Çarşamba gününden beri Ankara’da, ablamların yanındayım. Sırf yeğenim çok istedi diye geldim, yoksa gelmeyi düşünmüyordum. Annem her gidişinde yeğenim “dayım nerede?” diye sorarmış. Pek inanmamıştım. Sabah geldiğimizde yeğenim uyuyordu. Bir süre oturduk oturma odasında. Annem, yeğenimi uyandırmak için yanına gitti. Uyandıktan sonra ilk sorusu “dayım gelmedi mi?” oldu.
Bu hafta ablamın formasyon sınavları vardı Gazi Üniversitesi’nde. Gece onunla birlikte gece saat ikiye kadar istatistik çalıştık. O kadar çok çalışmışız ki bildiklerimizi bile unutmaya başladık. Ertesi sabah, yani bu sabah, biraz daha çalıştık ve saat iki gibi okula gittik. Annemi de evde iki çocukla (çocuk diyorum ama beş yaşındaki yeğenim çok aksi, diğeri de devamlı kucak istiyor) baş başa bıraktık. Atladık arabaya, gittik Gazi’ye. Ablam iki saat arabayı (200 metre) uzağa bıraktığımız için söylendi. Girişteki güvenlik görevlilerine öğrenci kartı göstermemiz gerekiyordu ama öyle böyle girdik. Ablamın arkadaşı ile buluştuk. Kız hostesmiş. Onunla bir buçuk saat çalıştıktan sonra sınava girecekleri dersliğe geçtiler. Ben de yanlarında biraz oturduktan sonra sınava on beş dakika kala aşağıya indim. Eğitim Fakültesi ile kütüphanenin önünde banklar var. Oraya oturup kitap okumaya başladım. Elimde taşıdığım poşetin içinde de ice tea vardı, onu da açıp bir yandan kitap okuyor bir yandan yudumluyordum. On beş yirmi dakika sonra kitabı poşete geri koydum. Biraz da etrafı izleyeyim dedim. Başımı bir kaldırdım, önümden ambulans geçti. Hemen yan tarafta bir kalabalık grup vardı. Kızın biri sanırım sınavlardan dolayı epey bir gerilmiş ve vücudu kitlenmiş. Ambulansa sedyeye bindirirken elleri kilitli halde duruyordu. Ablamın sınavının bitmesine on beş dakika kala yukarı çıkayım, biraz da koridorlardaki banklarda oturayım dedim. Bankları öğrenciler ele geçirmiş, hepsi ellerindeki notlara bakıyor kaygılı bir şekilde. Ben de etrafta dolandım dakikalarca. Sınav o kadar çok zor geçmiş ki, çıkan herkesin suratı düşüktü. Ablamın çıkmasını bekledim. Onun da morali çok bozuktu. “Hiçbir şey yapamadım” dedi. Halbuki o kadar çalışmıştık ve bütün soruları yapabiliyorduk. Hocalar derste anlatılmayan yerlerden sormuş. Ah şu hocalar…
Arabaya kadar yürürken ablamı teselli etmeye çalışıyordum. Aslında ihtiyacı yoktu çünkü durumları iyiydi. Ablamın bir senede kazanacağı parayı, eniştem bir ayda kazanıyor zaten. Ablam da olayın parasal boyutuna bakmıyor, ileride çocuklar büyürse ben ne yaparım diye düşünüyor. Arabaya bindik gidiyoruz. Ablam hala sınavların zorluğundan bahsederken benim kafa başka bir şey düşünüyordu. Etrafıma bakıyordum. Dört şeritli bir yolda yüzlerce araba aynı doğrultuda gidiyordu. Birden Amerika’daki otobanlar geldi aklıma. Orada da insanlar evlerine giderken böyle büyük yollardan geçiyorlar hep. Sonuçta araba sayısı çok fazla. Ankara’da da araç sayısı çok fazla. Hemen hemen herkesin arabası var gibi. Benim asıl dikkatimi çeken lüks araba sayısının bu kadar çok olması. Biz Adana’da fazla görmeyiz böyle Mercedes, BMW falan. Ya var var da Ankara’daki gibi değil. Bu şehirdeki her üç arabadan bir tanesi BMW sanki. Ablamların oturduğu apartmanın kapalı garajı sanki BMW galerisi gibi. Her çeşit BMW var. Dört yüz binlik araç da var yüz binlik araç da. Binek dedikleri şey bu olsa gerek.
Araçla giderken bir arabalara bakıyordum bir de yüksek iş merkezlerine. İnsanlar nasıl böyle lüks şeyleri edinebiliyorlar gerçekten merak ediyorum. Onlar zeki de biz mi salağız? İnsanlar yirmi beş yılını verip bir ev alabiliyorlarken bu insanlar hem deli gibi harcama yapıyor, hem de ev araba sahibi oluyorlar. Akıl sır erdiremiyorum.
İşte biz de “aylık üç bin lira kazansak ne güzel olurdu” diye hayal ederken millet…