Açılan Kategori

Kasım

Kasım

12 Kasım 2012

(Gezilerden sonra ilk defa sadece düşüncelerimden oluşan bir yazı yazıyorum.)

Yalnızlıktan nasibimi almam gerekiyor. Arkadaşlarımı önemseyemiyorum ya da onlardan hemen bıkıyorum. Canım sıkılıyor ve artık sıradanlık vermeye başlıyorlar. Amerikan filmlerinde yalnız kovboy gibi takılan karakterlere benzedim be. Şu sıralar da oynuyorum oyunu. Kendi başımayım her zaman bunu unutmamam, unuttuğum sıralarda da kendime hatırlatıcı şeyler bulmam gerekiyor. Bana “Sen yemek yapamazsın”dan başlayıp “Yani daha önce hiç yemek yapmamıştın” diyen, sonra da “Yani şimdi yorgunsun, karışık bir yemek yapamazsın” diyen arkadaşıma sinir oldum. Aslında doğru, daha önce hiç yemek yapmadım burada ama atomu parçalayacak kadar zor olsaydı ateşin keşfinden sonra dünya diye bir şey kalmazdı. Yemek yapmaya başladım. Yavaş yavaş alışıyorum ve ilgimin olduğunu da yavaş yavaş hissetmeye başladım. Tahta kaşığı tutarkenki eğim açısıyla Da Vinci Mona Lisa’ya üçüncü bir yüz ifadesi kazandırabilirdi. Yemek yapmakta bir şey yok, biraz zamanımı alıyor o kadar.

Artık kendi başıma olduğumu bir kez daha farkettim. Herkesin suratıma bunu vurmasına gerek yok.

