Açılan Kategori

Haziran

Haziran

23 Haziran 2016

Sabah uyanmam gereken saatte kalktım. Duş aldıktan sonra takım elbisemi giydim, kahvaltı olarak bir kaç şey atıştırdım. Apartmandan çıkar çıkmaz ayağımda bir ağrı hissettim. Tataaaa, ayakkabı ayağıma vuruyor. Neyse dedim, az vuruyor, sonra acıya alışırım. Otobüse binmek için durağa geldim, tam otobüs geldi, “sanırım kartımda para yok” dedim. Yürümeye başladım. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüme mesafesi ile Levent’e kadar gittim. Ama ayağım nasıl acıyor, nasıl acıyor. Resmen küfür ettim aldığım yere. Halbuki bir önceki gün bir sorun yoktu, her şey normaldi. Keşke yanıma yara bandı alsaydım da yapıştırsaydım. En azından sadece basınç hissederdim. Neyse öyle böyle metro durağına kadar gittim. Yürüyen merdivenlerden aşağı indim, takım elbiseli adamların ceketlerini de giydiklerini görünce içime bir dert oldu bu ceket. Hepsi sıcak olduğu için ceketlerini ellerinde tutuyordu. Ben sıcak olduğu için ceketimi almamıştım bile. “Umarım bir sorun yaratmaz” dedim kendi kendime. Biraz daha ilerledim, Allah Allah, herkesin ceketi ya kolunda ya elinde. Tövbe estağfurullah, bu ne? Neyse, kartıma para yükledim, metroya bindim. Maslak’ta indim. Kalabalığı takip edip yukarıya çıktım. Ayakkabı hala ayağıma vuruyor tabi. Ayağımın ön tarafı ile basmaya çalışıyorum ama nafile. Neyse telefonu açtım, gideceğim yere baktım. Yaklaşık beş yüz metre ötede gösteriyordu. Zar zor gittik. Bankanın önüne geldiğimde iki görevli bankamatiğin etrafını temizliyordu. Bankanın ne zaman açılacağını sordum. O da dokuzdan sonra dedi. Biraz etrafta oyalandım. Meğer adam banka şubesini söylüyormuş. Bir yığın insan önümden geçtikten sonra farkettim, genel müdürlüğün girişinin yan tarafta olduğunu. Neyse, içeri gidip resepsiyona grup mülakatı için geldiğimi söyledim. Bana bir giriş kartı verdi ve biraz beklememi söyledi. Yanımda bir bayan daha vardı. Muhtemelen o da grup mülakatına girecekti. Resepsiyona “mülakat dokuzda başlayıp on iki buçukta bitiyor, o kadar sürüyor mu?” diye sordum. O da “yaklaşık on gibi başlar, bir buçuk, iki saate biter zaten” dedi. Neyse oturup bekledim. Başkaları da geldi benden sonra, onlar da yan taraftaki yerlere oturdular. Aralarında sadece bir erkek vardı, gerisi bayandı. Bir bayan, yanımda durdu, yer olmadığı için ayakta beklemeye başladı. Ben de kalktım kendi yerimi verdim, zaten on on beş dakika vardı. Kalktım dışarıda bekledim. Hava esiyordu hafiften. Oksijen almam iyi oldu aslında. Mülakata gelen erkek aday da hemen kapının önünde duruyor, biraz tedirgin duruyordu. Bense gayet rahat ve hazır gibiydim. Bir müddet sonra içerideki bayanlar kalktığını gördüm. Ben de içeriye girip onları takip ettim. Asansöre bindik. Asansörde “kaçıncı kattaymış?” diye sordum ve onlar da ikinci katta olduğunu söylediler. İkinci katta indik, bir kat daha aşağı inmemiz gerekiyormuş. Diğerlerinden önce atıldım ve en önden gittim. Bizi insan kaynaklarından bir bayan karşıladı. İlk elini sıkan bendim (sanki büyük bir şeymiş gibi 🙂 ) Kat numaramızı sordu, bize gönderdikleri emailde varmış. Allahtan aklımda kalmış da hemen söyledim. Geçtim oturdum koltuklardan birine. Erkek olan arkadaşı diğer gruba aldılar. Toplamda sekiz kişilik bir gruptu ve grubu ikiye