Açılan Kategori

Aralık

Aralık

27 Aralık 2014

Sabah yine (yine yine ve yine) geç kalktım. Kendimi annemle konuşuyor buldum kalkar kalmaz. Bugün güzel bir gün olacak gibi hissediyordum çünkü iki gün önce annem kredi kartıyla bisiklet alabileceğimizi söylemişti. Aslında bisikleti kendi paramla alıyordum ama kredi kartımın limiti yetmediği için birinden bakiyeye sahip bir kredi kartı bulmam gerekiyordu. En yakınım, annemdi, bu yüzden ondan istedim. Allahtan boş yer varmış kartında. Bisikleti her an gidip alabilirdik. Yaklaşık bir buçuk yıldır istiyordum bisiklet kullanmayı ama işte bazı nedenlerden dolayı boş zamanım olmadı. Şimdiye kısmetmiş.

Biraz kahvaltı yaptıktan sonra annemle Optimum’daki Decathlon’a gittik. Kendine bir mayo almak için deniz bölümüne gittik. Bir iki mayoya baktı, sonra bir tanesini seçti. Denemeye kabine gitti, o arada ben de bisiklet bölümünde geziyordum. Uzun zamandır aklımda olan bisikleti gördüm. Bir kez daha iyice baktım. Sonra başka şeylere göz attım. Annemin yanına gidip mayonun olup olmadığını sordum. Başka bir mayoya bakacağını söyledi ve deniz bölümüne gitti. Oradan bir tane mayo kapıp tekrar kabine gitti. Bu arada ben de onu beklerken indirim şansının verildiği Decathlon kartını çıkarttırdım. Biraz sorunlu oldu ama sonunda aldım bir tane. Annem mayosunu seçtikten sonra birlikte bisiklet bölümüne gittik. “Tekeri çok ince, nasıl süreceksin bunu” diye panikledi birden. O kadar araştırmıştım, tabi sürebilirim dedim içimden. Sonra da dışımdan söyledim aynısını. Bisikleti denetim tekrar, almaya karar verdik. Onun yanında başka şeylere de bakmam gerekiyordu. Bisikletçilerin olmazsa olmazı pedli tayt şortlar… Taytları giyen erkekler Bizans dönemindekilere benziyor olabilir ama sonuçta bu bir spor ve boşuna bu kadar insan o taytları giymiyor. Neyse bir ikisine baktık, hatta denedim. Sonunda bir tanesini beğendim, diğerlerine göre daha rahattı. Zaten ya ucuz bir tayt alacaktım, yanında da sele için slikonlu ped, ya da pahalı bir tayt alacaktım. Yani ikiye bir oranlı mantık. Sadece tayt şort almakta kullandım hakkımı. Bisikleti almak için bir görevli çağırdım fakat gelene kadar yıllar geçti. Tabi insan istediği bir şeye ulaşmak üzere olunca sabırsız oluyor. Neyse, geldi bir görevli, normalde orada başka bir çalışanın olduğunu ve onun da altı gibi geleceğini söyledi. Ayarları yapıp bisikleti vereceklermiş. Bize bisikletin etiketini verdi. O arada kilometre sayacını da aldım. Kasaya gittik. Arkamızda iki müşteri vardı. Elimizdeki eşyaları (sayaç, tayt ve mayo) ve etiketi verdik. Kasiyer bin yüz otuz üç lira diyince sıradakilerin yüzlerdeki ifadeyi tahmin ettim, bakmadım ama. Belki de hayatlarında ilk defa bin’li bir rakam görmüşlerdi. Ya da ben herkesi kendim gibi görüyorum. Altıyı on beş geçe mağazaya tekrar gelecektik. Vakit öldürmek için yukarı çıktık. Yemek yiyecektik fakat sonradan vazgeçtik. Annemle babam teyzemlere gidecekti, orada bir şeyler yiyebilirdi. Annem sırf benim için yemek yiyecekti. Fedakarlığa bak. Bazen kendime kızıyorum yani o kadar iyiliği görmüyor gibiyim. Fakat diğer yönden bakınca, onlara her zaman sevgimi gösteriyorum, beni kızdırmadıkları sürece onlara kızmıyorum, kötü davranmıyorum. Kötü alışkanlıklarım yok, içki fazla içmem, sigaram yok, kumar bilmem. Tabi yapmadığım şeyleri söyleyemem. Daha iyi olabilirdim fakat şimdilik eldeki bu. Neyse… Anneme “boşver o zaman ben kendim bir şeyler bulurum evde” dedim. Babamı aramış, on beş dakika sonra