Açılan Kategori

2017

Ekim

21 Ekim 2017

Dün moralim çok kötüydü. Çok yakın bir arkadaşımla aram pek iyi değil ve gönlünü alabilmek için ona çiçek bile aldım. Taksim’de spordan çıkma saatine kadar İstiklal’de yemek yemek için Kasap Döner’i bulmaya çalıştım. Meğer caddenin en sonundaymış, o kalabalıkta zaman kaybetmemek için bir sağ bir sol yapıp insanları geçtim. Fakat sonradan fikrimi değiştirdim ve geri döndüm. Yemek yemekten vazgeçtim, bunun için vaktim yoktu. Geri dönüp belki Burger King’e gider, oradan bir şeyler yerim diye düşündüm. Çok fazla sıra vardı ve yemek yemekten tam yine vazgeçecekken “Acaba burada bri yerde McDonald’s var mıdır?” diye sordum kendime. Bir tanesi çok yakındaymış, gittim, yemeğimi yedim ve arkadaşı aradım. Meğer çoktan evine gitmiş, fazla spor yapmamış. Kendini de kötü hissediyormuş, üşütmüş canım benim 🙂 Kırmızıyı çok sevdiğini bildiğim için beyaz çiçeklerin arasına kırmızı büyük çiçeklerin olduğu bir buket yaptırdım, meydanın hemen üzerinde.

Eylül

10 Eylül 2017

Sabah yine arkadaşımın evinde uyandım. Şu aralar onuna neredeyse her iki günde bir buluşuyoruz. İnsanın karşısına bazen aşık olduğu insan değil, dostum diyebileceği birileri çıkar. İşte o da benim için şimdilik bu. Sabah kalkar kalmaz bana kahve ve yumurta yapmış, tost ekmeği kızartmış. Ne zaman onun evinde kalsam, aynı günün sabahında bana ne yemek istediğimi soruyor, sonra da gidip yapıyor, bugün de olduğu gibi. Çok düşünceli biri. Kendime “yabancılar hep böyle mi acaba” dedirten türden bir kişi. Şu sıralar evini boyatıyor. Ben de yardımcı olabilmek için onda kaldım bugün. Yapması gereken çok fazla iş var. Nasıl yetiştirecek bilmiyorum. Ayrıca bir kaç günlüğüne vefat eden annesinin evi için İngiltere’ye gitmesi gerekiyor, ne zaman gidecek kendi de pek emin değil. Daha evine, ev tasarımı ile ilgili yayın yapan ünlü bir dergiden birileri gelecek. Bir kaç fotoğraf çektikten sonra ev ve kendi hakkında yazı yazacaklar. İş dekorasyon dizaynını o kadar çok seviyor ki, bir gün bana “eğer avukat olmasaydım, iç tasarımcı olurdum” dedi. Ben de “eğer mühendis olmasaydım, mimar olurdum” dedim. Kafa yapılarımız ve tarzlarımız birbirine çok benziyor. Zıt düştüğümüz konulardan biri mimari dönemleri. Mesela ben modern mimariyi severken o eski mimariden hoşlanıyor. Yaşının verdiği bir özellik sanırım, bilmiyorum. Bu arada ev kendinin ve çok güzel dizayn etmiş. Dairenin girişinden tut, balkona kadar, her şey bir uyum içinde. Sanırım annesinden kalma bir özellik, ev eşyalarına olduğundan fazla önem veriyor. Mesela avizelerin bazıları Swarovski’den. Koltuk Alman bir tasarımcının elinden çıkmış. Ayrıca şöyle ilginç bir detay var. Çalışma odasında bir çok ünlünün, altında imzası bulunan çerçevelenmiş fotoğrafları bulunuyor. Görünce çok şaşırdım. Prenseslerin bazılarının bile ıslak imzalı fotoğrafları var. Kırmızı rengini seviyor, evin bir çok bölümünde kırmızı renkli eşyalar var. Neyse, genel olarak belli bir zevke sahip biri. Bakalım, bu arkadaşlığımız nereye kadar gidecek?