ayırdılar. Öyle olması daha iyiydi bizim için. Yoksa her kafadan bir ses çıksa iyi olmazdı. Neyse, gruptakilerden sadece ben varım erkek olan. İki bayan geldi içeri, insan kaynaklarındanmış. Biri bizim başvurduğumuz yönetici adaylarından bir tanesiymiş. Ellerindeki özgeçmişlerden bizim bilgilerimize bakıyor, bir yandan da o kişinin kendisini anlatışını dinliyorlardı. En sonra ben vardım. Arkadaşlardan bir tanesi Odtü’lü, diğeri Boğaziçi’li, bir diğeri de Hacettepe’liydi. Ama hepsi yeni mezun ya da bu yaz mezun olacaklardı. İşin ilginci, hepsi farklı mesleklerden. Mesela Odtü’lü olan siyasal bilimler (tam hatırlamıyorum aslında) okumuş. Boğaziçi’li olan fizik, Hacettepe’li olan da kimya. Ya diyorsun, bu insanlar yanlış ilana mı başvurmuş. Hani ben endüstri mühendisiyim. Bizim iş zaten yönetimle ilgili. Benim mesleğim normal de, diğerleri? Hani şuna da şaşırıyor insan, bu adayları mülakata çağıran da yine banka sorumluları. Bir bildikleri var herhalde dedim. Neyse. Adaylar kendilerini anlatırken gözüme çarpan bir durum oldu. Onlar kesinlikle bu iş için istekli değillerdi. Olsa da olur diye düşünüyorlar gibiydiler. Ama ben kesinlikle bu işi istiyordum. Hatta yanımdaki arkadaş, “aslında bankacılık hiç düşünmüyordum, nasıl oldu bilmiyorum ama sizin ilanınıza başvurdum” dedi. Ben şok. “Aslında ben bu işi istemiyordum, siz çağırdınız” demek gibi bir şey yani bu. Bu arkadaşı bir de İzmir’den çağırmışlar. İki kat şok. İçlerinden sadece diğer ikisi iyi gibiydi. Odtü’lü olan suskundu, Boğaziçi’li olan çok sakin konuşuyordu, ben hiç susmuyordum. Arada sırada onlara da hak tanıyordum tabi 🙂 Şaka bir yana onlara bıraksam hiç konuşmayacaklardı. Verilen örneği alıp okuduk. Yirmi dakika kadar düşündükten sonra başladık konuşmaya. İlk adım atan pastanın büyük payını alacaktı. Bil bakalım kim ilk konuştu? Ben! Hemen olayı özetledim, yapılması gerekleri sıraladım. Boğaziçi’li ilk başta benim sözümü kesmeye çalıştı ama daha sonra tekrar toparladım. Benim sonraki söyleceklerimin bir tanesini söyledi ve ben de hemen dikkati kendimde tekrar odakladım. Anlatmam gerekenlerin hepsini anlattım. Sonra diğerleri konuştu. Aslında şöyle olması gerekiyordu. Hepimiz eşit sürelerde konuşmalıydık fakat öyle olmadı. Sohbet havasında geçti. Son yirmi beş dakikada ben masadaki marker’ı aldım ve tahtada yapılması gerekenleri sıraladım. Yazarken aklıma başka düşünceler de geliyordu. Onları da söyledim. Onlar da başka düşüncelerini söyledi tahtaya ekledik. Sonra sunum yapmamız gerekiyordu. Masaya yaklaştım, “sen yap olmazsa” dediler. Bu söz, beni lider olarak seçtiklerinin kanıtıydı. Bence olay orada bitmişti. Ben resmen baskın gelmiştim. Yapılması gerekenlerin şemasını masaya, takım arkadaşlarıma doğru anlattım. Sanırım bir tek orada hata yaptım. Ama onlar da şöyle bir şey söylemediler: “sunumu bize yapacaksınız”. O yüzden ben de sanki masada, olaydaki kişiye anlatıyormuşum gibi anlattım. Geçip yerime oturdum. Keşke bir de “dinlediğiniz için teşekkürler” deseydim. Neyse, o da heyecandan oldu, söylemeyi unuttum. Elimize bir de değerlendirme formu verdiler. Soruları doldururken bazıları bitirip çıktı. En son çıkan ben olmak istiyordum. Son dakika insan kaynaklarından biri ile konuşmak biraz iyi gelebilir diye düşündüm. Şu uçak meselesini sordum.

