Sabah uyanmam gereken saatte kalktım. Duş aldıktan sonra takım elbisemi giydim, kahvaltı olarak bir kaç şey atıştırdım. Apartmandan çıkar çıkmaz ayağımda bir ağrı hissettim. Tataaaa, ayakkabı ayağıma vuruyor. Neyse dedim, az vuruyor, sonra acıya alışırım. Otobüse binmek için durağa geldim, tam otobüs geldi, “sanırım kartımda para yok” dedim. Yürümeye başladım. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüme mesafesi ile Levent’e kadar gittim. Ama ayağım nasıl acıyor, nasıl acıyor. Resmen küfür ettim aldığım yere. Halbuki bir önceki gün bir sorun yoktu, her şey normaldi. Keşke yanıma yara bandı alsaydım da yapıştırsaydım. En azından sadece basınç hissederdim. Neyse öyle böyle metro durağına kadar gittim. Yürüyen merdivenlerden aşağı indim, takım elbiseli adamların ceketlerini de giydiklerini görünce içime bir dert oldu bu ceket. Hepsi sıcak olduğu için ceketlerini ellerinde tutuyordu. Ben sıcak olduğu için ceketimi almamıştım bile. “Umarım bir sorun yaratmaz” dedim kendi kendime. Biraz daha ilerledim, Allah Allah, herkesin ceketi ya kolunda ya elinde. Tövbe estağfurullah, bu ne? Neyse, kartıma para yükledim, metroya bindim. Maslak’ta indim. Kalabalığı takip edip yukarıya çıktım. Ayakkabı hala ayağıma vuruyor tabi. Ayağımın ön tarafı ile basmaya çalışıyorum ama nafile. Neyse telefonu açtım, gideceğim yere baktım. Yaklaşık beş yüz metre ötede gösteriyordu. Zar zor gittik. Bankanın önüne geldiğimde iki görevli bankamatiğin etrafını temizliyordu. Bankanın ne zaman açılacağını sordum. O da dokuzdan sonra dedi. Biraz etrafta oyalandım. Meğer adam banka şubesini söylüyormuş. Bir yığın insan önümden geçtikten sonra farkettim, genel müdürlüğün girişinin yan tarafta olduğunu. Neyse, içeri gidip resepsiyona grup mülakatı için geldiğimi söyledim. Bana bir giriş kartı verdi ve biraz beklememi söyledi. Yanımda bir bayan daha vardı. Muhtemelen o da grup mülakatına girecekti. Resepsiyona “mülakat dokuzda başlayıp on iki buçukta bitiyor, o kadar sürüyor mu?” diye sordum. O da “yaklaşık on gibi başlar, bir buçuk, iki saate biter zaten” dedi. Neyse oturup bekledim. Başkaları da geldi benden sonra, onlar da yan taraftaki yerlere oturdular. Aralarında sadece bir erkek vardı, gerisi bayandı. Bir bayan, yanımda durdu, yer olmadığı için ayakta beklemeye başladı. Ben de kalktım kendi yerimi verdim, zaten on on beş dakika vardı. Kalktım dışarıda bekledim. Hava esiyordu hafiften. Oksijen almam iyi oldu aslında. Mülakata gelen erkek aday da hemen kapının önünde duruyor, biraz tedirgin duruyordu. Bense gayet rahat ve hazır gibiydim. Bir müddet sonra içerideki bayanlar kalktığını gördüm. Ben de içeriye girip onları takip ettim. Asansöre bindik. Asansörde “kaçıncı kattaymış?” diye sordum ve onlar da ikinci katta olduğunu söylediler. İkinci katta indik, bir kat daha aşağı inmemiz gerekiyormuş. Diğerlerinden önce atıldım ve en önden gittim. Bizi insan kaynaklarından bir bayan karşıladı. İlk elini sıkan bendim (sanki büyük bir şeymiş gibi 🙂 ) Kat numaramızı sordu, bize gönderdikleri emailde varmış. Allahtan aklımda kalmış da hemen söyledim. Geçtim oturdum koltuklardan birine. Erkek olan arkadaşı diğer gruba aldılar. Toplamda sekiz kişilik bir gruptu ve grubu ikiye ayırdılar. Öyle olması daha iyiydi