Eylül

8 Eylül 2017

Bayramdan sonra iş yükü artmaya başladı. Altından nasıl kalkabilirim bilmiyorum. Bugün yine çıldırmak üzereydim. Amerika’daki işlerin bazıları bana verildi, daha doğrusu operasyonu görebilmek için ben istedim. Çok fazla bir şey yok ama yapmam gereken diğer işlerle birleşince zor olmaya başladı. Emailleri kaçırmaya, devamlı hatırlatma yemeye başladım. Amerika’dan gelen istekler için aldığım aksiyonları karıştırır hale geldim. Bazen öyle bir an oluyor ki, emailleri yanlış kişilere gönderiyor, saçma sapan şeyler yazıyor, genellikle de yaptığım şeyleri hatırlamıyorum. Büyük bir sorun. Protein miktarını yeteri kadar alamamamdan kaynaklı diye düşünüyorum. Bu konuyu Nida ile Kanyon’da buluştuğumuzda da konuştuk. Onda da aynı durumun olduğunu, B12’yi aşı olarak alması gerektiğini, hap olarak alınanların pek bir yararı olmadığını söyledi. Sanırım benim de B12 alma vaktim geldi.

Bir an önce şu günün bitmesini istedim. Kolay kolay bitmeyeceğini biliyordum. Cuma günleri sancılı geçiyor artık benim için. Emailleri o kadar çabuk yanıtlamaya, işleri o kadar hızlı yapmaya çalışıyordum ki, bazen durup “ne yapıyorum ben burada ya” diyordum. Neyse ki kısa sürüyor ve işe geri dönüyorum. Zaman o kadar çabuk geçiyor ki, keşke bir saatim daha olsa da şu işleri bitirebilsem diyorum. Neyse, saat altıya geldi ve normal yüz ifademle servise binip yabancı arkadaşımın yanına gittim.

Haziran

24 Haziran 2017

Cuma günlerine bayılıyorum. Haftanın en güzel günü. İşten eve gelirken harcanılan o bir saat var ya, kendini tatmin etsen o kadar mutlu olamazsın. Bu cumanın farklı bir anlamı var, bayramdan önceki son iş günümüz. Önümüzde dört günlük bir tatil var. Sonradında üç günlük bir tatilden sonra yine haftasonu. Yani bu kadar güzel bir cuma olamaz. Neyse. İftara daha vakit vardı, eve gittim biraz etrafı topladım ve uzanıp telefonumu kurcaladım. Burada tanıştığım bir arkadaşım vardı, müzik zevkimiz neredeyse birbiriyle aynı. Aynı olmasa bile anlaşabilirim, biliyorsun. Onunla mesajlaştık, sanki bir ömür boyu dostum olacak biri gibi. Tabi arkadaşlığımızın başı güzel de gerisi nasıl gelecek muamma. Zaman gösterecek. Sonradan tanıştığım başka bir arkadaşımın, Rus, bu haftasonu iki arkadaşı gelecekti, onlarla takılmak zorunda kaldı. “Umarım gelmezler” diyordu. Tataaaa, mutlu son, geldiler. Muhtemelen onlarla takılıyordur şimdi. Telefona o kadar odaklanmışım ki ezan sesini ezanın ortasında duydum. Oyalana oyalana evden çıktım. Saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Cevahir’e gittim. Bugün kendimi ödüllendirmeliyim, sonuçta bayrama ailemin yanına gidemiyorsam kendimi bir şekilde ödüllendirmem gerek. Aman ne büyük ödül, aileye kavuşmayı karşılaştırdığım şeye bak, iskender döner. Konuya geri dönelim. AVM’nin kapanmasına yarım saat kala iskender siparişi vermek üzere kendimi kasanın önünde buldum. Saat dokuz buçuk olmuş, ben hala yemek yemiş değilim. Bu oruç olayına kendimi iyi alıştırmışım. Yemeğimi yerken bir yandan da arkadaşıma yazıyordum. O da dışarıdaymış, eve doğru yürüyormuş. Ben de kahve alıp eve geçecektim, belki karşılaşırız falan diye düşünürken evde olduğunu öğrendim. Yüz ifadem:😒. Neyse kahvemi alıp eve gideyim dedim, oha, o da ne? Ekmek sırası. Resmen ekmek sırası. Olum bu saatte sizin burada ne işiniz var, evinize gitsenize. Kahvemi kapar kapmaz eve yürüdüm. Evde yapmam gereken şeyler listesini kontrol ettim ve o da ne? Boş. Patlattım bir dizi, sonra da uyumuşum.

Bugün de yalnızdım.