“Bayram dolayısı ile Adana’ya dönmem gerekiyor. Bayramdan sonraki hafta içinde geri dönüyorum. Uçak bileti ayırttım. Bire bir mülakatlar o hafta içinde olursa uçak biletimi iptal ettirmek zorunda kalacağım. Tabi eğer o aşamaya geçersem (sanırım bu cümleyi üstüne basa basa söylemem gerekiyordu, sanki tamam ben bir sonraki aşamayı garantidim dermiş gibi hissettim, ama karşımdaki kişi nasıl hissetti bilmiyorum). Hatta email atarak da sordum” dedim. O da bana “bayramdan sonraki hafta, ilk iki gün bir değerlendirme yapacağız. Ona göre de bire bir mülakat için çağıracağız” dedi. Sonra gülerek teşekkür ettim ve iyi günler dedim.

Bankanın giriş kısmındaki turnikelerden geçtikten sonra kartımı verdim, kimliğimi aldım ve dışarı çıktım. Tam dış kapıdan da çıkıyordum ki o Odtü’lü arkadaşı gördüm. O da istemeye istemeye “aa merhaba” dedi. Beraber yürüdük, konuştuk. Kendinin pasif kaldığını ve söylediği bir cümleden pişman olduğunu söyledi. Metroyla Şişli’ye gidecekmiş. Birlikte aynı metroya bindik. Email adresini istedim, sonuçlar için. Levent’te indikten sonra kuzenime mesaj attım. Normalde mülakattan sonra onların yanına gitmem gerekiyordu. Ayakkabının çok vurduğunu ve eve gitmem gerektiğini söyledim. Eve gittim, bir şeyler atıştırdım ve onlara gitmek için yola çıktım. Son dakikada aklıma düşün terlik durumu yüzünden Levent’teki AVM’lere bakmaya gittim. Biraz gezdikten sonra otobüse bindim, kuzenin bana Whatsapp’ta yolladığı lokasyona yakın yerde indim. Kuzeni aradım, “ooo yanlış yerde inmişsin, çok yürüyeceksin, nehri geçeceksin” dedi. Bir yandan ayağım ağrıyor, bir yandan sıcak yürüye yürüye nehri geçtim. Sonra tekrar aradım. “Kur’an kursu var, cami var, onun arasından gir, uzun bir merdiven göreceksin, oradan çık” dedi. Yanlış aradan çıkmışım. Öyle bir yokuş ki sanırsın Ankara’nın Dikmen’i. Bir cami gördüm, park gördüm ve kuzeni aradım tekrardan. Merdivenlerden çık dedi, çıktım. Bir baktım market. Girip dondurma aldım, eli boş gidilmez sonuçta. Markette çalışanlara sordum, sitenin girişini, bana bir şeyler söyledi ayaküstü ama anlamadım. Çıkıp parka tekrar girdim ve teyzenin birine sordum. O da bana gösterdi sağolsun. Öyle böyle buldum apartmanı, kuzen de zaten çocuğu almış aşağı indirmişti. Apartmanın yanındaki çardağa geldik. Pöfür Pöfür esiyor ama. Biraz oturduk, çocuk top oynadı. Dondurmamızı yedik. Kuzen “burayı çok seviyorum, çok güzel” dedi. Ya görseniz apartman bloklarını, Adana’da daha iyileri var. Kendi de biliyor zaten. Sırf burası İstanbul olduğu için bundan iyisi çok pahalı olurmuş. Zaten yukarıdaki komşulardan bir tanesi evlerini dört yüz bin liraya satmış. Ulan buradaki evler eder mi o kadar diyorsun kendine. Ediyormuş demek ki. Yukarı çıktık, evi gördüm, küçücük. Ula ben teyzemlerin Akatlar’daki evlerine küçük diyordum, onların evi daha da küçük. Yetmiş-seksen metre kare anca var. Bu evi bir de dört yüz bin liraya satıyorlar ya, bir şey demiyorum. Kirada