bizim için. Yoksa her kafadan bir ses çıksa iyi olmazdı. Neyse, gruptakilerden sadece ben varım erkek olan. İki bayan geldi içeri, insan kaynaklarındanmış. Biri bizim başvurduğumuz yönetici adaylarından bir tanesiymiş. Ellerindeki özgeçmişlerden bizim bilgilerimize bakıyor, bir yandan da o kişinin kendisini anlatışını dinliyorlardı. En sonra ben vardım. Arkadaşlardan bir tanesi Odtü’lü, diğeri Boğaziçi’li, bir diğeri de Hacettepe’liydi. Ama hepsi yeni mezun ya da bu yaz mezun olacaklardı. İşin ilginci, hepsi farklı mesleklerden. Mesela Odtü’lü olan siyasal bilimler (tam hatırlamıyorum aslında) okumuş. Boğaziçi’li olan fizik, Hacettepe’li olan da kimya. Ya diyorsun, bu insanlar yanlış ilana mı başvurmuş. Hani ben endüstri mühendisiyim. Bizim iş zaten yönetimle ilgili. Benim mesleğim normal de, diğerleri? Hani şuna da şaşırıyor insan, bu adayları mülakata çağıran da yine banka sorumluları. Bir bildikleri var herhalde dedim. Neyse. Adaylar kendilerini anlatırken gözüme çarpan bir durum oldu. Onlar kesinlikle bu iş için istekli değillerdi. Olsa da olur diye düşünüyorlar gibiydiler. Ama ben kesinlikle bu işi istiyordum. Hatta yanımdaki arkadaş, “aslında bankacılık hiç düşünmüyordum, nasıl oldu bilmiyorum ama sizin ilanınıza başvurdum” dedi. Ben şok. “Aslında ben bu işi istemiyordum, siz çağırdınız” demek gibi bir şey yani bu. Bu arkadaşı bir de İzmir’den çağırmışlar. İki kat şok. İçlerinden sadece diğer ikisi iyi gibiydi. Odtü’lü olan suskundu, Boğaziçi’li olan çok sakin konuşuyordu, ben hiç susmuyordum. Arada sırada onlara da hak tanıyordum tabi 🙂 Şaka bir yana onlara bıraksam hiç konuşmayacaklardı. Verilen örneği alıp okuduk. Yirmi dakika kadar düşündükten sonra başladık konuşmaya. İlk adım atan pastanın büyük payını alacaktı. Bil bakalım kim ilk konuştu? Ben! Hemen olayı özetledim, yapılması gerekleri sıraladım. Boğaziçi’li ilk başta benim sözümü kesmeye çalıştı ama daha sonra tekrar toparladım. Benim sonraki söyleceklerimin bir tanesini söyledi ve ben de hemen dikkati kendimde tekrar odakladım. Anlatmam gerekenlerin hepsini anlattım. Sonra diğerleri konuştu. Aslında şöyle olması gerekiyordu. Hepimiz eşit sürelerde konuşmalıydık fakat öyle olmadı. Sohbet havasında geçti. Son yirmi beş dakikada ben masadaki marker’ı aldım ve tahtada yapılması gerekenleri sıraladım. Yazarken aklıma başka düşünceler de geliyordu. Onları da söyledim. Onlar da başka düşüncelerini söyledi tahtaya ekledik. Sonra sunum yapmamız gerekiyordu. Masaya yaklaştım, “sen yap olmazsa” dediler. Bu söz, beni lider olarak seçtiklerinin kanıtıydı. Bence olay orada bitmişti. Ben resmen baskın gelmiştim. Yapılması gerekenlerin şemasını masaya, takım arkadaşlarıma doğru anlattım. Sanırım bir tek orada hata yaptım. Ama onlar da şöyle bir şey söylemediler: “sunumu bize yapacaksınız”. O yüzden ben de sanki masada, olaydaki kişiye anlatıyormuşum gibi anlattım. Geçip yerime oturdum. Keşke bir de “dinlediğiniz için teşekkürler” deseydim. Neyse, o da heyecandan oldu, söylemeyi unuttum. Elimize bir de değerlendirme formu verdiler. Soruları doldururken bazıları bitirip çıktı. En son çıkan ben olmak istiyordum. Son dakika insan kaynaklarından biri ile konuşmak biraz iyi gelebilir diye düşündüm. Şu uçak meselesini sordum.
