca aynı mıntıkada temizlik yapıyorduk. Gitmeden önceki son akşam birlikte masa tenisi oynadık. Uzun süredir tanımayı isteyeceğim ender kişilerden bir tanesiydi. Her defasında “gitmeyin olum, napacaksınız gidip de” dediğim bir kişiydi. Birlikte biraz daha fazla vakit geçirebilseydik iyi olurdu. Bu arada kendisi kısa dönem askerlerden bir tanesi.

Alper Gök: Ziraat mühendisi. Ali Haydar ile yakın arkadaş. Biz gelmeden önce sera ile ilgileniyordu. Seranın daha önce çok kötü olduğunu ve yeni haline – iyi hal – kendilerinin getirdiklerini sürekli söylüyorlar. Aslında tahmin edebiliyorum aradaki farkı. Ayrıca komutanlığın önündeki kadife çiçekleri, güller ve çimler onun önderliğindeki ekip tarafından yapılmış. Şuan komutanlığın önü çok iyi görünüyor. Bir bankada çalışıyor, muhtemelen buradan gittikten sonra da orada çalışacak. Beni ne zaman görse gıcıklığına “şafak kaç?” ya da “bir şafak söyleyin de keyfimiz yerine gelsin” Son zamanlarda ona söylediğim tek bir söz var: “Siz hala burada mısınız?”

Eren Akdaş: Eren çok ilginç biri. Günlük yaşamda bir gsm şirketinin şubesinde çalışıyor. Ailesi ile arası pek iyi değil. Aslında onun insanlarla arası pek iyi değil. Bu yüzden hep dışlanıyor. Aşırı derecede bir kötülüğü yok aslında. Sadece aklından geçirdiği bütün düşünceleri dışarıya iletiyor. Bu da insanlarla kendisi arasında sorun çıkartıyor. İlginç bir kişiliğe sahip olduğu için – ki ben de ilginç insanları severim – onunla takılmayı seviyorum. En çok hoşuma giden özelliği, kendi söylediği şeylere kendisinin gülmesi. Yaptığı esprilere değil, söylediği cümlelere gülüyor. Onun bu davranışı da beni güldürüyor. Söylediği şeyi tam bitirmeden gülmesi gerçekten komik bir görüntü ortaya çıkarıyor. Tabi bunu sadece benim farkediyor olmam onun açısından kötü. Komik biri.

Hasan Şahin: Nam-ı diğer Hasan Abi. Koğuş sorumlusu. Kabadayı davranışıyla ilk başlarda çok itici geliyordu fakat daha sonra bu duruşuna saygı duydum. Bölük resmen onun sayesinde düzen içinde. Bunu herkes söylüyor. Adam gibi adam, delikanlı. Delikanlı insanları çok severim. Başından çok fazla olay geçmiş. Bir ara Hollanda’da yaşamış uzun süre, sonra İtalyan bir kadından çocuğu var, sabıkalı vs. Bunlara rağmen eğer bir insan bu kadar çok sevilebiliyorsa… Adaletli biri. Birine yapılan bir saygısızlığı kaldıramıyor. Daha geçen gün sırf bu yüzden bir çocuğu dövdü (çok fazla değil). Hak etti diyebileceğim bir olaydı.

Şahin Akın: Diğer adıyla Şahin K. Şahin hemen hemen herkese sulanıyor. Bunun mental bir bozukluk olduğunu düşünüyor herkes. Birilerinin yanına gelip karıcığım, kocacığım şeklinde şeyler söyleyip yanına kadar sokulmaya çalışıyor. Tabi karşıdaki kişi de müsaade etmiyor. İki hafta önce birlikte nöbet tuttuk ve ciddi bir şekilde konuştuk. O sapıklığına rağmen medeni bir şekilde muhabbet edebileceği çok konu var. Bilgili bir çocuk ama işte ailevi nedenlerden dolayı biraz sorunu var.