Mayıs

21 Mayıs 2017

İnsanlara güvenmeye nasıl hala devam ediyorum anlamış değilim. Olan onca şeyden sonra benim insanları bir kenara koyup tüm ümidimi canlılık belirtisi gösteren hayvanlara odaklamam gerek. Lakin insanlar artık hayvan bile olamıyorlar, o kadar yerlerde itibarlar. Gerçeği söylemeye cesareti olmayan insanlar kümesi var ve bu küme sayısal olarak evrende gittikçe fazla yer kaplamaya başlıyor. Hayır, hayvanlar sayıca çoğalsın, neden insanlar çoğalıyor ki? Çok mu gerek? Olana baksana, kocaman birer sıfır. Gerçi onları da hayvanlar alemi kümesine alabiliriz, susmaları karşılığında. Oha, çok övdüm. Neyse, siz hani matematikte iki kesişim kümesi, etrafında da dikdörtgen evren kümesi var ya, E ile gösterilen, mümkünse onun dışında bekleyin.

Nisan

18 Nisan 2017

Diğer günlerden pek bir farkı yok gibiydi. Sabah kalkıp duş aldım, elbiselerimi giydim ve evden çıktım. Hızlı adımlarla metrobüs durağına yürüdüm. Birkaç metrobüsü kaçırdım, birkaçına da dolu diye binmedim. Klasik bir metrobüs bekleme durumu. Boş bulamazsın, sadece hesap yapıp binmeye değer mi değmez mi diye düşünürsün. İş yerine vardığımda neredeyse herkes yerinde oturuyor, günün erken saatlerinde, biraz işkence gibi de olsa emaillerine bakıyordu. İş hayatı işte, emaillere cevap vermek – yani iletişim içinde olmak – işin en kilit noktası. Yapılması gereken işlerimi sırayla bitirmeye çalıştım. Saat on ikiye kadar her şey sıradan bir şekilde gidiyordu. Ta ki genel müdürümüz masamın başına gelip garip bir şekilde “arkadaşlar hemen bir toplantı yapalım” diyene kadar. İnsanların ne dediklerinden çok, dediği şeyi nasıl dediğine dikkat ediyorum. O anda zihnimde videoyu durdurup geri sardım ve müdürümüzün yüzündeki o ifadeyi gözlerimin önünde tekrar izledim. Garip bir şekilde eli ve gözleri titriyordu. Belli ki bri şey onu hem sinirlendirmiş hem de üzmüştü. Küçük bir şok içindeydi galiba. Arkadaşlarla toplantı odasına girip müdürümüzün açıklama yapmasını bekledik. Konuşmaya başlamadan önce kendini toplamaya çalıştı. Bu kadar kötü ne oldu ki diye düşündüm içimde. Acaba kovulmuş muydu? Ya da şirketimiz mi batıyordu? Aklımda saçma sapan ölümcül vuruşlu teoriler dolaşıyordu. Fazla zaman geçmeden ağzından sözcükler dökülmeye başladı. Şefimizin – ki kendisiyle ilginç bir iş ilişkimiz var – bundan sonra bizimle çalışmayacağını söyledi. İptal oldum o anda. Nasıl artık bizimle çalışmayacak? Şefim, ki işini düzgün bir şekilde yapmaya çalışan biriydi. Tamam, dili biraz sertti ama belki de bu sektörde böyle biri olmak gerekiyordu. Müdür bunu söyledikten sonra diğer arkadaşların yüzlerine şöyle bir baktım. Özellikle bir tanesi anlayamadığım bir şekilde yüzü kızarmıştı. Sanki kendisi işten kovulmuştu. “Kendine gel” diyerek suratına bir şaplak atasım geldi. Neden artık bizimle çalışmayacağı ile ilgili birkaç şey söylüyordu ama olayın şokundan dolayı dediklerini de tam anlayamıyordum. Sanki bir şeyler söylüyordu ama aslında söylemek istediğini söyleyemiyordu. Konuşmanın ortasına doğru kendini biraz daha topladı ve konuşmaya devam etti. Toplantı bitti ve yerlerimize geçtik. Uzun bir süre ne yapacağımı bilmeden öyle mal mal ekrana baktım. Kendi kendime “nasıl ya, onu nasıl kovabilirler ki?” dedim. Şirkette kovulmayacak, etkisi düşünüldüğünde belki de kovulamayacak insanları gözümün önünde bir sıraladım ve kendisini ilk beşe koydum. Birinci sırada genel müdürümüz vardı. Fakat şöyle bir durum da gözümden kaçmadı. Müdürümüz ile şefimizin arası pek iyi değildi. Bu durumu daha önceden de farketmiştim ama şefimizin yeri değiştirilen (argo: çalınan) telefon kablosu (bir insan neden bunu yapar?) için müdürümüzle uzun konuşmasında daha da netleşmişti. Konuşmalarını dinlemiyordum, kapıları açık olduğudan hepimiz duyuyorduk. İçimden şefim için “bak adamlar seni ileride bir yönetici olarak görüyorlar, senin peşine düştüğün şeye bak? Tamam, kendine bir şekilde yediremiyorsun ama üstüne de çok düşmemeliydin” dedim ve kendi kendime sitem ettim. Bir an konuşmaları çok mantıksız ve yersiz geldi. Belki kendi açısından haklıydı, bu tip bir durumun olmaması, yaşanmaması gerekirdi. İlginçtir ki bu telefon kablosunun yer değiştirmesi olayı, telefon kablolarının uzun olmasının önemli olduğu ile ilgili yaptığımız gereksiz bir konuşmadan sonra olmuştu. Yazdıklarıma şöyle bir bakınca, durumun gerçekten ne kadar saçma olduğunu bir kez daha farkettim. Bu durumun, şefimizin işten ayrılmasını hızlandıran, bardağın son damlası gibi bir şey olduğu gerçeğini kabul etmeli miydim? Hatta konuşmalarında sonra müdürün şefin masasının önünden geçerken “bu konuyu kapalım artık” demesi, durumun üzerine sıcak bir mum döküp mühürle artık demesinin kötü bir şekliydi.