Kasım

4 Kasım 2012

Kompartımanda yalnız kalmıştım. Yanımda oturan Polonya’lılar da bana saçma sapan bakıyorlardı. Camdan dışarı bakarken tam camın önündeki çifti gördüm. Görülmeyecek gibi değildi zaten. Ayrılık vakti gelmiş gibi birbirine sıkı sıkı sarılmışlardı. Hangisinin trene bineceğini tahmin etmeye çalıştım. Muhtemelen erkek biner kız kalır diye düşündüm. Tam tersi oldu. Kız bindi, hem de bizim kompartımana. Yalnız gidiyordum zaten, onların bu ayrılığı da garibime gitti. Önümdeki polonyalının gözleri git gide kaymaya başladı, belli ki uykusuzdu. Benim de göz kapaklarım kapanıyordu ama kendimi güvende hissetmediğimden az da olsa uyanık kaldım. Sevgilisinden ayrılan kızın da bizle kalması biraz içime su serpiyordu. En sonunda yorgunluğun üstüne dayanamadım ve sızdım. Bir ara biletleri kontrol eden bayan geldi ve uyandık. Kontrolden sonra oavabo ve sonra da uyku. Uzun bir süre uyuduktan sonra tren bir yerde durdu. Durduğunu hissedince hemen uyandım çünkü trende uyuya kalmış ve istasyonu kaçırmış biri olmak en son istediğim şeydi. O tren istasyonunda çok fazla bekledik. Yarım saat sürmüştür bekleyiş. Hareket ettiğinde “Şükür, sonunda!” Dediğimi hatırlıyorum. Tekrar uyudum. Wroclaw’a varmadan yarım saat kala uyandım. Bulunduğumuz tren Krakow’a gidiyordu. Kompartımandan ayrılan ilk ben oldum ve diğerlerinin yanına gittim. İçerde uyuyorlardı ya da uyanıklardı. Epey bir süre ayakta bekledik ve sonunda istasyona vardık. Daha güneş ışığı yoktu. Herkes indikten sonra merdivenlerden aşağı inerken Gülfem’e “Krakow Glowny yazısı güzel görünüyordu, gel fotoğraf çekelim, bir daha ne zaman bulacaz” dedim. Herkes aşağıya gitmişti. Ben, Ufuk ve Gülfem fotoğraf çekmek için epey bir yürüdük terminalde. Fotoları çektikten sonra soğuk havanın da etkisiyle koştura koştura merdivenlerden indik. Wroclaw istasyonu güzeldi aslında. İç mimarisi az çok diğerlerine gçre daha iyiydi. Hemen yemek yemek için ve en önemlisi şarj için yer bakmaya gittim. İlk önce etrafta priz var mı diye kontrol ettim. Kapalı, bekleme odası buldum. İçeri girdiğimde oturan insanların pek tekin görünmemeleri ve içerinin havasız olması hemen hissediliyordu. İki tane priz gördüm. Farklı yerlerdeydiler ama ikisinde de insanlar oturuyordu, kullanmamalarına rağmen. Oradan çıkıp başka bir yere gittik ve en sonunda diğerleri de oturacak bir yer buldu. Ben de gittikleri yerdeki prizleri onlardan önce gidip kontrol ettim. Çalışmıyordu tabiki. İlerideki prizi de yokladım ama yok, o da çalışmıyordu. Coffee Heaven vardı ama diğerleri önceki gün gittiğimiz Starbucks’tan sonra kahve içmek istemediler. Sonra ben de gidip yanlarına oturdum. Oturdukları yer bildiğin zemindi. Zeminde, altımızda broşür sayfalarıyla oturuyorduk. Herkes kahvaltılıklarını çıkarttı ve yemeye başladı. Ben de meyve suyumu, ekmeğimi ve dilim peynirlerimi çıkardım. O şekilde herkes birşeyler atıştırdıktan sonra yola koyulduk. İlk durak “Anonymous Pedestrians” dı. Old town’a gitmek için zaten oradan geçecektik. Tam da köşede duruyordu anıt. İyi düşünülmüş bir sanat eseriydi benim gözümde. Diğerleri fazla önemsemediler. Birkaç fotoğraf çektikten/çekildikten sonra yolumuza devam ettik. Benim, Ufuk’un ve Gülfem’in elinde fotoğraf makinesi olduğundan en arkada biz kalmıştık. Diğerleri yoktu. Yola Ufukla devam ettim. Gülfem de onlara yetişmişti. Ufukla birkaç yerin fotoğraflarını da çektikten sonra baktık ki diğerleri görünmüyor. Sonra biz kendimiz gezmeye karar verdik. Kiliseleri, güzel binaları çeke çeke Plac Solny’e geldik. Burası büyük meydanın, Rynek’in küçük olanıydı. Direklerdeki cücelerin, kendimizin, binaların fotoğraflarını çektik. Sonraki durak Rynek ve City Hall. Rynek’teki Aleksander Fredro’nun ve diğer binaların fotoğraflarını çektik. Daha sonra da Ratusz’un fotoğrafını çektik. Ufuk için