Orhan Aydemir: Orhan, Şırnaklı bir arkadaş. Orta boylu, renkli gözlü, hafif sarışın biri. Depocu olarak görev yapıyor. Bir ara sulama yapıyordu. O kadar çok suluyordu ki çimleri, artık çimlerden dallar çıkıyor, çiçekler açıyordu. Hatta Orhan için betondan çim çıkaran adam olarak bahsediyorlardı. Uyanık bir arkadaşımız. İçtima vakti çim sulamaya gidiyordu sırf çalıştığını bize ve komutanlara gösterebilmek için 🙂 Halbuki biz onun çok çalıştığını biliyorduk. Komutanlar da biliyordu. Ustalığa geldikten iki hafta sonra bölük komutanı takdir belgesi bile yazdırmıştı onun için. O derece iyi suluyor ve çalışıyordu. Çimler o kadar çok sulanıyordu ki suyun içinde adeta yüzüyorlardı. Akıllı, gece de suyu açık bırakıp gidiyordu, sırf yemyeşil olsunlar diye. Bazen tek bir hortum yetmiyor, iki, hatta üç hortumun vanasını açıp üç hortumla sulama yapıyordu. Bir gün komutanlığın önünden geçerken suyun yukarıdan aşağıya doğru aktığını gördüm. Tamam dedim, Orhan hala çim suluyor. Dönüp bir de baktım ki Orhan yok. Akıllı hortumu ağacın dalına takmış, çimler öyle sulanıyor. Adam sulamada devir atlamış resmen. Bir ara tugayda sular kesilmişti. Aramızda “Hep Orhan’ın yüzünden. Çimleri o kadar sularsa, tugayda tabi ki su kalmaz” diye espri yapıyorduk. Belki de harbiden haklıydık, Suyu Orhan bitirmiş olabilirdi. O hafta bir gün çimleri sularken şu sözü söylemişti: “Erzincan’ı sevmiyorum, suyunu bitirecem!”. Tabi bunu duyunca gülmekten yerlere yattım. O kadar çok saf bir duyguyla söylemişti ki bu sözü… Bir gün nöbetçi astsubvay karargah binasının önündeki kamelyada hazır kıt’a’nın içtimasını almak istedi. Hepimiz toparlanıp kamelyanın önünde dizildik. Komutan tek tek soru sordu, elindeki kağıda bakarak. Kan gruplarımızı, silah numaralarımızı ve mangada ne görev yaptığımızı. Birkaç kişiye soru sorduktan sonra komutan Orhan’a görevinin ne olduğunu sordu. O saf ve masum yüzüyle “Sulamacıyım, depocuyum…” dedi kelimeleri uzata uzata. Bir yandan bunu söylüyor, diğer yandan da koluyla depoyu ve çimleri işaret ediyordu. Hepimiz gülmekten yarıldık. Söylemesi gereken tek bir şey vardı, avcı er. Yaptığı diğer işlerden o kadar çok bıkmış olmalıydı ki bir hışımla şikayet edermiş gibi bunları söyledi. O günden sonra “sulamacıyım, depocuyum…” sözü bir espri sözü olarak kaldı. Orhan, hatırlamak istediğim ender insanlardan…

Ali Beytaş: Şuan kendisi hakkında yazı yazarken yanımda kafasını masaya koyup uyuyan kişi. Ali, Balıkesirli. Trakya aksanıyla konuşuyor. Tam bir asker tipi var. Orhan’ın kankası. İkisi birbiri olmadan yapamazlar, Zeki Alasya ile Metin Akpınar gibiler. İkisi de depodan sorumlu. Yeni gelen bölük astsubayı bu ikisinin ismini ezberlemiş. Disiplin Subaylığı’nda astsubayın “Aliii…Orhaaaannn…” seslerini rahat bir şekilde duyabiliyoruz. Ali uzmanlığa başvurmuş ve sınava girecek kasımda. Bunu daha bugün öğrendim. Çocuğun yüzünde güller açıyor resmen. İnşallah hakkında hayırlısı olur. Unutmak istemediğim ender insanlardan biri.

