Açılan Kategori

Şubat

Şubat

29 Şubat 2016

Çarşamba gününden beri Ankara’da, ablamların yanındayım. Sırf yeğenim çok istedi diye geldim, yoksa gelmeyi düşünmüyordum. Annem her gidişinde yeğenim “dayım nerede?” diye sorarmış. Pek inanmamıştım. Sabah geldiğimizde yeğenim uyuyordu. Bir süre oturduk oturma odasında. Annem, yeğenimi uyandırmak için yanına gitti. Uyandıktan sonra ilk sorusu “dayım gelmedi mi?” oldu.

Bu hafta ablamın formasyon sınavları vardı Gazi Üniversitesi’nde. Gece onunla birlikte gece saat ikiye kadar istatistik çalıştık. O kadar çok çalışmışız ki bildiklerimizi bile unutmaya başladık. Ertesi sabah, yani bu sabah, biraz daha çalıştık ve saat iki gibi okula gittik. Annemi de evde iki çocukla (çocuk diyorum ama beş yaşındaki yeğenim çok aksi, diğeri de devamlı kucak istiyor) baş başa bıraktık. Atladık arabaya, gittik Gazi’ye. Ablam iki saat arabayı (200 metre) uzağa bıraktığımız için söylendi. Girişteki güvenlik görevlilerine öğrenci kartı göstermemiz gerekiyordu ama öyle böyle girdik. Ablamın arkadaşı ile buluştuk. Kız hostesmiş. Onunla bir buçuk saat çalıştıktan sonra sınava girecekleri dersliğe geçtiler. Ben de yanlarında biraz oturduktan sonra sınava on beş dakika kala aşağıya indim. Eğitim Fakültesi ile kütüphanenin önünde banklar var. Oraya oturup kitap okumaya başladım. Elimde taşıdığım poşetin içinde de ice tea vardı, onu da açıp bir yandan kitap okuyor bir yandan yudumluyordum. On beş yirmi dakika sonra kitabı poşete geri koydum. Biraz da etrafı izleyeyim dedim. Başımı bir kaldırdım, önümden ambulans geçti. Hemen yan tarafta bir kalabalık grup vardı. Kızın biri sanırım sınavlardan dolayı epey bir gerilmiş ve vücudu kitlenmiş. Ambulansa sedyeye bindirirken elleri kilitli halde duruyordu. Ablamın sınavının bitmesine on beş dakika kala yukarı çıkayım, biraz da koridorlardaki banklarda oturayım dedim. Bankları öğrenciler ele geçirmiş, hepsi ellerindeki notlara bakıyor kaygılı bir şekilde. Ben de etrafta dolandım dakikalarca. Sınav o kadar çok zor geçmiş ki, çıkan herkesin suratı düşüktü. Ablamın çıkmasını bekledim. Onun da morali çok bozuktu. “Hiçbir şey yapamadım” dedi. Halbuki o kadar çalışmıştık ve bütün soruları yapabiliyorduk. Hocalar derste anlatılmayan yerlerden sormuş. Ah şu hocalar…

Arabaya kadar yürürken ablamı teselli etmeye çalışıyordum. Aslında ihtiyacı yoktu çünkü durumları iyiydi. Ablamın bir senede kazanacağı parayı, eniştem bir ayda kazanıyor zaten. Ablam da olayın parasal boyutuna bakmıyor, ileride çocuklar büyürse ben ne yaparım diye düşünüyor. Arabaya bindik gidiyoruz. Ablam hala sınavların zorluğundan bahsederken benim kafa başka bir şey düşünüyordu. Etrafıma bakıyordum. Dört şeritli bir yolda yüzlerce araba aynı doğrultuda gidiyordu. Birden Amerika’daki otobanlar geldi aklıma. Orada da insanlar evlerine giderken böyle büyük yollardan geçiyorlar hep. Sonuçta araba sayısı çok fazla. Ankara’da da araç sayısı çok fazla. Hemen hemen herkesin arabası var gibi. Benim asıl dikkatimi çeken lüks araba sayısının bu kadar çok olması. Biz Adana’da fazla görmeyiz böyle Mercedes, BMW falan. Ya var var da Ankara’daki gibi değil. Bu şehirdeki her üç arabadan bir tanesi BMW sanki. Ablamların oturduğu apartmanın kapalı garajı sanki BMW galerisi gibi. Her çeşit BMW var. Dört yüz binlik araç da var yüz binlik araç da. Binek dedikleri şey bu olsa gerek.