tuvalet molası gelmişti. McDonald’s diye ölüyordu bir ara. Tuvalete girebilmek için McDonald’s’a girdik. Burada tuvaletler ücretliydi. Dışarı çıktık, ara sokaktaki restore edilen bir kiliseye girdik. Tavan yüksekliği epey bir vardı. İçerde yaşlı bir adam bana doğru gelip kafamı gösterdi. İlk önce anlamadım ama daha sonradan beremi çıkarmam gerektiğini anladım, saygıdan dolayı. İçerde bir iki fotoğraf çektikten sonra hediyelik eşyaların satıldığı odaya girdik. Kartpostal aldık ve çıktık kiliseden. Ufuk’a kalsa bizi kilisenin tepesine çıkartacaktı. Kilisenin tepesine çıkıldığını ben söylemiştim ama o kadar vaktimiz yoktu. Rynek’e geri döndük ve bir diğer kiliseye doğru yürüdük. Yola devam ettik. Dar sokakta yürürken gözüme üç polonyalı kız çarptı. Gülerek konuşuyorlardı. Bulundukları yerde de hediyelik eşya satan bir dükkan vardı. İçeriye girdik ama fiyatların pahalığından geldiğimiz gibi geri çıktık. Büyük sandalyeye, Krzeslo’ya doğru yürüdük. Yolun dibindeydi ve yağmur atıştırıyordu. Fotoğraflarımızı çektikten sonra üniversiteye doğru yola devam ettik. Orada da foto çekildikten sonra köprüden adalara yürüdük. Diğerleri de o taraftalarmış. Köprüden geçtik ve önümüzdeki parkın hemen hanında bulunan bir binada büyük graffitiler vardı. Graffitiler benim için önemli sanat eserleridir. Yeşil, uzun bir köprüden geçtik. Yürüdük yürüdük… Sinegogu geçtik karşımıza başka bir köprü çıktı. Köprünün tam ortasında da bir adam yere oturmuş şarkı söylüyordu. Sokak çalgıcısı. Dikkatimizi köprünün parmaklıklarına kilitlenmiş asma kilitler çekti. Bizim oradaki batıl inançların polonya versiyonu olmuş. Biraz daha ilerledikten sonra bizimkilerle karşılaştık ve onlar da Wroclaw Katedral’inin fotosnu çekiyorlardı. Biz de epey bir fotoğraf çektik. O arada Gülfemlerle bir sorun olmuş aramızda ama ben hiç barketmedim. Uzun sokaklardan geçtikten sonra bir parkın önünde durduk. Parkın köşesindeki ilginç kadın heykeli ile fotoğraf çekildik. Biraz ilerde bulunan panorama müzesine doğru devam ettik. Parkın içerisinde şeytan ve bir kadını betimleyen anıt vardı. Panaroma müzesine girdik ve ücretleri sorduk. 17 zilotydi ve kimse para verip girmek istemedi. Benim de pek giresim yoktu. Yağmur yavaş yavaş yağacağının sinyalini vermeye başlamıştı. Apar topar tramvay durağına gittik. Bekledik bekledik, sonunda bir tanesi geldi ama sonradan farkettik ki gelen tramvay ters yöne gidiyor, yani biz ters duraktaydık. Bunu anlayana kadar karşıdan gideceğimiz yere giden tramvay geçti bile. Bilmediğimiz ve uyuşuk gibi davranmamızdan kaynaklanıyordu. Herkes bir kişinin bir işi halletmesini bekliyordu devamlı ve bu giderek can sıkıcı hale geldi. Ufukla oraya başka nasıl gidebileceğimizi konuştuk. Haritada gideceğimiz noktadan hem tramvay hem de otobüs geçiyordu. Tabi haritadaki renklerin ne işe yaradığını bilmediğimiz için renklerden birinin otobüs olduğunu anlamak uzun sürdü. Şansımıza hemen beklediğimiz yerden binecegimiz otobüs göründü. İndikten sonra biraz daha yürüdük. Bu arada Gülfem gelene kadar hayvanat bahçesine de gidelim diye tutturuyordu, taa biz duraktayken başlamıştı bu konuşma. Çok fazla kişi girmek istemiyordu. Yorgunduk. Otobüsten indikten sonra varış noktamıza ulaştık. Önümüzde kocaman bir anıt duruyordu. Aslında anıt demekten çok uzun bir direğe benziyordu. Doksan küsür metreymiş o anıt. Adı da “Iglica”. Etrafı gezmeye başladık. En çok merak edilen şey Fontanna Multimedialna’ydı. Büyük bir havuz ve bu havuzdaki görkemli fıskıyeler… İnternetten gösterileri izlemiştik, çok iyiydi. Olumsuz bir durum vardı. Fıskıyeler çalışmıyordu. Tahmin etmiştim aslında, kışın ortasında kim açsın o kadar masraf çıkaran bu büyük görkemli fıskıyeler? Fotoğraf çektikten sonra arka taraftaki Japon Bahçesi’ne gittik. Burası da kapalıydı ama kayda değer pek bir