“Bayram dolayısı ile Adana’ya dönmem gerekiyor. Bayramdan sonraki hafta içinde geri dönüyorum. Uçak bileti ayırttım. Bire bir mülakatlar o hafta içinde olursa uçak biletimi iptal ettirmek zorunda kalacağım. Tabi eğer o aşamaya geçersem (sanırım bu cümleyi üstüne basa basa söylemem gerekiyordu, sanki tamam ben bir sonraki aşamayı garantidim dermiş gibi hissettim, ama karşımdaki kişi nasıl hissetti bilmiyorum). Hatta email atarak da sordum” dedim. O da bana “bayramdan sonraki hafta, ilk iki gün bir değerlendirme yapacağız. Ona göre de bire bir mülakat için çağıracağız” dedi. Sonra gülerek teşekkür ettim ve iyi günler dedim.
Bankanın giriş kısmındaki turnikelerden geçtikten sonra kartımı verdim, kimliğimi aldım ve dışarı çıktım. Tam dış kapıdan da çıkıyordum ki o Odtü’lü arkadaşı gördüm. O da istemeye istemeye “aa merhaba” dedi. Beraber yürüdük, konuştuk. Kendinin pasif kaldığını ve söylediği bir cümleden pişman olduğunu söyledi. Metroyla Şişli’ye gidecekmiş. Birlikte aynı metroya bindik. Email adresini istedim, sonuçlar için. Levent’te indikten sonra kuzenime mesaj attım. Normalde mülakattan sonra onların yanına gitmem gerekiyordu. Ayakkabının çok vurduğunu ve eve gitmem gerektiğini söyledim. Eve gittim, bir şeyler atıştırdım ve onlara gitmek için yola çıktım. Son dakikada aklıma düşün terlik durumu yüzünden Levent’teki AVM’lere bakmaya gittim. Biraz gezdikten sonra otobüse bindim, kuzenin bana Whatsapp’ta yolladığı lokasyona yakın yerde indim. Kuzeni aradım, “ooo yanlış yerde inmişsin, çok yürüyeceksin, nehri geçeceksin” dedi. Bir yandan ayağım ağrıyor, bir yandan sıcak yürüye yürüye nehri geçtim. Sonra tekrar aradım. “Kur’an kursu var, cami var, onun arasından gir, uzun bir merdiven göreceksin, oradan çık” dedi. Yanlış aradan çıkmışım. Öyle bir yokuş ki sanırsın Ankara’nın Dikmen’i. Bir cami gördüm, park gördüm ve kuzeni aradım tekrardan. Merdivenlerden çık dedi, çıktım. Bir baktım market. Girip dondurma aldım, eli boş gidilmez sonuçta. Markette çalışanlara sordum, sitenin girişini, bana bir şeyler söyledi ayaküstü ama anlamadım. Çıkıp parka tekrar girdim ve teyzenin birine sordum. O da bana gösterdi sağolsun. Öyle böyle buldum apartmanı, kuzen de zaten çocuğu almış aşağı indirmişti. Apartmanın yanındaki çardağa geldik. Pöfür Pöfür esiyor ama. Biraz oturduk, çocuk top oynadı. Dondurmamızı yedik. Kuzen “burayı çok seviyorum, çok güzel” dedi. Ya görseniz apartman bloklarını, Adana’da daha iyileri var. Kendi de biliyor zaten. Sırf burası İstanbul olduğu için bundan iyisi çok pahalı olurmuş. Zaten yukarıdaki komşulardan bir tanesi evlerini dört yüz bin liraya satmış. Ulan buradaki evler eder mi o kadar diyorsun kendine. Ediyormuş demek ki. Yukarı çıktık, evi gördüm, küçücük. Ula ben teyzemlerin Akatlar’daki evlerine küçük diyordum, onların evi daha da küçük. Yetmiş-seksen metre kare anca var. Bu evi bir de dört yüz bin liraya satıyorlar ya, bir şey demiyorum. Kirada oturdukları için evin duvarları falan kötü. Ya biraz içim burkuldu aslında. Kuzenimin burada yaşadığına inanamadım. Daha iyisini hakediyordu. Neyse. Biraz vakit