oturdukları için evin duvarları falan kötü. Ya biraz içim burkuldu aslında. Kuzenimin burada yaşadığına inanamadım. Daha iyisini hakediyordu. Neyse. Biraz vakit geçirdik, ben çocukla oynarken o yemek yaptı. Sağolsun ben geliyorum diye bir de lahmacun söylemiş dışarıdan. Bir tanesini yedim. Diğerini de yeğenime yedirmeye çalıştım ama yemedi. Çocuk çok hareketli ya. Allah kuzenimin yardımcısı olsun. Biz oturma odasında otururken evdeki topu aşağıya attı. Hep atarmış öyle. Bir de beşinci katta oturuyorlar. Babası da iner alırmış. Böyle çocuk mu olur diyorsun ama oluyormuş işte. Kuzenim de yazık, alışmış artık onun bu durumuna. Şu Mario’daki mantarlardan bir tane versek de hemen büyüse diyordum içimden 🙂 Kuzenin eşi geldi, onunla da uzun uzun sohbet ettik. Akşam diğer kuzenime iftara davetliydim. Birlikte yaşadığım erkek kuzenime mesaj attım. O da eve gidiyormuş, unutmuş gideceğimizi. Levent’te metrodan inip gidiyormuş eve. Sonra geri dönüp ablasıgile gitmiş metroyla. Bana da yeni haber veriyor, güya buluşacaktık. Kuzenlere Şişli’ye nasıl gidileceğini sordum. Onlar da bu saatte yetişemezsin, trafik vardır dediler ve beni araçla dördüncü Levent’teki metro durağına kadar götürdüler. Çok iyiler ya, Allah bizim bu halimizi bozmasın. Metroya binip Osmanbey’de indim. Erkek kuzenimin bana attığı lokasyona doğru yürüdüm. Cadde epey kalabalıktı. Çok hoşuma gitti. Yukarı doğru giderken ayağımın ağrısını bile hissetmemiştim. Evden çıkmadan önce her birine ikişer olmak üzere dört yara bandı ile bantlamıştım. Yolun kenarında at arabası ile kiraz satan birini gördüm. Baktım insanlar da alıyor, ben de aldım. Şimdi yemeğe davetliyiz ve elimiz boş gidilmez, değil mi? Bir kilo aldım ve yola devam ettim. Büyük kuzenimin oturduğu evin bulunduğu sokağa girdim. Televizyonlarda gördüğüm gibi bir sokaktı. Amsterdam’daki evler gibi yan yana dizilmiş iki-üç katlı apartmanlardan oluşuyordu. Lokasyondaki noktaya geldiğimde kuzeni aradım. O da pembe bir apartman olduğunu söyledi. Etrafıma bakıyorum, pembe bir apartman yok. Sonra “zemin katta, burada burada” diye bir ses durum. “Tamam, buldum” dedim. Apartmandan bir genç çıktı, ben girdim. Bir baktım, yanlış apartmana girmişim. Çıkıp diğerine girdim. Zemin kattaki kapının bir açıktı, beni kuzenim (ablam) ve eşi karşıladı. İçeride de erkek kuzenim vardı. Onların çocuğu da salonda televizyonun karşısında oturmuş oyun oynuyordu. Epey bir sohbet ettik. Ezan okunduğunda da yemeğin başına geçtik ve yemeğimizi afiyetle yedik. Çay, pasta, kiraz derken saat on buçuk oldu. Güzel bir ortamdı, çok hoşuma gitti. Evlerini beğenmiştim, yüksek tavanlı evleri oldum olası severim. Onların evi de küçüktü ama tavanlarının yüksek olması, evi büyük gösteriyordu. Mesela mutfakları çok küçüktü. Neredeyse banyo kadar mutfakları vardı. Maksimum bir kişi sığardı, biraz zorlasan iki kişi. Neyse, metroya binip Levent’te indik. Oradan eve kadar da yürüdük. Tabi benim ayak hala ağrıyor.