Optimum’da ol demiş. Bisikleti araba ile götürmeyi planlıyorduk. Babam aradı, birazdan burada olacağını söyledi. Bu Göz ailesine göre kısaca “hazır olun” demek. Saat altıyı çeyrek geçiyordu. Aşağıya indik bisikleti almak için. Çalışan belli ki yeni gelmişti, birkaç ayar yapıyordu. Babama biraz beklemesini söyledik. Bu arada çalışanla annem konuşmaya başladı. Annemin soruları karşısında sakin bir şekilde cevap veriyordu çalışan. Ben de etrafta dolanıyordum. Bisikleti teslim etti sonunda ve mağazadan çıktık. Karşıya geçtik, arabanın yanından geçtim. Tabi annem “bisikleti arabaya koyabilir miyiz?” diye sordu, babamın cevabı normal olarak “hayır”dı. Tabiki sığmaz, büyük bir şey! Mecbur sürerek gidecektim eve. En son on beş yıl önce görmüşlerdi nasıl bisiklet sürdüğümü. “Biraz sür de görelim” dediler. Kaldırımda biraz sürdüm, fren yaptım falan filan. Sonra arabaya binip gittiler. Düşer korkusuyla yaşıyorlardı fakat şunu hiçbir zaman akıllarına getirmiyorlardı. Ben bir yetişkinim! Yavaş yavaş sürmeye başladım. Akılları bende kalmasın diye güvenli bir şekilde gitmeye çalışıyordum. Merkez Park’ın oradan Barajyolu’na sürdüm. Galeria’nın oralarda bisiklet yolu vardı fakat haşat olmuştu. Öndeki lambayı yakmasaydım belki düşerdim bir iki kere. Abartıyor da olabilirim, bilmiyorum. Bazı ışıklarda bisikletten inip karşıya geçtim. Hatta Galeria’nın ilerisindeki CocaCola üstgeçitine çıktım bisikletle. Anam ağladı ama geçtim karşıya. Keşke bisikletten inip karşıya öyle geçseydim dedim. Nasıl bir üstgeçit yapmışlarsa, havaalanı terminalleri gibi. Dolaş dolaş bitmiyor. Engelli asansörü yapmışlar, aşağıda asansör kapısı var, yukarıda yok. Ulan bu insanlar nereden çıkacak? Saçmalık. Neyse, Hastaneler Kavşağı’dan yukarıya doğru gittim. Daha ilk gün, Barajyolu’nda bisiklet sürmekle, ip üstünde cambazlık yapmak arasında bir fark olmadığını öğrendim. Acı bir gerçek, sürücüler yayaları sallamıyor, bisikletlileri zaten sallamıyor. Yani orada ölme ihtimali var, öyle diyeyim. Duygu Kafe’nin aşağısındaki göbeğin az bir şey aşağısında bizimkileri aradım. Merak ediyorlardı, en azından kafaları rahat olsun dedim. “Biz evdeyiz” dediler. Barajyolunda olduğumu söyledim. Katık’tan bir döner aldım ve Duygu Kafe’nin karşısındaki duraktan karşıya geçmeye çalıştım. Kalabalıktı her zamanki gibi. Onlarca otobüsün geldiği durağın tam önünden zebra şeriti geçirmiş. Mantığa bak. Orada otobüsler duruyor, adamlar zebra şerit koymuşlar. Ulan biraz daha geriye yapsanıza! Bunlar adamı sinir ediyor ya. Kim varsa bunların başında. Bisikletten indim, yaya yolunda durdum. Trafik vardı yine, içlerinden birinin “buyur geç gardaş” demesini bekledim ama boşuna. Beklemem gerkiyormuş. Belki orada 2-3 dakika öyle bekledim. Hiçbir araba izin vermedi. İnsanlık harbiden ölmüş. Millet heralde bana bakıyordu, bu salak napıyor yolun ortasında diye fakat ben doğru olanı yapıyordum. Zebra şeritte duruyor, araçların bana ve diğer insanlara izin vermesini bekliyordum. Bu ülkede olması gereken şeyi yaparsan insanlar sana öküz gibi bakar. Böyle bir toplum işte. Neyse, bisikletle karşıya geçtim sorunsuz. Oradan sakin bir şekilde eve geldim. Bisikletin tekerlerini sildim, salona koydum. Annemin çantasındaki sayaçı bisiklete takmaya çalıştım. Nasıl monte edilmesi gerektiğini biliyordum fakat fazladan birkaç parça yüzünden kafam karışmıştı. Sonradan farkettik hangi parçaların fazladan olduğunu. Monte ettikten sonra baktık çalışıyor mu diye. Sorunsuz çalışıyordu.