Şükri Sınacıoğlu: Şükri, Gaziantepli. Tekerliği ve motoru olan her şeyden çok iyi anlıyor. Bölükte ona Einstein diyorlar. Harbiden de öyle. Her bir boktan anlıyor herif. Geçenlerde çim makinesi bozuldu, geldi hemen yaptı. Televizyonun duvara asılması gerekti, Şükri halletti. Elinden her iş geliyor maşallah. Kendisini çok seviyorum, o da beni seviyor, sayıyor. Onun yeri benim için gerçekten ayrı. Bana devamlı “optik” diye sesleniyor. Yanıma sokulup “gözlüğünün camının çerçevesi olam” ve “gözlüğüm Rayban, parçala beni hayvan” diyor. Hiçbir zaman yaptığı şeylerden dolayı onu terslemiyorum, kötü bir şey yapsa bile. Biliyorum ki o her şeyi iyi niyetiyle, o iyi kalbiyle birlikte yapıyor. İnsanlar hakkında kötü düşünmeyen biri. Güvenebileceğiniz türden bir insan.

Yazı devam edecek…

Temmuz

17 Temmuz 2015

Bugün bayramın birinci günü. Sabah erkenden kalktık, tıraşımızı olup kahvaltımızı yaptık her zamanki gibi. Mıntıkayı falan da aradan çıkardıktan sonra içtima için yatakhanenin önüne dizildik. Tezkeresini alan bir arkadaş vardı. Hepimizle vedalaştıktan sonra gitti. Bayram için tören yapılacaktı, o yüzden bu saatte uyanıp hemen hazırlandık. Bu arada önceki gün kantinde hazır bulunmadığım için yediğim tutanağı da yazının bir kenarına ekleyeyim. Tören alanına düzgün bir sıra halinde geçtik. Oraya vardığımızda daha kimse yoktu. Tribüne geçip oturduk. Bu arada tören alanına bir yemek masası koydular. Üstüne kırmızı ve beyaz bir örtü serip üstüne büyük siyah poşeti koydular. Millet sıraya girip bayramlaşmaya başladı. Poşetin içindeki küçük poşetlere koyulmuş şekerleri de tek tek sırayla verdiler. Tribünden oraya gidip sanki sadaka alıyormuş gibi o şekerlerden almayı reddettim kafamda. Arkadaşlarla bayramlaşıp tokalaştıktan sonra sıraya geçtik tekrardan. Standart tören programı açıklandı, birileri kalkıp konuştu, bayramımızı kutladı. Komutanlar da gelip tek tek bayramımızı kutladı ve yemekhane/yatakhane bölgesine tekrar gittik. Komutan çarşı defterlerimizi imzaladıktan sonra üstümüzü giyinmeye gittik. Orada da birkaç kişi ile bayramlaştıktan sonra kütüphanede görevli olan arkadaşı almak için yola çıktım. Biraz da orada vakit harcadık ve sonunda nizamiyeden çıktık. Otobüsle şehri merkezine gittik. Bir dönercide yemek yedikten sonra kıraathanenin birinde çay içtik iki kişi. Karşısındaki internet kafeye girdik. Şuan oradan yazıyorum.

Facebook’a yazmayı düşündüğüm, bu hafta okumaya başladığım kitaptan bir alıntı vardı. Yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyordum ama buraya iliştireyim.

Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki,
ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.

Temmuz

10 Temmuz 2015

Bugün 1995-2’lerin B grubunun yemin töreni vardı. Bölük olarak yemin töreninin amele işlerini bizim yapmamız gerekiyordu. Önceki gün hazır kıta olduğumuz için 12’ye kadar oturduk kantinde. O yüzden geç yattım ve sabahın köründe, beş buçukta uyandım. Az uyumaya alışmıştım artık, acemilikten kalma. Tıraşımı oldum, dişlerimi fırçaladım. Daha kimse kalkmamıştı, kamuflajımı giydim, milleti uyandırdım ve botlarımı giyip yemeğe gittim. Hazır kıta olduğum için yemin töreninde amelelik yapacaktım. Silahlıktan silahımı aldım, kantinin oradaki cephanelikten de kompozitimi ve hücum yeleğimi giydikten sonra askeri aracımıza atladık. Kocaman tır yüksekliğinde bir araç. Büyükçe tekerlekleri var. Herkes geldikten sonra tören alanına gittik. Tören alanının arkasındaki salondan sandalye ve diğer gerekli eşyaları teker teker çıkardık. Yerlerine yerleştirdik. Yaklaşık bir saat sonra işimiz bitti ve dinlenmek için bir köşeye çekildik. Tören bitene kadar uyudum. Komutan gelip önceden yerleştirdiğimiz eşyaları geri yerlerine götürmemizi söyledi. Kalkıp eşyaları yerlerine götürdük. Acayip terledim. Günün bittiğini sanıyordum ama bitmemişti. Bölüğün önüne gittik, üstümü değiştirdim ve yemeğe geçtim. İçtimaya kadar dinlendikten sonra başka bir komutan depoya yerleştirilmesi gereken eşyaları taşımamızı istedi. Biz güya öğleden sonra istirahat alacağımızı düşünüyorduk ama öyle bir şey yoktu. Malları depoya taşıdıktan sonra biraz ara verdik ve bu kez başka bir depoya gittik, bizim disiplin subaylığının altındaki. Oradaki eşyaları da yerleştirdikten sonra arka bahçedeki çardağa gidip biraz oturduk. Tam dinlenirken asteğmen gördü ve beni ofise çağırdı. Yapılması gereken ufak tefek işler vardı. İzne ayrılacağından arkasında iş bırakmak istemiyordu. Normal karşıladım ve ofise gittim.