Araçla giderken bir arabalara bakıyordum bir de yüksek iş merkezlerine. İnsanlar nasıl böyle lüks şeyleri edinebiliyorlar gerçekten merak ediyorum. Onlar zeki de biz mi salağız? İnsanlar yirmi beş yılını verip bir ev alabiliyorlarken bu insanlar hem deli gibi harcama yapıyor, hem de ev araba sahibi oluyorlar. Akıl sır erdiremiyorum.

İşte biz de “aylık üç bin lira kazansak ne güzel olurdu” diye hayal ederken millet…

Şubat

23 Şubat 2016

Son iki gündür içim hiç rahat değil. İki gün önce bir şişe şarabı bitirdim can sıkıntısından. Sarhoş olmak istedim ve az bir şey oldum da. Öyle bir şişe şarapla sarhoş olacak insan değilim, sarhoş olmak istemediğim zaman olmuyorum ve sınırda duruyorum.

Bugün erken saatlerde teyzemlerden biri geldi. Oturduk uzun süre sohbet ettik. Anne tarafımdan birileri gelip böyle uzun uzun konuşunca içim rahatlıyor. Anne tarafım o kadar ılımlı ki – Allah’a şükür – iyi anlaşıyoruz. İyi ki varlar, seviyorum hepsini. Kuzenlerim de çok iyiler, tek sorun fazla vakit geçiremiyoruz. Neyse, teyzemle annem bir yere gittiler. Benim de dışarıda yapmam gereken işler vardı. İlk önce bankaya sonra da SGK’ya gittim. Önceki senelerde SGK’da onca saat beklerdi insanlar. Şimdi maşallah çok beklemiyoruz. Ülkede git gide bir şeyler değişiyor. Sıram geldiğinde bir görevli şu tarafa geçin dedi. Ben de tuhaf tuhaf bakarak geçtim. Sistem iyileşiyor ama insanlar yine aynı insanlar. Masada oturan görevliye durumumu anlattım ve o da beni başka bir yere gönderdi. Gittiğim yerde yine masa başında olan insanlar vardı. Gittim birinin yanına oturdum. Bana ismi söylenen kişi dışarıda sigara içiyormuş. Onu bekledim biraz. Daha sonra yanında oturduğum adamın oranın şefi olduğunu öğrendim. O da beni başka birine gönderdi. Gittiğim kişi yaşlı bir adamdı. Derdimi anlattım ve genç olduğumu görünce bana sevimli bir şekilde yardımcı olmaya çalıştı. Tabi benim derdimi anlatışımda biraz çocuksuydu. “Aklında sorular kalmasın, sor hepsini” dedi. Ben de diğer sorumu sordum. Sonra da teşekkür edip oradan ayrıldım. Genel Sağlık Sigortası’nı yatırmak için bankaya gittim. İçeride annemin kartını kullanarak sıra aldım. Numaram geldiğinde gişedeki kişiye “GSS’i buradan mı yatırıyoruz” dedim. O da bana ATM’den yatırmam gerektiğini söyledi. Başından sağmak için söyledi sanki ama ben yine iyiye yordum. Dışarıda sırada beklerken en önden biri çekip gitti. Sonra baktım ki insanlar sanki makine bozulmuş gibi bekliyordu. Arkamdan bir genç “noldu, bozuldu mu” diye sordu. “Kadının kartını yuttu, onu bekliyoruz” dedi. Sonra geçti hemen en öne, bir kaç numara girmeye başladı. Ben de öndeki kadına, “siz devam edin, o kartı arka taraftan alacak zaten” dedim. Ama tabi çocuk en öne geçmiş kendi işini halletmeye çalışıyordu. Ne kadar sinir oldum ama. Önümde de bir genç kız vardı. O da bana “ben de saygıdan dolayı bekliyorum ama…” dedi. “Valla kimseye saygı duymana gerek yok artık. Bak insanlar nasıl saygı gösteriyor” dedim öndeki çocuğu göstererek. Sonra sinirlenip çekip gittim. Ne de olsa başka bir yerden de yatırabilirdim. Çekip bir tanıdığımın yanına gittim. Onlarda biraz oturduktan sonra eve döndüm.