Biz aval aval bilgisayar ekranına bakarken şefimiz geldi ve masasından eşyalarını toplamaya başladı. Öğleden sonra ayrılacağını toplantıda müdürümüz söylemişti. Bazıları durumdan hiç haberdar değildi ve işlerini yapmaya devam ediyordu. Şefimizin yanına gittik ve yardım edebileceğimiz bir şey olup olmadığını sorduk. Fazla bir eşyasının olmadığını söyleyip konuyu kapattı. İçimden “senle daha kavga edecektik, deli edecektim seni” dedim ama boş boş laflar işte. Baksana, adam çekip gidiyor. Yemeğe birlikte inelim mi diye gereksiz bir soru soruldu. Adam işten ayrılıyor, oturup aşağıda hiçbir şey olmamış gibi yemek mi yesin? Aşağıya inip yemek sırasına girdik. Birden arkadaşlardan ikisi yukarıya çıktı. Neden çıktıklarını bilmiyorum. Arkalarından ben de çıktım ama onları göremedim. Aşağıya inip tekrar sıraya girdim. Yemeği yerken diğer ikisi de geldi ve birlikte yemek yedik. Normalde olması gereken fakat evde izinli olan başka bir arkadaşımız vardı. O, şefimize diğerlerinden biraz daha yakındı. Onun olmadığı bir gün gitmesi daha da garipti. Şimdi ona kim söylemeliydi? En iyisi kendi söylesin dedik.

Yukarı çıktığımızda şefimiz ortalıkta yoktu. Arkadaşlardan biri Amsterdam’a gidiyordu ve euro alması gerekiyordu. Bunun için şirketin biraz uzağındaki döviz bürosuna gittik. Giderken konuyla ilgili pek konuşmadık. Dönerken ışıkların orada, arabanın içinden bir ses geldi. Baktık ki şefimiz! Ben gidiyorum diye gülerek bize sesleniyordu. “Bizi de götürsene” dedim. Yeşil ışık yandı ve gitti. Biz de yürümeye devam ettik.

Sabah “arkadaşlar biraz geç kalacağım” diye mesaj atarken, öğleden sonra işten ayrılması, hayatın aslında hiçbir zaman plan yapamayacaksınız demesinin başka bir şekliydi. Şefimiz artık yoktu. Onun artık bizimle çalışmıyor olması, arkadaşımız olamayacağı anlamına gelmiyor gibi demode bir cümle söyleyeyim. Gerçekten de öyle. İşten ayrıldığından beri onu aramadım. Belki de diğerleri aradı ama Caner aramadı diye düşünüyordur. Onun için gönülden en iyisini dilediğimi kendisi bilmiyor ama ben biliyorum.