Benim için güzel bir gündü. Sanırım hayatımın en uzun günüydü. Üç farklı yerde üç farklı olayla karşılaştım. İstanbul böyle işte. Uçsuz bucaksız, farklı zorluklarla dolu. Bir de akşamları dışarı çıkabilseydik çok iyi olacaktı ama zamanla o da olur diye düşünüyorum. Benden şimdilik bu kadar.

Güncelleme: İş olmadı.

Haziran

22 Haziran 2016

Geçen haftasonu teyzemlerin yazlığına gittim, onlarda pazartesi öğleye kadar kaldım. Sağolsunlar bana eniştem kendi takımlarından bir tanesini verdi. Nazar değmesin, özellikle anne tarafımdaki akrabalarım çok ama çok iyiler. Takım elbiseyi denedim, üzerime oldu. Üstüne bir de eniştem özel dikilmiş bir gömlek verdi, onu da denedim üzerime oldu. Bir tane de bordo bir kravat verdi. “Görüşmede giyersin, ayakkabı ve kemer de senden” dediler. Çok teşekkür ettim o gün onlara. Çarşamba günü de ayakkabı aramaya çıktım dışarı. Hava sıcak. Sırf dışarı çıkıyorum diye o gün oruç tutmadım. Tutsaydım sanırım bayılırdım. Evden dışarı çıkmadan önce kahvaltı yapmama rağmen çok ama çok yorulmuştum. Oruçlu olsaydım ne olacaktı acep. İlk önce Levent’e gittim. Kanyon ve Özdilek’e gittim ayakkabı bakmak için. İki farklı ayakkabıya ihtiyacım vardı. Biri ertesi günkü mülakat için, diğeri de günlük hayatta giymek için. Ayakkabım çok eskimişti, ne zamandır almayı düşünüyordum. Dexter’ı Kanyon’da ya da Özdilek’te bulmayı umdum. Özdilek’te vardı, Ayakkabı Dünyası’nda. Numarasını sormadım, “iyi burada varmış” dedim ve oradan ayrıldım. Eve dönerken tekrar uğrayıp alabilirim dedim. Metroya bindim, Mecidiyeköy’e gittim. İnternetten o civarlarda çok fazla kunduracı olduğunu öğrendim ve telefona baka baka dükkanları bulmaya çalıştım. İlk girdiğim yerde bulamadım. Bir başkasına girdim, epey bir ayakkabı çeşidi vardı. Burada kesin bulurum dedim kendi kendime. Bir iki tane ayakkabı denedikten sonra bir tanesini beğendim. Adam ayakkabıyı eve gidince bir saat kadar giy, biraz açılsın dedi. kırk üç numara verdi, normalde kırkbeş giyiyorum ama. Orada denedim, ön taraftan ayağımı sıkmadı. “Deri olduğu için esneme yapar yanlardan. Eğer esnemezse bana getir, bir gün kalıpta bekleteyim” dedi. Adama güvenip aldım. İndirimdeydi de. Ayakkabıyı yüz yirmiye kredi kartı ile aldıktan sonra dosdoğru metro durağına doğru gittim. Yolun üstündeki Cevahir AVM’ye de bakayım dedim, Dexter için. Boyner’e girdim ama orada bulamadım. Fazla vakit kaybetmeden eve gitmek istedim. Metroya bindim, Levent’te indim. Özdilek’e tekrar girdim. Bu arada, Levent’teki metro çıkışları resmen labirent gibi. İnsan nereden çıkması gerektiğini karıştırıyor bazen. Bir iki kere yanlış yerden çıktım, birkaç kere de yanlış olduğunu sanıp doğru yerden çıktım. Karışık yani. İstanbul resmen insanlarla oyun oynuyor. Özdilek’teki Ayakkabı Dünyası’na gittim. Görevliye on buçuk numara giydiğimi söyledim. O da bana uygun ayakkabı numarasını bulmaya içeriye gitti. Bir tane getirdi, o oldu ama numarası küçüktü. Ama yine de oldu ilginç. Önceki ayakkabım da Dexter olmasına rağmen biri diğerinden küçüktü. Neyse, sonra aynı numaradaki ayakkabıyı istedim ama mağazalarında olmadığını ama istetebileceklerini söylediler. Bilgisayardan baktılar ki İstanbul şubelerinin hiçbirinde o numara yok. Ankara Kızılay’da varmış. Neyse dedim, ben kendim Adana’ya gidince bakarım artık. Benimle ilgilenen görevliye çok teşekkür ettikten sonra evin yolunu tuttum. Çok sıcaktı, yirmi dakika eve kadar yürüdüm o sıcakta. Eve geldim, biraz dinlendim, bilgisayara baktım. Kuzenim geldi, eniştemin paçasını yaptığı pantolonu bana verdi. Takım elbiseyi giydim, ayakkabıyı da denedim. Aynanın karşısına geçtim ve “komik lan bu durum” dedim kendime. Takım elbise tam olarak bana göre olmadığı için biraz bol duruyordu. Az sivri olan ayakkabı da beni Meksikalı gibi gösteriyordu. Bir de normal kot pantolon ile giyeyim dedim. Ona daha güzel durdu. Kuzenime Whatsapp’tan yazdım, hangisini giyeyim diye. O da “kumaş pantolonlu olanı giysen daha iyi olur” dedi. Bir bir buçuk saat kadar ayakkabı ile evde dolaştım. Grup mülakat ile ilgili uzun bir araştırma yaptım. Bir videoyu izledikten sonra kafamdaki soru işaretleri gitti. Gerekli gereksiz çoğu şeyi araştırdım. Saat 2’e doğru geliyordu. Kalktım gömleğimi ütüledim. Eşyalarımı hazırladım ve uyuyabilmek için yatağıma uzandım. Sıcağın ve heyecanın etkisiyle epey bir süre uyuyamadım. Sonunda gece saat üç gibi uyumuşum.