Yani insanlar harbiden gerizekalı. Ne saygı kalmış ne de ahlak. Eniştem Mitsubishi’de çalışırken Japonya’ya çok sık gidiyordu. Bir tecrübesini bana anlattı. Birgün bir yere bisikletle giderken bir kadın görmüş. Kadın bir şeyler satıyormuş. Eniştem durmuş ve almak istemiş ama fiyat konusunda pazarlık yapmak istemiş. Pahalı olduğundan değil hani, sadece tepkilerini görmek istemiş, Japonlarla pazarlık yapmak nasıl bir şey merak etmiş. Kadın 10 demiş, eniştem 8. Eniştem bir iki kere daha 8 deyince kadın 8 liralık malı 10 liraya satıyormuş gibi, kazık atıyormuş gibi göründüğünü düşünerek bin kere özür dilemiş ve 8’den vermek istemiş. Düşün yani, kadın sırf müşterisi pahalı gördü diye özür dilemiş. Tabi eniştem onu 10’dan almış ama Japonun bu davranışı çok hoşuna gitmiş. Şimdi nerede bizdeki o saygı?

Şubat

17 Şubat 2016

Günlerden çarşamba. Akşam babaannemlere yemeğe davetliyim. Yemek yerken bir yandan da televizyon isliyorduk. Telefonuma Mynet’in uygulamasından ileti geldi. İletide “Ankara’da patlama” yazıyordu. Pek önemsemedim, tüp falan patlamıştır dedim ama içimden acaba terörist saldırısı olabilir mi dedim. Kötüyü düşünmek istemiyordum, babaanneme “Ankara’da patlama olmuş” dedim. O da tam duymadı herhalde beni ki pek oralı olmadı. Yirmi dakika geçtikten sonra televizyonda son dakika haberleri çıktı. Daha sonra Mynet’teki haberi okudum. Sadece yaralıların olduğu söylüyordu. Ama her geçen dakika ölü sayısının arttığı belirtildi. İlk önce 10’du, sonra 11 oldu. Derken 18 ve 28… Bir terör saldırısı olduğundan şüpheleniyorlar. Başka ne saldırısı olabilir ki? Bir araba tüpü patlasa bu kadar kişi hayatını kaybetmez. Allah’ım, ölen insanlara rahmet eyle, ailelerine, akrabalarına, çevrelerindeki bütün insanlara sabır ver.

Allah rahmet eylesin!

Şubat

4 Şubat 2016

Vay anasını, tarihe bak, 4 Şubat oluvermiş.

Bugün bir iş görüşmesi için, aslında pek de iş görüşmesi sayılmaz, Koluman’a gittim. İstanbul’da bir satış pozisyonu varmış. Ben bunu pazarlama olarak biliyordum ama neyse. Gece geç saatte yattım. Bu tip durumlarda vaktinde kalkacağımı biliyorum. Ne kadar geç yatarsam yatayım, yapılması gereken şeyi mutlaka zamanında yaparım. Normal durumlar için bu olmuyor malesef.

Koluman’daki planlama departmanında Ezgi Hanım var, kuzenimin yakın arkadaşlarından. Kendisiyle bir önceki görüşmemde tanışmıştım. Güler yüzlü, pozitif bir kişi. Bana geçen hafta haber vermişti böyle bir pozisyon olduğunu. Ben de bizimkilere sormam gerektiğini söyledim. Hatta eniştemle bile görüştüm. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra tekrar aradım ve görüşmek istediğimi söyledim. Bana ertesi gün, yani bugün için saat bir buçukta randevu verdi.