Mart

30 Mart 2017

Bugün, diğer günlerde olduğu gibi tıklım tıklım olan metrobüse atladım. Bu kez gerçekten atladım. Nefes bile alınmayacak derecede kalabalık olan metrobüslere bile binmeye başladığımı farkettim. Metrobüsten indikten sonra hızlı adımlarla iş yerime gittim. Bütün gün boyunca hızlı tempoda çalıştık, dünyayı kurtardık. Mesai bitmeden bir iki saat öncesinde, kandil gecesi vesilesiyle küçük kutular içinde kandil simitleri dağıtıldı. Ofisteki bazı arkadaşlar kutuyu bile açmadan eve götürüp sevdiklerine vermeyi düşündüler. Benim aklımdaysa başka bir şey vardı. Kandil simitlerini sokakta gördüğüm o yaştı teyzelerden birine vermeyi düşündüm. Kutuyu poşete koydum ve mesainin bitmesini bekledim. Akşam bir arkadaşımla yemeğe gidecektik. Servisteyken mesajlaştık ve bir kargosu olduğunu, onu eve bırakıp yemeğe geçebileceğimizi söyledi. Levent’ten metroya atladım ve Şişli’de indim. Bu kez mesaj atmak yerine arayıp konuştum. Kargosu çok ağır olduğundan yukarı çıkaramayacağını söyledi. Ben de hemen yanına gelip yardım edebileceğimi söyledim. Hızlı adımlarla evinin önüne geldim. Apartman kapısının önünde beni bekliyordu. İki metre uzunluğunda bir kargosu vardı. Kucaklamaya çalıştım ama çok ağırdı, biraz afalladım. Sonra yükledim üzerime ve dört kat yukarı duraklamadan çıkardım. Epey yoruldum aslında. Zaten dizlerim de ağrıyordu. Bunu yaptıktan sonra da diz kapaklarımın üzerindeki kaslar ağrımaya başladı. Bir şey belli etmedim tabiki, çok sevdiğim insanlardan bir tanesi kendisi. Elimdeki poşeti eve bırakmayı düşündüm ilk başta ama sonradan belki geçenlerde sokakta peçete satmaya çalışan yaşlı teyzeyi görür de ona veririm düşüncesiyle yanıma aldım. Arkadaşla sokaklardan geçtikten sonra bu yaşlı teyzeyi gördüğüm sokaktan geçtik. Etrafa bakındım ama göremedim. Neyse dedim, kısmet. Poşet elimizde kaldı. Belki ileride böyle birini görürüz de veririz dedim. Mecidiyeköy trafik ışıklarının önünde, karşıya geçmeden önce nereye gideceğimizi belirledik. Gideceğimiz yer Teşvikiye’de bir Asya restoranıydı. Yürüyerek gidelim, dönüşte metroya bineriz dedik. Yolda giderken bir iki yaşlı kadın gördük ama onlar bir şey satmıyorlardı, dileniyorlardı. Sokakta bir şeyler satan insanları, dilenen insanlara tercih ederim (tıpkı bütün herkes gbi) Biraz daha yürüdükten sonra tıklım tıklım olan kaldırımın hemen yanında, mağazaların çöpün kenarına bıraktığı kartonları toplayan küçük bir kız gördüm. Boyu bacağım kadardı. Hemen yanına gittim ve kandil simitlerinin bulunduğu kutuyu poşetten çıkardım. Bantını çıkardım ve hafifçe kutunun içinde ne olduğu gösterdim. İster misin dedim. Utanarak evet dedi. Al o zaman dedim ve kutuyu ona verdim. Bana dönüp utanarak 1 tanesini alayım dedi. Halbuki ben kutunun hepsini ona vermiştim. Al hepsi senin olsun dedim. Elindeki kutunun içine bakıp diğerlerini aileme veririm o zaman dedi. Paramparça oldum. Kutuyu uzatmama rağmen içinden sadece 1 tanesini almak istedi. Sadece 1 tanesini! Sadece 1 tanesi ona yetiyordu. Yanından ayrılırken arkadaşıma ve bana kırık bir gülüş attı, sanki pek gülmezmiş gibi. Yolda yürürken gözümden yaşlar gelmeye başladı. Ağlamamaya, çaktırmamaya çalıştım ama yapamadım. Bu kez içimdeki utanma duygusu, insanları bu hale getiren insanlığımıza duyduğum nefretle öyle bir karıştı ki resmen sinirlerim boşaldı, ağlamaya başladım. Yolda bir yandan yürüyor, bir yandan sessizce ağlıyordum. Arkadaşım yanımdaydı ama bir şey diyemedi. Akan gözyaşlarımı silip yürümeye devam ettim. Yüzü o kadar güzel bir kızdı ki. Yürürken aklıma hep utanarak söylediği o “1 tanesini alayım” sözü ve yanından ayrılırken attığı o kırık gülüş geldi.