Haziran

4 Haziran 2016

Yesterday, I spent my whole time by sleeping as if i got sleep pills. My sleeping pattern is so messed up. I hate sleeping as most of people do. But it’s body issues, right? I have nothing to do all the livelong day. I am still unemployed, searching for the job in Istanbul. I haven’t find yet. Considering all these things I feel, it’s obviously normal there are sleepless nights. After this job issue falls into places, I’ll change many things radically. Yeah, i have plans to do after having a job. For instance, I’ll end up these sleepless nights. I’ll go fitness. There is no way to live without sports. This is what makes me alive. I’ll send for my road bike. Maybe it’s hard to get it, but at least i’ll need my folding bike. If you come to think about Istanbul’s slopes, it can be inconvenient to ride a bike. The first thing to do with my salary is, sending a bouquet to mom. She did everything i need. And second is to take my cousin to a good restaurant and make an order for a delicious dishes. Oh, I need load money on Istanbul Card. I love public transportation because i am sick of seeing cars everywhere. It should be limited to drive a car in the city center, as in Manhattan, NY.

I love writing & reading in English and i have to improve my speaking skill. So, there are many things to do.

Haziran

1 Haziran 2016

İstanbul’a geleli on ikinci gün olmuş. Bir çok şeyden uzaklaştım. Özellikle sevdiğim insanlardan, beni önemseyen kişilerden. Ama olsun, değişiklik iyidir, insanın farklı şeyleri görmesini sağlar.