geçirdik, ben çocukla oynarken o yemek yaptı. Sağolsun ben geliyorum diye bir de lahmacun söylemiş dışarıdan. Bir tanesini yedim. Diğerini de yeğenime yedirmeye çalıştım ama yemedi. Çocuk çok hareketli ya. Allah kuzenimin yardımcısı olsun. Biz oturma odasında otururken evdeki topu aşağıya attı. Hep atarmış öyle. Bir de beşinci katta oturuyorlar. Babası da iner alırmış. Böyle çocuk mu olur diyorsun ama oluyormuş işte. Kuzenim de yazık, alışmış artık onun bu durumuna. Şu Mario’daki mantarlardan bir tane versek de hemen büyüse diyordum içimden 🙂 Kuzenin eşi geldi, onunla da uzun uzun sohbet ettik. Akşam diğer kuzenime iftara davetliydim. Birlikte yaşadığım erkek kuzenime mesaj attım. O da eve gidiyormuş, unutmuş gideceğimizi. Levent’te metrodan inip gidiyormuş eve. Sonra geri dönüp ablasıgile gitmiş metroyla. Bana da yeni haber veriyor, güya buluşacaktık. Kuzenlere Şişli’ye nasıl gidileceğini sordum. Onlar da bu saatte yetişemezsin, trafik vardır dediler ve beni araçla dördüncü Levent’teki metro durağına kadar götürdüler. Çok iyiler ya, Allah bizim bu halimizi bozmasın. Metroya binip Osmanbey’de indim. Erkek kuzenimin bana attığı lokasyona doğru yürüdüm. Cadde epey kalabalıktı. Çok hoşuma gitti. Yukarı doğru giderken ayağımın ağrısını bile hissetmemiştim. Evden çıkmadan önce her birine ikişer olmak üzere dört yara bandı ile bantlamıştım. Yolun kenarında at arabası ile kiraz satan birini gördüm. Baktım insanlar da alıyor, ben de aldım. Şimdi yemeğe davetliyiz ve elimiz boş gidilmez, değil mi? Bir kilo aldım ve yola devam ettim. Büyük kuzenimin oturduğu evin bulunduğu sokağa girdim. Televizyonlarda gördüğüm gibi bir sokaktı. Amsterdam’daki evler gibi yan yana dizilmiş iki-üç katlı apartmanlardan oluşuyordu. Lokasyondaki noktaya geldiğimde kuzeni aradım. O da pembe bir apartman olduğunu söyledi. Etrafıma bakıyorum, pembe bir apartman yok. Sonra “zemin katta, burada burada” diye bir ses durum. “Tamam, buldum” dedim. Apartmandan bir genç çıktı, ben girdim. Bir baktım, yanlış apartmana girmişim. Çıkıp diğerine girdim. Zemin kattaki kapının bir açıktı, beni kuzenim (ablam) ve eşi karşıladı. İçeride de erkek kuzenim vardı. Onların çocuğu da salonda televizyonun karşısında oturmuş oyun oynuyordu. Epey bir sohbet ettik. Ezan okunduğunda da yemeğin başına geçtik ve yemeğimizi afiyetle yedik. Çay, pasta, kiraz derken saat on buçuk oldu. Güzel bir ortamdı, çok hoşuma gitti. Evlerini beğenmiştim, yüksek tavanlı evleri oldum olası severim. Onların evi de küçüktü ama tavanlarının yüksek olması, evi büyük gösteriyordu. Mesela mutfakları çok küçüktü. Neredeyse banyo kadar mutfakları vardı. Maksimum bir kişi sığardı, biraz zorlasan iki kişi. Neyse, metroya binip Levent’te indik. Oradan eve kadar da yürüdük. Tabi benim ayak hala ağrıyor.
Benim için güzel bir gündü. Sanırım hayatımın en uzun günüydü. Üç farklı yerde üç farklı olayla karşılaştım. İstanbul böyle işte. Uçsuz bucaksız, farklı zorluklarla dolu. Bir de akşamları dışarı çıkabilseydik çok iyi olacaktı ama zamanla o da olur diye düşünüyorum. Benden şimdilik bu kadar.
Güncelleme: İş olmadı.