Mart

16 Mart 2017

Haftasonlarını bekleye bekleye günler o kadar çok çabuk geçiyor ki. Gün içerisinde bile günün tam olarak nasıl geçtiğini bilemiyorsun. Yaptığım işin yoğun olması, çok fazla insanlar aynı ortamı paylaşıyor olmam bunun temel nedenlerinden. Peki haftasonunu beklememin nedeni ne? Kendim oluyorum, ondan. Haftasonları da çok hızlı geçiyor ve genelde tek başıma geçiriyorum. Şehride yeni olduğum için henüz pek kişi tanımıyorum. Yakınımda tanıdığım birkaç kişi var ama onlarla da her haftasonu vakit geçiremem. Onların da benimle vakit geçirmek isteyip istemeyeceğini bilmiyorum. Sonuç olarak haftasonu da yalnız kalıyorum. Bu, benim için bir ceza ve günümü dışarıda geçirmediğim her gün boş bir gün. Hatta bomboş bir gün. Yalnız olmak istemiyorum, sevdiğim insanlarla vakit geçirmek istiyorum. En azından onların yanımda olduğu hissini yaşamak istiyorum. Belki de yalnız bırakılmaktan korkuyorum. Bazen bu, ölümden daha korkutucu geliyor. Ölüm demişken, bugün alakasız bir anda içimden “sadece öleceğim günü bekliyorum” dedim. Birden mantıklı gelmeye başladı. Etrafımdaki insanları izlemeye başladım. Kafalarının bir köşesinde yapılması gereken fiziki ve dünyevi şeyleri tamamlamaya çalışıyorlar. Ama hayat bu değil. Gelişimizin bir amacı olmalı. Rastgele buraya gelmiş olamayız. Bir rastlantı olamayız. Dünyevi şeyleri düşünen insanları görünce, ne kadar da yüzeyde kaldıklarını; varlığımızı ve amacımızı düşünenlerin de derinde kaldıklarını, zamanla boğulduklarını gördüm. Kendilerine verilen sürelerin sonuna gelenler, siyahın binbir tonunun derinliklerinde kaybolup gidiyor. Ben de onlar gibi, hayatıma biçilen sürenin bitmesini bekliyorum. Bir geleceğimin olmayacağı gerçeği on yıl önce hissettirilmişti.

Şubat

26 Şubat 2017

Sıkıcı günlerimden bir yenisi daha. Gece iki gibi uyuyabildim. Kitap okumayı planlamıştım fakat her zaman olduğu gibi telefonu elimden düşüremedim. Son zamanlarda hayatımın ne kadar boş geçtiğini söylemeden edemeyeceğim. Her zaman söylediğim gibi, yapmam gereken şeyler var, fakat yapmıyorum ve neden yapmadığımı da bilmiyorum. Vakit geçiyor, yeteri kadar farkındayım. Tanımadığım bir çok insan almış başını giderken ben daha yapmam gerekenleri yapmaya çalışmakla uğraşıyorum. Kendimi eğitmem gerek. Gerekirse ceza bile vermeliyim. Ama mutlaka bunları yapmalıyım – ki ileride üzerinden atlamam gereken o duvarlardan biraz daha kolay atlayabileyim.

Yanmam lazım, daha yol almam lazım. Kendimden caymam lazım. Zor.

Şubat

24 Şubat 2017

Sıkıcı günlerimin bir yenisi. Dünden pek bir farkı yok. Üzerine biraz düşününce “bir fark var aslında”. Dört gün önce bilgisayarım çöktü, üç gündür kurtarmaya çalışıyorum. Ne kadar önemli bir şey olduğunu şu son bir kaç günde anladım. Devamlı yanımda olan, işe gittiğimde yolumu gözleyen birkaç şeyden biri bilgisayarım sanırım.