Sabah kalktığımda saat onbirdi. Hemen duşa girip üstümü giyindim ve yola koyuldum. Koluman, Adana ile Mersin arasında bir yerde. Şehrin dışında, anayola çıksan bile en az yarım saat sürüyor arabayla. Tam vaktinde firmanın giriş kapısındaydım. Görevli görüşeceğim kişiyi, Veli Bey’i, aradı. Fakat Veli Bey beni hatırlamadı. Tabi bu biraz garip bir durumdu. Sonuçta görüşeceğin kişinin en azından ismini aklında tutabilir insan. Neyse, belki kafası çok doluydu, ondan unuttu. Beni sabah saat onbirde beklediğini söyledi. Bana da bir buçukta söylendiğini ilettim. “Bir karışıklık olmuş, neyse.. Şuan toplantıdayım ve epey bir uzun sürebilir” dedi. Ben de “planlamada arkadaşlar var, onların aynına geçerim, sizden haber beklerim” dedim. Tamam dedi ve planlamaya geçtim. Planlama departmanının binasını yıktıkları için prefabrik yapıda çalışıyorlar personeller. Aslında çok da kötü bir durum değil, zaten yapacak da bir şey yok. Arkadaşlarla selamlaştıktan sonra oturdum yanlarına. Planlamada genelde bayanlar var. Bunlardan iki tanesi benim sınıf arkadaşım, bir tanesi bir dönem altımdaki arkadaş, diğerlerini tanımıyorum. Orada tanıştık. Epey bir süre yanlarında kaldım. Daha sonra Veli Bey, Müge’yi aramış ve yanına gelmemi istemiş. Müge sağolsun bana nereye gitmem gerektiğini söyledi. Ana binada en üst katına çıktım. Bir toplantı odasının karşısında sekreter bir bayan vardı. Veli Bey’i sordum, beni çağırdığını söyledim. Toplantı odasına girdi ve kendisini çağırdı. Ben de dışarıda bekledim. Veli Bey geldiğinde bir odaya geçip konuştuk biraz. Pozisyonun benimle pek alakası olmadığını farkettim. Satıştı, yani herkes yapabilirdi, kolay bir işti fakat benlik bir iş değildi. Ben hem satış yapamam, hem de ilerideki kariyerim için iyi bir seçenek olmazdı. Pazarlama diye düşünmüştüm ama değilmiş, pazarlamaya birini almışlar. Neyse en azından tanışmış, görmüş oldum. Aşağıya inip planlamaya geçtim. Normalde çekip gitmek istedim ama daha sonradan servisle giderim dedim. Saat üç buçuktu. beş kırkbeşte servisler vardı. Neyse, arkadaşların aynına geçtim. Sonra da Ezgi Hanım’ın yanına geçtim. Onunla biraz konuştuk, sonra tekrar içeri girdik. Uzun bir süre pek konuşmadan onları dinledim. “Acaba, işe başlayınca benim durumum da mı böyle olacak?” dedim içimden. Çok sıkıcı ya, insanlar tek bir konu üzerinde konuşuyorlar, birbirlerini seviyorlar ama sohbetler artık o kadar bayağı olmuş ki o monotondan dolayı. Onları kesinlikle suçlamıyorum, onlar da böyle olmasını istemezdi ama sanırım iş hayatı böyle bir şey. Eğer devamlı yerinde oturuyorsan konuşulacak konular ya yemek oluyor, ya çay, kahve…

İş hayatına hazır hissediyorum kendimi. Fakat hangi departmanda çalışmak istediğimi tam olarak bildiğimi sanmıyorum. Yani sadece ben değilim ki, herkes benimle aynı durumda. Bizim mesleğin olayı bu. Nereye girersen öyle devam eder. Planlamaya mı girdin, oradan devam edersin kariyerini. Aslında ortada pek de kariyer yok ama neyse…

Bugün, sistemin bir parçası haline geldiğimizi çok net bir şekilde gördüm. Saatlerce çalışıyoruz, eve gitmemiz geç saatleri buluyor, birkaç saat bir şey yaptıktan sonra yatıp uyuyor ve sabah erken bir saatte kalkıyor, servis bekliyor, işe gidiyor, yoruluyor ve eve gitme vaktinin gelmesini bekliyoruz. Eğer hayat bir rutine biniyorsa o hayatı pek de yaşıyor saymayız. Şanslı çok az kişi bu döngünün içine girmeden hayatlarını devam ettirebiliyor. Onlar da ya şansın ya da baba parasının getirdiği yararlardan faydalanıyorlar. Aralarında öyleleri var ki onlar da akıllarını kullanıp girişimci oluyor ve sıyrılıyorlar sistemin çemberinden.

Sanırım biz, bize biçilen düzeni sağlamaya çalışıyoruz. Yani, okuyoruz, iş buluyoruz. İş bulduktan sonra evlenmemiz gerekiyor, çünkü evlenme yaşındayız. Her şeyin de bir yaşı var yalnız(!) Çocuk sahibi olmamız gerekiyor, para biriktirip ev almalıyız. Arabamız olmalı. İyi bir cep telefonu, bilgisayar, elbise, ayakkabı, saat vs. almalıyız. Çocuklar büyümeli, onları iyi bir okula yazdırmalıyız. Ya çok kötü bir döngü bu… Biz kendimizi “düşünebilen, düşündüğünü yapabilen bir varlık” olarak tanımlıyoruz ama bizim sanki bir programımız var ve o çok önceden planlanmış. Nereye gidersek gidelim, bu durum aynı. Biz, doğurup çoğalmalıyız. Sonraki nesile doğurup çoğalabilmeleri için uygun ortamı sağlamalıyız. Mantık bu resmen. Aslında doğada bu apaçık belli. Bir balık, zamanı gelince çiftleşir ve yumurtalarını bırakır. Daha sonra da ölür. Sanki onca zaman sadece yumurta bırakmak için yaşamış gibi. İşte yaratan, yapmamızı istediği asıl görevin yanında bize de yapmak istediğimiz şeyler için zaman ayırmış. O zamanı iyi değerlendirdiysen sen kazanırsın.

Hayat kısaca: doğ, doğur, öl.