Berlin Gezisi
İlk günün gecesi..
Umarım içeride kimse yoktur.
İçeri girdiğimde yerde iki çanta, rastgele çıkarılmış bir çift ayakkabı ve kirli çoraplar vardı. Keşke bu gece yalnız olsam da bilgisayarımı çıkarıp oyun oynayabilsem demiştim içimden. Bir süre bekledikten sonra içeri girdi. Sarışın, uzun boylu bir çocuktu. Duştan gelmişti ve havluyu çıkarıp üstüne bir şeyler giydi. Nereden geliyorsun sorusundan başladı. Aç olduğunu söyledikten sonra çantasından çıkardığı hollanda peynirini ve avuçiçi kadar ekmeyi üst üse koyup yıllardır yemek yemiyormuşçasına büyük ıssırıklarla yedi sandeviçini. Çok yorgun görünüyordu. Dün çok fazla bisiklet sürdüğünü Hollanda’dan onca yolu bisiklet sürerek geldiğini ve yorgun olduğunu söyledi. Çok şaşırtıcıydı. Hollanda’dan Berlin çok uzaktı ve ayrıca Hollanda’nın batısında yaşıyordu. En uzak noktadan Berlin’e kadar tek başına geldiğini söyleyince tam anlamıyla ağzım açık kaldı. Yaklaşık altı gündür bisiklet sürüyormuş tek başına. Hatta bazı yerlerde durup çadır kurduğunu söyledi. Yanında taşıdığı yemekleri çadırın dışına koyduğunu ve sabah kalktığında yemeklerin orada olmadığını söyledi. Belki de çadırıma girip bana zarar verirlerdi diye söyledi. Ben de kendi İtalya’da dışarıda yattığımı, parklarda yattığımı söyledim. O da buna şaşırmıştı. Konu yavaş yavaş nereleri gezdiğime geliyordu. Gezdiğim bütün yerleri anlattım ve bütün bunları 3-4 ay içinde yaptığımı söyledim. Şaşırdı. Sonra da konu politik nedenlere geldi. Şakır şakır anlattım bildiğim bütün şeyleri. Amerika’daki ikic kule olaylarına kadar bile geldik.
Sohbet akıcı bir şekilde devam ediyordu ama yorgundu ve erken yatması gerekiyordu. Tuvalete gidip lenslerimi çıkardım ve dişlerimi fırçaladım. İçeri girdim, üstümü değiştirdim ve yatağa uzandım. Alarmı saat ondan önce kurması gerektiğini söyledi. Sabah gidecekti. Ben de saatimi biraz daha erkene kurdum. Sabah olduğunda ve alarm çaldığında kapatıp saat dokuz buçuğa kurdum. Birlikte uyanırsak, biraz daha konuşabiliriz diye düşündüm. Ben uyandım, benden sonra da kendi uyandı. Uyanmamış gibi yapıyordum. Bir dakika kadar düşünceli düşünceli yukarıya baktı. Sonra da birden kalktı üstünü giyindi. Ben de gözlerimi açtım ve ben de kalktım. Duş almam gerekiyordu. Yanıma almam gereken her şeyi aldım ve duş almaya gittim. Bana lobide check-out yapacağını söyledi. Ben duşa gittim, duşumu alırken içeri girdi ve lobide kahvaltı yapacağını söyledi. Ben de tamam diyip hızlı hızlı duş aldım. Lenslerimi taktım ve odaya gidip eşyalarımı bıraktım. Aşağıya lobiye kahvaltı yapmaya yanına gittim. Bir kızla oturduğunu sandım ama başkasıydı. Her yerde sarışın insanlar vardı. Beni gördü ve elini kaldırdı. Birlikte açık büfeden bir şeyler aldık ve çantasını koyduğu yere geçip oturduk. Bir yandan kahvaltımızı yapıyor, diğer yandan da konuşuyorduk. Bana altı gündür çektiği bütün fotoğrafları gösterdi. Bir arazidan bahsetti. Sular altında kaldığını ve fotoğrafın çekildiği yerin sular altında olduğunu söyledi. Bir fotoğrafında tepenin üzerinde duran yüksek bir taş vardı. Her yerin dümdüz olduğunu ve sadece buranın tepe olduğunu söyledi. Tepenin tam üzerinde de dikili bir taş. Bir fotoğrafında dört yüksek taşın