Dışarıdan birinin sesi geliyordu. Bir arkadaş bana sesleniyormuş. Meğer tugay komutanımızı uğurlamaya gidecekmişiz. Ofisten hemen çıkıp aşağıya, silahları almaya gittik. Silahımı ve eldivenimi aldıktan sonra komutanı uğurladık ve dinlenmeye koğuşuma çekildim. Bir ara koridordan yüksek bir ses duydum. Birileri kavga ediyordu, hemen dışarı çıktım. Bizim kısa dönemlerle bir uzun dönem kavga ediyordu. Ortalık birkaç dakika sonra durgunlaştı. Basit bir olay yüzünden askerliği bitmesine üç beş günü kalanlar kavga ediyordu. Askerlik işte… Yemek yemek için bir arkadaşla merkez kantine gittim. Çok yorgundum, ona rağmen oraya kadar gittim. Tostçu arkadaş açık değildi. Kısa dönem grubundan iki arkadaşla karşılaştık ve onları gece tostçusuna gitmeye ikna ettik. Tostçuya gittikten sonra yanımda para olmadığını farkettim. İkişer tost söyledik arkadaşla ve ben hızlı adımlarla tekrar merkezi kantinin oraya gittim. Bankamatikler oradaydı. Gidip geldiğimde çok ama çok yorulmuştum. Ayaklarım resmen sızlıyordu. Tostumuzu yerken biraz da sohbet ettik. Fazla kalmadan kendi bölüklerimize geçtik. Arkadaş dinlenmek için koğuşuna gitti, ben de aşağıya, hazır kıtanın yanına gittim. Pek kimse yoktu, olanlar da televizyon izliyordu. Kitap okuyabilmek için pek uygun bir yer olmadığı için dışarıya çıktım. Fakat orada da uygun bir yer yoktu. En son aşağıya indim ve kafamı masaya koydum. Kafamı koyduğum gibi uyumuşum. Saat on bire doğru uyandım, çavuş olan arkadaş beni çağırıyordu. İstihbarat bölümündeki bir yüzbaşının yardıma ihtiyacı varmış. Çardakta oturan arkadaşlardan birini de yanımıza aldık ve yüzbaşının yanına gittik. Kolay bir işti ama uzun sürdü. Gece, on iki buçuğa kadar sürdü iş. Bittikten sonra arkadaşlar yemek yemek için yemekhaneye gittiler. Ben de yukarı çıkıp duş aldım. Yatağa yattığımda saat bire geliyordu. Sabah altıdan gece saat bire kadar o kadar amelelik iş yapmıştım ki ayaklarım isyan ediyordu. Gün zor geçti benim için. Hiç bu kadar yoğun olmamıştım ama alışsam iyi olur. Yoğun geçecek günler beni bekliyor.