Gün yorucu geçti işte. Hem iyi hem de kötü yanlarıyla. Gece yine geç yattım. Birkaç bisiklet videoları izledim ve yattım.

Aralık

21 Aralık 2014

Yine herzaman olduğu gibi sabaha doğru uyudum. Biraz dizi, biraz kitap, biraz da telefon derken saat altı olmuş. Geceleri uyumamayı seviyorum aslında, yarım işsiz olmanın avantajlarından bir tanesi. Uyumadan önce almak istediğim bisikleti araştırdım yine uzun uzun. Bilgisayarı masaya koyduktan sonra kafamı yastığa bıraktım. Bedenin uyku vakti gelmiş gibi hissettim. Telefonu şarja bağladıktan sonra gizli tarafa yolculuk başladı. Rüyalarımda yaptığım hataların, “yapmamış olsaydım”ki görüntülerini gördüm. Belki de hala yaptığım hatayı sürdürüyorum ama kim bilir, belki de noktayı koymuşumdur orada ve haklıyımdır. Arada sırada aklıma geliyor, diğer tarafta karşıma çıkıyor, çıkmıyor değil yani. Ama iş işten geçti, bir harekette bulundum ve sonuçlarını da yaşamam gerek. Hata diyemiyorum aslında. Hata değil, ileride oluşacak bir sorunun başını kesip atmaktı yaptığım. Kendimi suçlu ya da mutsuz hissetmiyorum fakat şunu da demeden edemiyorum. Keşke farklı bir yolu olsaydı…

Telefon zır zır çaldı. Erken çalmıştı. Açık olan sol gözümün ucuyla şöyle bir baktım ekrana. Alarm değildi. Biri arıyordu. İçimden “kim bu tar tar beni arayan?”. Emre’ydi. Normalde konuşmak istemediğim insan, telefonla beni bir pazar günü rahatsız ediyordu. Ne kadar acil olursa olsun beni aramasını istemiyordum. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmasını da anlayamıyordum. Artık ne bir dostluk ne de bir arkadaşlık istiyordum. Kısacası hiçbir şey istemiyordum ondan. Sadece beni rahat bırakmasını diliyordum. Ama yine de bunu yapmıyor, arada sırada böyle şeyler yapıyordu. Telefonu açtım, sarhoş gibiydim, erken aramıştı çünkü. “Perihan’ın babası vefat etmiş, Tuğçe’yle birlikte gideceğiz. İstersen seni de alabiliriz.” dedi. Hayır, dedim. Peki sen bilirsin ortak, görüşürüz sonra, dedi. Hiçbir şey söylemeden kapattım telefonu. Ortak ve görüşürüz kelimesine söyleyebileceğim bir şey yoktu, çünkü biz ne bir dosttuk ne de ben onunla bir daha görüşecektim. Duruma Perihan açısından bakınca çok üzülmüştüm. Babasının rahatsız olduğunu ya da nasıl bir biçimde vefat ettiğinden haberim bile yoktu. Zaten olamazdı, aramız son zamanlarda iyice bozulmuştu şu öğretmenlik olayından sonra. Üzülmüştüm fakat artık eskisi gibi derin değildi duygularım. Bir an Perihan’ı düşündüm. Ne halde olabileceğini düşündüm. Destek olmak için onun yanında olmak isteyip istemediğimi sorguladım. Bir şekilde istemediğimi farkettim. Bu seçim kesinlikle kişisel değildi. Sadece istememiştim, o kadar. Bunun ne Perihan’la ne de Emre ile ilgisi vardı.