olduğunu gördüm. Fotoğrafın bazılarınında makinedeki sayaçı ayarlayıp poz vermiş. Bazı fotoğrafları da bisiklet sürerken çekmiş. Bir başka fotoğrafında ise oyulmuş bir taşın üzerinde yatıyordu. Bu fotoğrafı nasıl çektiğini sordum, gittiğim bu yer turistik bir yerdi, birine söyledim, çekti dedi. Facebook’dan eklemek için mail adresini istedim. Yazdı ve kaydettim. Hostel’de internet yoktu, o yüzden hemen ekleyemezdim. Haritaya baktık ve gideceği yerlere baktı. Gideceği ilk yere ben de gidecektim. Kahvaltığı bitirdik ve gitmeye hazırlandı. Ayrı yere gidecez, biraz beklersen birlikte gidebiliriz dedim. Yukarıdan çantamı ve eşyaları aldıktan sonra aşağıya indim. Bisikletini gösterdi. Yürüye yürüye, elinde bisikletle gideceğimiz yere kadar gittik. Giderken de devamlı konuşuyorduk. Gideceğimiz yer küp şeklinde bloklara sahip olan bir anıt yeriydi. Yahudilerin anısına yapılmış bir alanda her boyuttan küpler vardı. Bisikleti olduğu yerde arka tekerindeki kiliti kitledi ve bıraktı. Blokların arasında gezinmeye başladık. Şaka falan yapıyordu, saklanıyordu güya. Bir iki foto çektikten sonra dışarı çıktık ve biraz bekledik. Bir çocuktan bizim birlikte fotoğrafımızı çekmesini istedik. Charlie’s Checkpoint’i görelim dedi ve bisikletini getirdi. Babannesinin mutlaka görmesi gerektiğini söylediğini anlattı ve haritayı bana verdi. Yolu ben izleyecektim. Meydanlardan birine geldik ve oradaki sakız yapıştırılmış olan birkaç Berlin duvarı kalıntısına baktık. Fotoğraflar ve etrafında yazılar vardı. Yolumuza devam ettik. Haritaya bakarak ilerliyorduk. Bir kalabalık gördük ve orada da Berlin duvarının önünde bilgiler olan büyük bir yerdi. Kalabalıktı, gencinden yaşlısına herkes oradaydı. Bisikletini yine aynı şekilde kilitledi ve aşağıya indik. Tersten başlamıştık bilmeden. Bol bol fotoğraf çektim ve yazıların bazılarını okudum. Bu arada kendi de okuyordu. Bir sonraki rota, Guegenheim Müzesi’ydi. Haritadaki yere gittik ama bulamadık. O arada, gittiğimiz o kalabalık yerin Checkpoint Charlie olmadığını farkettik. Biraz ana caddede yürüdükten sonra sağa döndük ve düz ilerledik. Yolun sonunda yine bir kalabalık vardı. Trafik de vardı. Karşı tarafa geçip yine bir yandan okumaya bir yandan da fotoğraf çekmeye devam ettim. O da sadece okuyordu. İleride bir askerin fotoğrafı vardı. Arka tarafına gittik ve fotoğrafını çektim. Biraz daha ilerledikten sonra geri döndük. Yolun karşısında duvarın parçalarının üzerine yapılan figürleri gördüm ve birlikte karşı tarafa geçtik. Birkaç fotoğraf çekildikten sonra yolumuza devam ettik. Bir sonraki durağa gitmeden önce acıktığını söyledi. Bildiğim tek yemek yeri Alexanderplatz’daydı. Oraya kadar yürüyelim de diyemezdim çünkü çok aç görünüyordu. Daha yeni kahvaltı etmiştik. Yola devam ettik ve müzelerin olduğu yere, Berlin’in en meşhur klisesinin önüne geldik. Bisikletini ağacın önüne parketti ve birbirimizin fotoğrafını çektikten sonra gittik oturduk. Devamlı birşeylerden bahsediyorduk. Müzelerden bahsediyorduk sanırım. Tam gidecekken bir kadın ve bir erkek, kadının elinde bir fotoğraf makinesi ve makineye de bağlı tüylü bir mikrofon vardı. Bizim bir konuda düşüncemizi almak istediklerini ve bunu kameraya