Şubat

7 Şubat 2017

Kitap okumaya nasıl zaman ayırmıyorum, anlamıyorum. Halbuki en çok istediğim şey şu aralar. Burada her zaman söylediğim gibi, yapmam gereken çok şey var ama yapamıyorum. En çok da bunun yüzünden kendime kızıyorum. Kendimi bir çok yönden çok ileriye taşımam gerekiyor. Çalışmam gerek, hatta birden çok konuda eşzamanlı olarak. Ancak o zaman hedeflediğim noktaya doğru ilerleyebilirim. Önümde bunları yapmamak için herhangi bir engel yok ama hala neden yapmıyorum, ya da neden başlamıyorum bilmiyorum. Nedenlerini bilmediğim çok parametre var ve bunları belirlemekte güçlük çekiyorum. Zamanı kendime göre nasıl durdurabileceğimi biliyorum, bunun için yapmam gereken tek şey, düzenli olarak çalışmam. Aklımda bir yapılacak listesi var, kağıtta da öyle. Bunlar gün geçtikçe artmaya ya da farklılaşmaya ve daha da kompleks olmaya başlıyor. Ödevler üst üste yığıldıkça işin ucunda hepsini yapmayacağım için hedefimden uzaklaşmaya başlayacağım. O noktada eğer hedefime tekrar odaklaşmayı düşünürsem, karşıma çıkan yol çok daha çetrefilli olacak. O yüzden yapmam gereken şey, kendime bir ivme kazandırmak. Bunun için de yapılması gereken ilk şey, B-A-Ş-L-A-M-A-K. Başlamam gerekiyor. Mesela İngilizce sınavına girmeliyim, yüksek lisans için olmazsa olmazlardan. Sınav günü yaklaşıyor ve ben daha hiç kitabımın kapağını bile açmadım. Ne kadar sorumsuz biriyim. Hani zorluklara göğüs gerilecekti, hani her şeyin üstesinden gelinmeye çalışılacaktı. Bunlar benim kendime verdiğim sözler değil miydi? Şu an kendimle bir vicdan hesaplaşması yapıyorum, farketmişsindir. Her neyse. Şu an bile yazıyı yazmayı bırakıp o işe başlamam gerek, eğer doğru yolda ilerlemek istiyorsam. E o zaman bana müsaaadeee… Caner kaçar. Sii yuuu!

Şubat

5 Şubat 2017

Günlerden pazar. Yine evde olduğum bir haftasonu. Yine hiçbir arkadaşımın “Caner hadi gel şuraya gidelim” demediği başka bir gün. Üniversiteden bir grup arkadaşlarım var, çok yakın olduğum. Onlar da ya mesafe olarak çok uzaktalar ya yüksek lisansa hazırlanıyorlar ya da başka bir nedenden dolayı dışarı çıkamıyorlar. Tanıdığım başka kimse olmayınca mecburen günü evde geçirmek zorunda kalıyorum. Ev arkadaşlarım da kendi hallerinde yaşıyorlar. Eve taşınmadan önce “oo çok güzel, onların arkadaşları ile de tanışır, çevremi biraz daha genişletirim” diye düşünüyordum. Fakat öyle olmadı. Belki ileride olur, bilmiyorum. Bugün öğlen dörtte staj yaptığım bir yerden arkadaşım olan Volkan’ın nikahı vardı Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nde. Çok saçma bir nedenden dolayı gidemedim. Haftalar öncesinden belliydi ve gitmeyi gerçekten de istiyordum. Neden gitmedim, hiç bilmiyorum. Bu aralar kafası karışık, karamsar, dikkatsiz ve kararsız görüyorum kendimi. Aklımda çok fazla soru var. Bunların zamanla netleşeceğini düşünüyorum ama zaman çok hızlı akıyor. Ya tedbir alamadan vakit geçerse ve bir şey yapamazsam? Sanki herkes beni geçecek ve ben olduğum yerde kalacakmışım gibi hissediyorum. Sanki yanlış bir yöne gittiğimden geleceğim pek de iyi olmayacakmış gibi, memur gibi bir yerde çalışıp biriyle evlenmeden yaşlanıp gidecekmişim gibi geliyor. Kafamı dağıtmam gerek. Buna bir çözüm var tabiki. Sevgili bulmak. Ya tamam da nasıl bulacağım, daha kimseyi tanımıyorum ki. Aklımda bir isim var, yakın zamanlarda onunla tanışmayı ve arkadaş olmayı istiyorum. Düşüncelerimizin paralel olduğunu ve anlaşabileceğimizi düşünüyorum. Ben onu beğeniyorum ama o beni beğenecek mi? Off, çok karamsarım. Yoksa gerçekçi miyim? Keşke yanımda birileri daha olsaydı, varlıkları bile yeterdi. Annem, babam olsaydı ne güzel olurdu ya. Hatta bütün akrabamız burada olsaydı, 7 sülale İstanbullu olsaydık ne mükemmel olurdu? Hepimiz aynı yerde olurduk. Adana’dayken gitmeye bile üşendiğim akrabalarımı şimdi mumla arıyorum. Onlar olmadıkları zaman anladım işte değerlerini. Özellikle annemle babamın. Aslında o kadar da uzak değil, haftasonları gidip gelebilme şansım var ama bu da beni psikolojik olarak kötü etkileyecek, biliyorum. Bunun için birini suçlamam gerekiyorsa o da devlet olacaktır. Eğer bütün yatırımlar İstanbul ve çevresine yapılmasaydı, ben bugün buraya taşınıp çalışmak zorunda olmazdım. Almanya gibi olsaydık, devlet yatırımını ülke genelinde homojen olarak yapmış olsaydı olmazmıydı?