Temmuz

7 Temmuz 2015

Dört – altı nöbetini yeni gelen arkadaşlardan biriyle tuttum. Zaman gayet hızlı bir biçimde geçti. Nöbetten sonra bölüğe gittik ve içtimaya katıldık. İçtimadan sonra disiplin subaylığına geçtim. Yapılması gereken bir kaç iş vardı, kahvemi içtikten sonra dosyaları teker teker inceledim. Yeni gelen erkan başkanı bizim bölüğü bir görmek istemiş. Bu yüzden bölük komutanı tarafından temizlik ültimatomu verildi. Yatakhane ve yazıhane tarafı, biz disiplin subaylığında işlerimizi yaparken temizlendi. Eğer yatakhaneyi gezmeye geliyorsa kesin bizim buraya da uğrar diye düşündükten sonra hemen çalıştığımız yerin giriş kısmını süpürmeye başladım. Süpürüp sildikten sonra ofise geri geçtim.

Öğleden sonra pek bir işimiz yoktu, öyle boş boş oturuyorduk. Bitirmeye çalıştığım John Green’in Kağıttan Kentler kitabının son sayfalarını okumaya başladım. Kitap hakkında biraz bilgi vereyim. İlk başlarda biraz karışık gidiyordu. Ortalara geldiğimde birkaç olay anlatılıyordu ve pek beni sarmadı. Son elli sayfada olaylar akıcı hale geldi, sonradan tekrar biraz normale sardı ama yine de idare ederdi. Kitabın bitmesine az sayfa kala erkan başkanı geldi. Yanında bölük komutanımız ve onun komutan takımı vardı. Asteğmenimiz kısık bir sesle tekmil verdi ama erkan başkanı pek oralı olmadı. Bunu görünce de ben de tekmil vermedim. Adam içeri girer girmez etrafa bakmaya başladı. Sol tarafımda duran, bardakların ve kettle’nın olduğu masaya yöneldi. Dışarı doğru sarkan prizi gördükten sonra “sizin için tehlike yaratıyor, bunu biraz yukarı aldıralım” dedi bölük komutanına ve bardakları koyduğumuz masa için de “bir tane de dolap getirelim buraya” dedi. Odanın diğer tarafını da inceledikten sonra çekip gitti. İzlenimlerim, 1. İnsan içeri girerken bir “merhaba gençler, nasılsınız?” diye sorar, 2. İnsan biraz güler, 3. Çekip giderken “kolay gelsin arkadaşlar” der. Bunların hiç biri yoktu. Yani insan merak ediyor, o makama gelene kadar bizim düşündüklerimizi onlar da düşünmedi mi? Empati yapmaya çalışıyorum, adam yumuşak davranırsa işlerini titiz bir biçimde yaptıramaz. Neyse, sert tipli biriymiş belli ki.

Elimdeki kitabın son kalan sayfalarını da okuduktan sonra aklıma, diğer kitapları bitirdikten sonra da düşündüğüm bir şey, eğer gelişmiş bir ülkede, mesela herkesin yaşamayı hayal ettiği Amerika gibi, doğmuş olsaydım ve çocukluğum gençliğim orada geçseydi nasıl biri olurdum?

İnsanlar farklı okyanuslara düşen yağmur damlaları gibidir. Hangi denize düşersen oranın bir parçası olursun. Başka bir yerin farklılığını tattığın anda, oranın bir parçası olmayı dilersin. Çünkü insan kendinde olmayana sahip olmak ister.

“Take me home.”

Temmuz

5 Temmuz 2015

Son bir haftadır canımı sıkan tek şey nöbetlerin artmış olması. İş konusunda bir sorunum yok ama nöbetlerin git gide artması beni endişelendirmeye başladı. Yazıcılardan bir tanesi yeni gelen kısa dönemlerden pek hoşlanmıyor. Nöbet listesini de o hazırlıyor. Acaba o yüzden mi bu kadar nöbet tutuyoruz diyorum. Gerçekten çok fazla nöbet tutmaya başladık. Mesela geçen gün, cumartesi günü, asıl hazır kıta ekibi çarşıya çıktığı için onların yerine yedek hazır kıta geçti ve sabah sekizden öğlen on ikiye kadar kamuflajları giymiş bir şekilde bekleyiş – bir hiç için – on ikide öğle yemeği, öğleden sonra kitap okuma, dörde kadar, dört altı arası nöbet, altıdan on ikiye kadar yine hazır kıta bekleyişi, gece dört altı arası nöbet… Yani bir insanın üzerine bu kadar gidilir.