almak istediğini söyledi. Berlin’deki farklı dinlerin farklı kültürden insanların birarada olmasını destekleyen bir konu üzerine insanların fikirlerini soruyorlardı. Bir ara Arvid’e hollandalı mısın, hollandaca mı konuşuyorsun diyordu. Almancaydı ama az çok anlayabilmiştim. Kadın bana dönüp sen de mi hollandalısın dedi. Ben de hayır, Türk’üm dedim. Çok güzel dedi, bu tam da aradığımız şeydi diye belirtti. Arvid, Hollanda’dan buraya bisiklet sürerek geldiğini ve hostelde benimle tanıştığını anlattı. Kadın bana dönüp sen nereden ve niçin geldin dedi. Polonya’dan geldiğimi ve sadece iki gün için burada olduğumu söyledim. Arvid ile tanıştıktan sonra plan değişti diye de belirttim. Kız bize dönüp tekrar röportaj yapmak isteyip istemediğimizi sordu. Arvid, düşündü ve ne söylebileceğini bilmediğini söyledi. Kızın yanındaki adam herhangi bir şey anlatabilirsin, hatta buraya neden ve nasıl geldiğini bile anlatabilirsiniz dedi. Biraz daha konuştuktan sonra kabul ettik ve kız kayda almaya başladı.
Arvid: Ben Hollanda’dan geliyorum. Oradan buraya bisiklet sürerek geldim. Arkadaşımla hostelde tanıştım.
Ben: Buraya Polonya’dan geldim, Berlin’i gezmek için iki günlüğüne sadece. Onunla tanıştım ve plan değişti. Şimdi birlikte takılıyoruz.
Sohbet aynen böyleydi. Kız kaydı tamamladı ve bize teşekkür edip videoyu Youtube’e yükledikten sonra bize mail atacaklarını söyledi. Adımı soyadımı, nereli olduğumu yazdım ve imza attım. Arvid’de adını soyadını yazdı ama yazısı okunmuyordu. Oturup betonun üzerinde adını falan yazdı. Kız, bize birkaç birşeyler verdi. Kalep, sticker, bilgi formu ve bir bez çanta. Onlardan ayrılıp yemek yemek için yola devam ettik. Bisikleti arkada bırakmıştık. Umarım çalınmaz diye şakasına söylüyordu. Biraz ileri gittik ve bir hoc dog satan adam gördük. Alsam mı diye düşünüyordu. Ben almazdım çünkü domuz etinden yapılıyordu. Yemek istemiyorum, sen istersen ye dedim ve sonra dönüp Ya tabi, domuz eti yemiyordun dedi. Ben yemediğim için kendi de yemedi. İleride bir McDonald’s gördük. Burger cinsi birşeyler yemek istemiyordu çünkü çok açtı. Ben pek aç değildim. İçeri girip sırada bekledik. Bu arada yine pork, ham ve diğer domuz ürünü ile ilgili konuşuyorduk. Yemekleri alıp oturduk. Yemeği yedik ve arkadaşınla nerede buluşacaksın dedim. Aramam gerekiyor dedi. Hatta şimdi arayayım dedi ve arkadaşını aradı. Biraz konuştuktan sonra Alexanderplatz’ın yakın olup olamadığını sordu. Hemen şurası dedim. Beş dakika sürer mi dedi. Belki sekiz dedim ve hızlı bir şekilde çıktık. Alexanderplatz çok yakınımızdaydı. Hemen üç dört dakikada ulaştık. Arkadaşınla nerede buluşacaktın diye sordum. Havuzun etrafında dedi. Havuzun etrafını dolaştık ama orada değildi. Birlikte bakıyorduk. Bana dönüp sarışın birini görürsen haber ver dedi. Herkes sarışındı zaten. Biraz zaman geçtikten sonra onları gördüğünü söyledi. Yanlarına gittik ve tanıştırdı beni. Benden biraz uzun iki sarışın liseli çocuklardı (ama hiç de öyle görünmüyordu). Tanıştıktan sonra yakınlarda nereden para çekebileceklerini sordular. Bilmediğimi söyledim ve sonra neyse bir yerde bira içmeye gidelim dediler. Epey bir ilerledik ve bir yer bulduk. Oturup dört bira söyledik. Her konuda