Bugün de kendimi yalnız hissettim.

Ocak

10 Ocak 2017

Yeni yılın ilk yazısı. Son iki gündür İstanbul’a deli gibi kar yağdı. Cuma günü eve giderken çok zorlandım. Acaba yerler kar tutacak mı derken ertesi gün bir baktık her taraf bembeyaz ve deli gibi kar yağmış. Haftasonunu evde, yatağımın üzerinde, yorganımın altında geçirmek zorunda kaldım. Hem elektrikler gitti, hem de su. Elektrik gidince otomatik olarak kombi de gitti. Ev buz gibi oldu, üşüdüm. Evdeki arkadaşlardan bir tanesi Adana’ya dönmüştü, diğeri de bu soğukta arkadaşlarıyla takılmak için dışarı çıktı. Evde tektim ve yapacak hiçbir şeyim yoktu. Yanına gidebileceğim insanlar vardı fakat müsait olmadıklarını biliyordum. Geriye tek bir şey kalıyordu, kitap okumak. Yatağıma uzandım, yorganı üzerime çektim ve kitap okumaya başladım. Telefonun şarjı da az olduğundan ona da pek bakamıyordum. Bizimkilere elektriğin gittiğini, akşam altı gibi geleceğini söyledim.

Elektrik saat dört gibi geldi. Hemen telefonumu ve bilgisayarımı şarja taktım. Hemen kombiye baktım. Çalışıyordu ama çalışır hali bile pek hissedilmiyordu. Bir kaç ayar yaptıktan sonra biraz düzeldi ama odanın ısınmasına yetmedi. Yorganın altına tekrar girdim. Bir türlü kendimi ısınmış hissedemedim. Bende mi sorun vardı bilmiyorum. Belki de bu soğukluğa alışık olmadığımdandı. Ama yine de soğuk olmamalıydı. Umarım bu sadece bu haftaya özgüdür, daha sonra düzelir. Pek sanmıyorum.

Pazartesi ve salı, yani bugün işten erken çıktık. Hava şartlarından dolayı saolsun şirketimiz bizi erken bıraktı. Servisle ilk önce Levent’e, oradan metro ile Şişli’ye geçtim. Karda yalpalayarak eve geldim. Saat dört gibi petekleri kontrol etmesi için usta gelecekti. Arkadaşlardan birine sordum, benim odadakini de düzelttiler mi diye. Bakmışlar ama normalmiş. Salondaki ve yukarıdaki arkadaşın odasındakileri değiştirmeye geleceklermiş cumartesi günü. Bakalım bu haftasonu neler olacak. Şimdi işle ilgili birkaç Excel işi yapmam gerek. Fazla yazamıyorum, lakin oda da soğuk. Biran önce yatağa girmem lazım.