şey yoktu. Sadece dere gibi bir su birikintisi ve ördekler… Etrafı dolaştık ve sonra tekrardan Hala Stulecia’ya geldik. Evli bir çift fotoğraf çekiliyordu. Kızlar gelene kadar da etrafa bakıp durduk. Devamlı onları bekliyorduk. Bir sonraki durağımız Gülfem’in yoğun isteği, hayvanat bahçesi oldu. İçeri giriş ücretinin on ziloty olduğunu duyunca herkes vazgeçti. Sonradan farkedilen bir tabela fikirleri değiştirdi. Tabelada büyük akvaryum yazıyordu. Merakımızdan hemen bilet aldık. İçeri girdik ama yine hayalkırıklığı, akvaryum tadilattaymış. Napalım bir kere verdik on zilotyi o zaman gezecez! Pek çok hayvan gördük, çok dolaştık. Bir ara yorulduk, oturup birşeyler atıştırdık. Devam ettik ve bitirdik, daha doğrusu bittik. Yeter artık bu havada bu hayvanat bahçesi! Dışarı çıktık, tabi yine Gülfem’i bekliyoruz. En az on beş dakika orada bekledik. Soğuktu ve üşüyordum. Aynı zamanda sinirli. Önceki günü unutmuş gibi bu gün de aynı şeyi yapıyordu. En sonunda dayanamayıp Ufukla tramvay durağına yürüdük. Kadirler de bizle geldi. Kadir, Gülfemle mesajlaşıyordu. Tramvay geldi ve benle Ufuk bindik. Artık ne sabır kalmıştı ne de nezaket. Yetti! Kadir ile Ali bizle gelmedi, Gülfem’i bekledi. Ufukla takılmanın en güzel yanı kendini özgür hissedebilmen. Gezi için en çok ihtiyacım olan şeydi ve iyi oldu. Ufukla ilk önce Rynek’e gidip hediyelik eşyalar baktık. Sonra da dönüp tramvayda gelirken gördüğümüz AVM’ye geldik. Biraz gezdik, McDonald’s’dan paket burgerlerimizi aldıktan sonra da ayrıldık. Tren istasyonunda diğerleri ile buluştuk. Yemeğimizi önceki girdiğimiz bekleme salonunda yedik ve şarjı biten telefonumu kolayca doldurdum. Ayaklarımı uzatıp tren gelene kadar dinlendim. Tren saati geldiğinde yukarı çıkıp bindik. Neyseki bu kez çok kalabalık değildi. Giderken az da olsa uyudum. Bir ara tren öyle bir yere geldi ki zifiri karanlığın içinde kala kalmıştık bir an. Tren aktarması yapmamız gerekiyormuş. Herkes indi ve istasyonun arkasına doğru hızla yürümeye başladı. Biz de koyun misali onları takip ettik. Bir otobüse bindi herkes. Biz de gidip bindik ve yaklaşık yarım saat sonra bir diğer istasyonda indik. Tam da trenin yanında durmuştu otobüs. Trene bindik ve yola devam ettik. Yine uyuduk yorgunluktan. Lodz Kaliska’ya geldiğimizde saat 11:30’du. Tramvaylar 11’e kadar çalışıyor dedi Gülfem. Apar topar tramvaylardan birine bindik. Biletiniz de yoktu halbuki. Kontrol etselerdi, yanardık. Durakların birinde indik. Piotrkowska’ya doğru yürüdük. Gece kulübü gibi bir yerin önünden geçerken karşımıza iki tane pitbul çıktı. Beni es geçip arkamda bulunan Kadir, Betül ve Gülfem’e doğru koştura koştura, havlaya havlaya gittiler. Kadir çok panik yaptı ki haklıydı. Köpeklerden korkuyormuş. O anda sadece Kadir’in korku bağırışlarını duydum. Betül de ağlıyordu. Kadir’i göremedim ama köpeklerin ikisi de Kadir’e havluyorlardı. Kadir’i, arabanın arkasında kaldığından bir ara göremedim. Betül ağlaya ağlaya yanıma geliyordu. Korkmaması için hemen sarıldım. Tir tir titriyordu. Köpeklerin sahibi iki koruma görevlisi köpekler Kadir’e saldırırken köpeklere gelmesi için bağırıyordı. Köpekler sonradan çekildi ve korumalar köpekleri geri çekti. Sonradan farkettim ki birinn ağzında ağızlık vardı. Yola devam ettik ama Kadirle Betül çok etkilenmişlerdi. Betül, bana dönüp “Beremi düşürmüşüm” dedi. Dönüp köpeklerin olduğu yere bereyi almaya gittim. Ali ile Ufuk da geriden geliyorlardı. Ali ile bereyi aldık ve yola devam ettik. Kadir’in sırt çantasından birşey akıyordu. Ben de korkudan sanırım dedim :/ Çantasını açıp kenarından patlamış enerji içeceğini çıkardı. Yolda giderken yere düştüğünü ve köpeklere tekme atmaya çalıştığından bahsetti. Tabi arabadan dolayı ben görmemiştim. Kötü bir geceydi. Yurda kadar yürüyerek gittik. Gezinin sonu korkulu bitti.