Hiçbir şey olmamış gibi uyumaya devam etmek istiyordum fakat öyle olmayacağını farkettim. Kafamı biraz dağıtmak için telefonumla ilgilendim. Saçma sapan şeylere bakıyordum, değersiz, zaman kaybına sebep olan şeylere. Yatakta biraz kaldıktan sonra ayağa kalktım ve annemin evde olmadığını farkettim. Yürüyüşe gittiğini tahmin ediyordum ama sanki öyle değildi. Neyse, bir yere gitmiştir heralde… Biraz bilgisayarda vakit geçirdim. Kahvaltı falan yoktu lugatımda, onu atmıştım kafamdan. Beyin direk bilgisayara yöneliyor uyanır uyanmaz. Yaklaşık bir saat sonra Nehan’dan mesaj aldım. Sinema’ya gidecektik. Seansları mesaj atmış, hangisine gidelim diye de eklemiş. Aslında Optimum’a gitmek istiyordum, Decathlon’da bisiklet var mı yok mu bilmek istiyordum. Lenslerimi taktım, yağlı saçlarımı yıkamadan üstümü değiştirdim. Atletimin koltuk altına gelen kısmı biraz rahatsız ediyordu, değiştirdim bu kez sırtımı rahatsız etmeye başladı. Ceketimi ve ayakkabılarımı giydikten sonra askılıktaki anahtarlarımı kaptım. Nehan 3D gözlüklerini de unutma demişti bir mesajında. Hemen içerden gözlükleri aldım, bir mutfak poşetinin içine koydum. Attım cebe, kapıyı kitledim. Kulaklığımı taktım, canım pek de müzik dinlemek istemiyordu, canım sıkılmıştı sonuçta. Hüzünlü şarkıları dinliyordum giderken. Metroyla gidecektim Optimum’a, Nehan da Ziyapaşa’dan geçecekti. Yolda giderken Fethiye Hanım’a giden bir çalışanı gördüm. Meğer o da bizim mahallede oturuyormuş. Halbuki Fethiye Hanım, bir gecekondu semtinde oturuyor demişti. Birden kendime sordum “biz gecekondu semtinde mi oturuyoruz?”. Tabiki hayır. Her taraf apartman. Metro durağına vardığımda daha metro gelmemişti. Turnikelerden geçip yukarıda bekledim. Geldiğinde cam kenarına, bir kadının çaprazına geçip oturdum. İki durak sonra bir çift bindi metroya. Yanlarında bir erkek bir kız çocuk. Annesi ve erkek çocuk, az önce kalkan kadının yerine oturdu. Baba da benim yanıma. Adam küçük kıza, sen git karşıya otur hadi, dedi. Kız gitti oturdu, yanındaki adamı beğenmedi galiba, tekrar babasının yanına geldi. Babası başka bir yere oturmasını söyledi. Kız gitti bir yer buldu ama orası da uzak kalıyordu. Geri döndü. Kalksam mı kalmasam mı diye tereddüt ederken birden kendimi ayakta buldum. Buyrun, oturabilir, dedim ve kızın beğenmediği ilk yere oturdum. Kulağımda hüzünlü müzikler akıp gidiyordu. Etrafa boş gözlerle bakıyor, son durağın biran önce gelmesini bekliyordum. Son durağa vardık ve herkes bir hücumla metrodan kendini dışarı attı. Sanki arkadan tecavüz ediyorlar. Yavaşça indim, merdivenlerden inip turnikeleri geçtim. Köşedeki parkı geçtikten sonra Nehan aradı. Yukarı bak, görüyor musun beni, dedi. İlk önce anladım, algım kapalı olduğu için ama sonradan gördüm kendisini. Birlikte Optimum’a vardık. Ana baba günüydü desem yeri. Bu kadar kalabalığı sadece semt pazarlarında görürsünüz. Zemin kata inip Decathlon’a girdik. Epey bisiklet vardı, hatta ilk gördüğümüz değil, ondan sonraki hoşumuza gitmişti ikimizin. Benim içime tamamen sinmişti. Pek bilinen bir marka değildi ama yine de idare ederdi. Fiyatı gayet uygundu, piyasadaki diğer bisikletlere göre. Etrafı biraz dolaştıktan sonra üst kata yemek yemeye gittik. Arby’s’den 2×2, dört menü aldık. İyice doyduk hani, iyi geldi bana da. Kafam çalışmaya başladı sonunda. On bir saattir bir şey yememiştim sonuçta. Ara sıra Perihan napıyor acaba diyordum içimden ama yapabileceğim bir şey yoktu onun için. En azından kendimi böyle avutuyordum. En alt kattaki Migros’a gidip geri en üst kata çıktık ve sinemaya girdik. Hobbit filmiydi, çok uzundu, sıkıcıydı, anlamsızdı. Sırf para kaldırmak için yapılmış, içi boş Warner Bross filmiydi. Film bittikten sonra AVM’den çıktık. Hafiften yağmur atıştırıyordu. Kapşonlarımızı takıp yürüdük İnönü Parkı’na kadar. Oradan ayrı otobüslere binip evlerimize vardık. Moralim hala bozuktu. Hayatın ne kadar boş şey olduğunu bir milyonuncu kez anladım. Gösterdiğimiz onca çaba ya iyi bir hayat sürdürebilmek için ya da hatırlanabilmek içindi. Yani kısaca, hayat koca bir sıfır.

