Zaman çok hızlı geçiyor. Daha dün gibi yaşıyorum Berlin’de bavulumu metroda çekiştirirkenki rezilliğimi. Mutluydum Polonya’da, Avrupa’da, burada olmamalıydım kesinlikle. Kimsenin bana karışmadığı, saçma sapan davransam bile hoşgörüyle karşılanılan ben, yaşadığım topraklarda bu kadar rahat değilim. Türkçe benim dilim değilmiş gibi geliyor bazen. İngilizce konuşmak istiyorum bilen biriyle. Hatta öyle anlar oluyor ki Türkçe konuştuğumda araya ingilizce kelimeler serpiştiriyor, arkadaşlarım tarafından uyarılıyorum. Olmam gereken topraklarda değil gibi hissediyorum. Nerede o saygı, sessiz sakin sokaklar, kırmızıda duran arabalar, zamanında gelen tramvaylar, otobüsler, kaldırımlar…
Günlerim çok sıkıcı geçiyor. Boş boşuna zaman harcamışçasına suçluyorum kendimi. Tamam, zaman harcıyorum, o zaman mantıklı bir biçimde harcamalıyım diyorum kendime. Stratejik düşünmem gerekiyor, beni ben yapan planlarım.
Ders çalışmam gerekiyor ama istediğim gibi çalışamıyorum. Bir yandan sosyal medyadaki bütün haberleri okuyasım geliyor, diğer yandan da geleceğini düşün, garanti iş bu düşüncesi geliyor. İki arada sıkışmış hissediyorum. Son zamanlarda zaten arkadaş olarak bir eksiğim var. Tam anlamıyla kendime uygun gördüğüm birini bulamadım. (zaten hiç bulamamıştım, “kimseyi beğenmeyen ben” mükemmelim ya!) Yine de bir kaç arkadaşım var, samimiyetine güvendiğim.
Bugün bir albüm buldum, içinden bir parça dinledim, müthiş. Şuan yazarken bile onu dinliyorum. Beni bulunduğum yerden alıp başka bir yere, ait olduğum bir yere götürüyor gibi.
Yarın çok çalışmam gerekiyor fakat tam olarak neye çalışacağımı bile bilmiyorum. Birşeylere çalışıyorum ama yararlı olduğundan emin değilim. Planımı yaptım ama ne kadar yararlı olacak bilmiyorum. İleriki konulara çalışacam, beni ileriye götürüyormuş hissini yakalıyorum.