Bir adaşım var benimle aynı dönem. Kendisi yazıhanede yazıcı olarak görev yapıyor. Çarşamba günü bir olay oldu. O günden sonra aramızdaki arkadaşlık ilişkisi biraz değişti. Olayı biraz anlatayım. Çarşamba günü, her zaman saat beşte asılan nöbet listesine bakmaya gittim. Listede adımın olmadığını görünce sevindim. Tam o sırada yanımda adaşım vardı. Bana dönüp “nasıl sana yazmazlar ya!” diye espri ile karışık bir çıkışta bulundu. İlk başta pek bir şey demedim, şaka yapıyor sandım. Daha sonra bir kaç kere daha söyledi bunu başka yerlerde başka zamanlarda. Akşam nöbete gitmeden önce, ayakkabısını giyerken bana “alınma ama yüzüne karşı da söylüyorum, ben bu durumu onlara soracam ha!” dedi gülerek. İlk başta şaka falan yapıyor hala diye düşündüm. Ama sonra devam ettirince ciddi olduğunu gördüm. Bir iki saat sonra odama, yatağıma yatmak için geldiğimde kendi yatağında – benim yatağımın üstünde –  yatıyordu. Tekrar aynı şeylerden bahsetti ve bu kez sert çıktım. “Senin yerinde ben olsaydım öyle yapmazdım” dedim. Sert tavrımı yapınca U dönüşü yaptı. Yanımızda sohbeti dinlemekten yana olan başka bir arkadaş da vardı. “Öyle bir şey yapmam, biliyorsun” dedi. “Belli olmaz” dedim. Diğer arkadaş da espri niyetine benim dediğimin aynısını söyledi ve odadan çekip gittim. Ertesi gün bir baktım, bana on iki – iki nöbeti yazmışlar ve kendisinin nöbeti yok. Buna sinirlendim. Tabi daha sonradan benim için böyle olmasının normal olduğunu biliyordum ama böyle düşünmüş olmasını kaldıramamıştım. Cuma günü de sabah iki – dört nöbeti tuttum. O gün de kendisinin nöbeti yoktu. İki gün üst üste nöbeti olmayınca ben kıllandım. Cumartesi günü hazır kıtadakiler çarşıya gidince yerine yedek hazır kıta geçti. Hazır kıtada toplamda yedi kişi olan kısa dönemlerin, yani bizlerin, dört tanesinin ismi vardı, fakat kendisinin ismi yoktu. Daha sonra kendi söyledi o listeyi kendisinin hazırladığını. Bunu duyunca daha da kıl oldum. Adam hazır kıtada yok, sadece bir öğle nöbeti var. Ben hem hazır kıtadayım, hem de bir nöbetim var. Neyse, olabilir öyle dedim. Kantinde hazır bir halde otururken yanımıza gelmiş espri ile karışık “sana söylemiştim oğlum bunu gidip konuşacam diye” dedi ve lafı yine uzattı. Bu kez tamam dedim kendi kendime. Bu çocuk kaşınıyor. Saat dört gibi nöbete gidip geldikten sonra yeni asılan nöbet listesine bakmaya giderken o da oradaydı. Bana yine pişkin pişkin “sana sabah dört – altı nöbet yazmışlar” dedi. Umursamayıp yukarıya çıktım. Ama nasıl sinirliyim. Bu kadarı da olmaz yani. Sen bu kadar mı arkadaş düşmanısın. Adam benim nöbet tutmamdan zevk alıyor sanki. O derece bir zevk değil ama en azından hoşuna gidiyor yani. Ne diyeyim? Akşam yemeğine girmeden önce arkadaşla yemekhanenin önünde otururken yanımıza geldi nizamiyedeki (bizle aynı koğuşta yatan diğer arkadaşım) arkadaşla birlikte. Yine aynı muhabbeti yapmaya çalışıyorken “çok konuşuyorsun” dedim ve o anda sustu. Bir daha da konuşmadı. Anladı heralde çok konuştuğunu, muhabbeti sululaştırdığını.

Ne insanlar var şu dünyada.