Life is a contest. The one that wins, will be the one that hits the hardest.

Aralık

14 Aralık 2014

Empati kurmayan düşüncesiz insanlarla iletişim halinde olmaktan artık gına geldi. “Artık bi git” diyesi geliyor insanın. Bunu sadece bir kişi için söylemiyorum. Herkes için söylüyorum. Empati yeteneğinin önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. “Sadece ben”ci kişilikten (merkezci kişilik) çıkıp etrafı görmelerini istediğim insanlar var. Tabi bu durum onlar için pek bir şey ifade etmiyor ama çevresindeki bilinçli insanlar için çok şey ifade ediyor. İnsan bir kez bile olsun, kendini sanki ruhu bedenden ayrılmış, karşı koltuğa geçmiş ve oradan bedeninin yaptığı davranışı, ağzından çıkan sözleri takip eden bir kişiymiş gibi düşünse ve ona göre davransa olmaz mı? Aslında empatiye benziyor ama bu başkasının gözünden kendini görmek değil. Bu, kendi gözünden kendini görmek. Karşılıklı oturduğun bir kişi ile aranda ayna varmış, fakat hem kendini görebiliyor hem de karşındakini görebiliyormuşsun gibi.

Eskisi gibi hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı artık. Hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak büyük bir değişim içindeyiz. Eskiden meyvelerin tadları bile farklı olurdu, meyve olduğunu anlardın. İnsanlar tatlı olurlardı, yüzüne gülerler, sana saygı gösterirlerdi. Evet şu aralar da yüzümüze gülüyorlar fakat arkamızdan ne çeviriyor diye de düşündürüyorlar. Yani kısacası hem insanlar hem de maddeler çok değişti. Hani şunu kabul ediyorum, eski zamanlarda barbarlık diz boyuydu, astığım astık kestiğim kestik diyen insanlar vardı. Fakat en azından bu kötü durumların yanında bir çok yerde saygı, sevgi vardı. Şu sıralar onlar bile yok.

Zaman değiştikçe insanların davranışları da değişiyor.

Bir bencillik, düşünmesizlik almış başını gidiyor.

Aralık

10 Aralık 2014

Bugünlerde kendimi biraz kötü hissediyorum. Yapmam gereken şeylerden epey bir uzaklaştım. Doğru dürüst çalışmamanın verdiği boşvermişliğin içinde buluyorum kendimi. Sabahlar diye bir şey yok. Şu aralar hayatım öğlen – akşam – gece olarak sıralanmış durumda. Kesinlikle bir düzene girmem gerekiyor. Fethiye Hanım ile şu organizasyon şirketini tekrar diriltmeliyiz. Tabi bunu yapabilmek için ilk önce benim kendimi diriltmem gerekiyor. İlk önce uyku düzenimi ayarlamam lazım fakat şu yazıyı bile gece yazıyorum. Spora başlamam gerek fakat diz kapağımda biraz ağrı var son bir haftadır. Fakat fakat fakat… Bugünlerde çok kullanmaya başladığım bir kelime çünkü atacağım adımın bir adım ötesinde engeller beliriyor.