konuştuk onlarla. Arvid’in arkadaşı devamlı ingilizce konuşmaya çalışıyordu benim yanımda. Hepsi ingilizce konuştu ama arada sırada aralarında hollandaca konuştular. Arvid’in altı günlük delice geçen macerasından tut, siyasi konulara ve hatta dillerdeki farklılığa kadar her konu hakkında konuştuk. (Güneş yakıyordu, havanın dengesiz olduğunu söyledi Arvid’in arkadaşı ve Arvid bana dönüp haklıydın, tam öğlenin ortasında güneş çıkıyor ve sonra tekrar kapanıyor hava dedi.) Bir ara Arvid pizza söyleyelim dedi. Hala açtı. Ben yeterince toktum. Arkadaşlarıyla birlikte paylaştılar. Uzun sohbetten sonra gitme vakti geldi ve meydana tekrar yürüdük. İyi çocuklardı ve onlarla Berlin’de TV kulesinin altında bira içmek bana da iyi gelmişti. Onlardan ayrıldıktan sonra sohbet ede ede bisikleti bıraktığımız yere geldik. Bisiklet hala orada duruyordu. Kilidini açtı ve bisikletin ön tarafına koyduğu çantasını da yerine taktı. Şimdi nereye gidiyoruz diye sordum ve hostele gitmesi gerektiğini, çantalarının hostelde kaldığını söyledi. Hostele kadar yürüdük. Kendi gidip emanet odasındaki çantasını alırken ben de yukarı çıkıp unuttuğum haritamı aldım ve hemen aşağıya indim. Beni bekliyordu hostelin önünde. Hangi metro istasyondan gideceksin dedim ve bisiklet süre süre şu aradan tren istasyona gideceğim dedi. O zaman… (so…) dedim ve birden sohbet kesildi. İkimiz de konuşmuyorduk, sadece öylece birbirimize baktık üç dört saniye. Sonra Arvid, seninle vakit geçirmek gerçekten iyiydi. Seninle tanıştığıma memnun oldum dedi ve elimi sıktı. Ben de aynı şeyleri söyledim. Facebook’dan beni eklemeyi unutma dedim ve tabi ya, ben seni ekleyecektim diye düzelttim. Seyehat ederkenki fotoğraflarını yüklemeyi unutma dedim, o da bana yüklemek istemiyorum, insanlar benim ne yaptığımı bilmesini istemiyorum dedi. Bunu daha önce kahvaltı yaparken de söylemişti. Son bir kez fotoğraf makinesini çıkardı ve hadi birlikte fotoğraf çekilelim dedi. Makineyi tek elinde tuttu ve fotoğrafımızı çekti. Ben de o taraftan gidiyorum dedim ve birlikte yürümeye başladık. Bir ara bisikletini sürüyordu yavaş yavaş ben de yanında yürüyordum. Haritamı düşürdüm ve alman bir orta yaşlı adam seslenerek haritanı düşürdün, sakın kaybolma dedi. Haritayı alıp devam ettik. Yolun sonuna geldik, karşıya geçtik ve tekrar el sıkıştıktan sonra ayrıldık. Geriye dönüp el salladı ve hızla uzaklaştı. Bu onu son görüşümdü. Bir daha hayatımda hiç onunla karşılaşmayabilirim diye düşündüm. O, hızla bisikleti ile uzaklaşırken ben de gittiğimiz yerlere tekrar gittim. Canım sıkkındı. Nedeni ortadaydı. O gitmişti. Bir yandan keşke hiç tanışmamış olsaydık da şimdi özlüyor olmasaydım diyor, diğer yandan da iyi ki de tanışmışım, iyi bir arkadaş edindim, güzel vakit geçirdik diyordum. Bir ara, dört beş yıl sonra beni Hollanda’ya çağırsa, birlikte tekrar konuşabilsek, vakit geçirebilsek diye hayal ediyordum. Çok etkilenmiştim, fazlasıyla hemde. Sanırım şu ana kadar yaşadığım en anlamlı gündü. Nasıl başladı, nasıl bitti. Keşke daha önceden tnaışmış olsaydık da daha fazla vakit geçirebilseydim onunla diye düşündüm.
It was a pleasure to meet with you Arvid. You and your friendship totally impressed me.
I’m glad.