Kuzenimle aram şu aralar normal. Durumu kritik, hiçbir şey yapmak istemiyor. Evde oturup bilgisayar oyun oynamaktan başka bir iş yapmıyor. Arada sırada ben de oyun oynuyorum ama onun kadar değil. Bu durumu değiştirmem gerek, onu bu durumdan kurtarmak istiyorum, her ne kadar o ben gayet mutluyum dese de. Dışarıda bir hayatın olduğunu resmen unutmuş. Kendinden kopmuş, insanlardan, özellikle kadınlardan nefret ediyor. Onun böyle davranmasının nedenini az çok biliyorum. Herhangi bir sevgili olayından değil, insanların ona bakış açılarından. Ona bakış şekillerini sevmiyor, bir farklı baktıklarını, acıdıkılarını düşünüyor sanırım. Tam emin değilim bu konuda ama benim sezdiğim bundan ibaret. İstanbul’dasın, otuz küsür yıldır burada yaşıyorsun ama doğru dürüst hiç arkadaşın yok ve dışarı çıkmıyorsun. Belki de babası yüzünden. Eniştemin biraz baskıcı bir tutumu var. O yüzden atışıyorlar aralarında. Aynı şey benim başıma gelseydi ne yapardım bilmiyorum. Ama en azından kendimi böyle eve hapsetmezdim. Büyük, radikal bir değişimle hayatımı değiştirmeye çalışırdım.

Yol gösteren, iyi eğitimli biri olmayınca hayat aslında çok zor. Bu güne kadar hep oradan buradan duyduklarımızla hareket ettik. Yol gösterimiz hiç olmadı. Sadece biz değil, dünyadaki bir çok insan için bu durum geçerli.

Şu çağda kimse kimseye vakit ayırmıyor. Çünkü herkes kendisinin değerli olduğuna inandırılmış, bu nedenle vaktinin de değerli olduğu kanısında. Halbuki ömrümüzün üçte birini uykuya ayırdığımızı yani ortalama atmış yaşındaki bir kişinin 20 yıl boyunca uyuduğunu söylediğimizde hepimiz biraz tuhaf oluruz. Boş vakitlerin insanlara ayırılması, bu insanlarla aran daha sonra bozulmuş da olsa, insana farklı bir şeyler katmanın diğer yolu. Tabi seçilen insan faktörü çok önemli. Sıradışı düşünceleri olan, eğlenceli insanları arkadaş olarak seçmek, hayata olan bakış açımızı değiştirir. Bizi mutlu eder. Polonya’da yurtta kaldığım sürede biri ile tanıştım. Adı Sencer. Bana göre çok farklı biri, hiperaktif, komik, sıradışı düşüncelere sahip ve bilimi seven biri. Az çok kafanızda bir profil yerleşmiştir. Bir gün Sencer’in dokuzuncu kattaki odasında kahvaltı yaparken komik bir olaya denk geldim. Sencer, çay bardağına güzelce sıcak suyu koydu. İçine sallama poşet çaylardan bir tanesini koydu. Çay poşetini ipinin ucundan tutarak bir aşağı bir yukarı çekti. Bir çekti, bir bıraktı, bir çekti ve hop! Çay poşetini arkasındaki pencereden sallayıverdi. Ağzım açık kaldı. Dokuzuncu kattaydık ve odasının bulunduğu yer yurdun giriş kapısının biraz yanıydı. Ben şaşkın gözlerle bakarken Sencer hiçbir şey olmamış gibi çayının üzerine şekeri koydu. Ekmeğini eline aldı ve bir ısırık attı. Dönüp “olum neden attın poşeti, birinin başına gelebilirdi” dedim. Gayet sakin ve alaycı bir şekilde “boşver o gerizekalı Polakları”, “her gün yaptığım şey, boşver” dedi. Gülsem mi kızsam mı bilemedim. O gün bu gün hiç unutmam o poşet fırlatma olayını. Sencer’in yabancıların yüzüne gülüp ardından sövdüğü zamanları özlüyorum. Hakediyorlardı. Bir keresinde bunun ocaktaki yemeğini çalmışlar, hahahhahahha. Bu da gitmiş mutfağın duvarına bir yazı asmış ve yazıda da bir güzel sövmüş 😀 Ya ne adam bu ya.