“Şunu yapacağım fakat bu var, onu yapacağım ama şu var. Napacağım fakat yapacağım…”

Bugün pek bir şey yapmadım. Aslında hiçbir şey yapmadım. Bir önceki akşam çok ama çok erken yatmıştım. Saat 12 gibi uyandım. O saatten sonra uyumadım hiç. Yani 3.5 saate karşılık 9 saat. Bedenim uyumak istiyor fakat aklım buna karşı çıkıyor. Uykuya karşı bir direniş var. Başkaları olsa uyumak için can atar, bende öyle bir durum kesinlikle yok. Ne kadar az uyursam o kadar iyi mantığı yatıyor aklımda. Sanırım şu sözün de biraz etkisi var, “Sleep is brother of death”. Yapmam gerekenleri çok iyi biliyorum ama önüme bir engel çıkıyor, ben engeli. Yapmam gerekiyor ama üşengeçliğimden yapamıyorum. Şu sıralar bunu yenmem gerekiyor – ki bir düzen tutturayim. Hemen hemen bütün gün uyumuşum. Uykuyu sevmeyen bir insan bu kadar uyumaz fakat dediğim gibi, beden istiyor fakat aklım istemiyor. Akıl bir kez bedene uydu mu, onu esir alıyor. Gün sonunda kafam uyuşmuş, bedenim gevşemiş oluyor. “Noldu bana yeaa?” şeklinde kalkıyorum yataktan. Düşünsene, sabah yatıyorsun akşam kalkıyorsun. Gün yüzü görmüyorsun yani. Bu durumun bedenimden başka insan ilişkilerimi de etkiliyor. İnsanların yanlarında olmam gerekirken ben evde bir başıma ya hastalıktan* uyuyor oluyorum, ya da normal bir şekilde uyuyor oluyorum. Sanırım bugünkü hastalıktan uyuma olanındandı. Şu son üç aydır, arkadaşımın tavsiye ettiği bir oyunu oynuyorum bilgisayarda. Strateji ile ilgili ve eğlenceli bir şey. Son zamanlarda canımı sıkmaya başladı. Dikkatimi başka şeylere vermem gerektiğini anladım ve bilgisayardan sildim. Daha sonra tekrar yükledim, orası ayrı. Şuan saçlarım keçe keçe olmuş, elimi attığımda elim resmen yağ tabakasıyla kaplanıyor. Karnım aç, saçlarım yağlı, kitap okumam lazım, saat sabahın 5’i. Kelimenin tam anlamıyla alt üst olmuş benim hayatım. Gerçekten de öyle ama. İnsanlar yatarken ben uyanıyorum, onlar kalkarken ben uyuyorum.

Şu sıralar geleceğimi pek düşünmüyorum. Sanki tamamen sis kaplı bir yol gibi. Bir sonraki adımı nasıl atacağımı bilmiyorum. Fransızca’ya başlamak istiyorum, hazır Fethiye Hanım da öğrenirken aradan çıksın diye. Bunun yanında Excel gibi programları da tekrar etmem gerekiyor. Para biriktirip bir bisiklet almalıyım. Spora yazılmalıyım. Spora giderken de bisiklete binmeliyim. Havuza gitmek istiyordum ama tek başına sıkıcı olur diye kafamdan sildim. Belki de hala kafamda, bilmiyorum. Son zamanlarda kuşlarla ilgileniyorum, eğitmeye çalışıyorum ama şeytan gibiler, beni sinirlendiriyor haylazlar. Her defasında büyük olan kafeslerine yem koyuyorum ama onlar yemliği deviriyorlar. Sonra da aç kalıyor salaklar. Biraz önce kafesin altındaki ızgarayı (ayakları kendi dışkılarına değmesin diye tabanın biraz üzerinde bulunan demir) kaldırdım, şimdi yere dökülen yemlerden yiyorlar. Hakettiler, her defasında yemliği deviriyor ve yenisini koyuyordum. Bundan sonra böyle.

Şuan dinlediğim şarkıyı da paylaşayim, belki bu yazıyı daha sonra okursam hangi duygularla nasıl bir ortamda yazdığımı hatırlarım.

Imogen Heap’tan, Climb to Sakteng.