Kasım

3 Kasım 2012

Günlerden cuma. Cumartesi sabahı 5:30’da trenle yola çıkıyoruz. Grupla hareket etmek istiyorsan bazı durumları göz önünde bulundurman lazım. Vaktinde belirlenen yerde olmak. Geziye başladığımız gecelerde uyumuyorum uyanamam belki diye. Cumartesi gecesi de gidilecek yeri haritada belirledim ve onlarla ilgili yazılar okudum. Saat 4:30’a geldiğinde ise Betül’ü uyandırdım. Fazla vakti yoktu, ben çoktan hazırdım. Yiyecek erzağımı bile almıştım yanıma. Hazırlandıktan sonra aşağıya, lobile indik. 9. yurttaki Behice ve Semiha yoldalardı. Benim de para çekmem gerekiyordu. Hızla bir koşumla ATM’ye gittim ve kızlarla karşılaştım. Para çektikten sonra hemen lobiye gittik. Bir kişi hala eksikti, Gülfem. Yaklaşık 15 dakika onu bekledik ki o zamana kadar çoktan tren garına doğru yol almış olmamız gerekiyordu. Artık herkesin siniri atmıştı ve en sonunda istasyona tramvayla gitmeye karar verdik. Tramvay durağına doğru yürümeye başladı herkes ve Betül hemen lobiye doğru koşup Gülfem’e tekrar ulaşmaya çalıştı. Tam kapıdan geçti ki Gülfem belirdi ve koştura koştura durağa gelen tramvaya yetişmeye çalıştık. Çok sinirliydim. Vurdumduymazlık gibi birşeydi benim gözümde. Bir durakta indik diğer durağa geçtik. Durakta hangi tramvaya bineceğimizi bilmiyorduk. Gelen bir tramvayı farkedince hemen oradaki bir kıza o tramvayın Lodz Kaliska’dan geçip geçmediğini sordum. Kız da bana baktı ve “Nie” dedi. Sonra bir başka kadın ile konuştu bizimkiler. Kadın da Kaliska’nın ters istikamette olduğunu iddia etti. Yanlış biliyordu. Bir sonraki trene bindik ve başka bir durakta indik. Fazla vaktimiz kalmamıştı. Koştura koştura trene yetişmeye çalıştık. Saat 5:32’ydi ve tren de 5:39’da kalkacaktı. İstasyona girdiğimizde kasa için sırada bekleyen çok insan vardı. Kesinlikle trene yetişemeyecektik çünkü önümüzdeki insanların ve bizim bilet alma sürelerini toplayınca 10-15 dakika ediyordu. Bir sonraki trenin kaçta olduğunu bulmaya çalıştık. 7:20’deydi. O zamana kadar istasyonda bekledik. Çok ama çok sinirliydim. 5 dakika ile treni kaçırmıştık. Hem de tek bir kişi yüzünden. Diğer tren saatine beş dakika kala yukarı çıktık. Hava çok soğuktu. Resmen donuyorduk. Tren geldi ve hızlıca bindik.

Yolculuk boyunca hiç uyumadım. Diğer arkadaşlar da pek uyumadılar. Sohbet ettik hatta fotoğraf çekildik. Poznan’a gelmeden bir saat önce kelime oyunu bile oynadık. Poznana iner inmez hemen tuvaletlere gittik. Polonya’da hemen hemen her tuvalet ücretli 2 zl yaklaşık 1,25 TL. Wroclaw için de bilet aldıktan sonra bu güzel Poznan Glowny’den çıktık. İlk gideceğimiz yer Poznan Palmiarnia’ydı. Uzun uzun yürüdükten sonra Palmiarnia’ya vardık. Tabi buraya gelirken bir de köpek saldırısına uğruyordum. Palmiarnia girişi öğrenciler için beş siviller için de yedi zloty’ydi. Beş zilotyden bir şey olmaz diye girdik hemen. Bu tip yerlere ilgim vardır aslında. Bu zamana nasipmiş girmek. İçeriye girer girmez nem karşıladı. Çok fazla nem vardı ki zaten Palmiarnia’ya girmeden önce camlarının beyaz olduğunu farketmiştik. Tabi bunun ne olduğunu tahmin edememiştim. Sırtımda ağır çanta, kolumda fotoğraf makinesi çantasıyla ve elimde de fotoğraf makinesiyle pek de kolay fotoğraf çekilemiyordu. Bunun üstüne nem yüzünden lensin buğulanmasını da ekleyince nefis… Başka odalara girdiğimizde fotoğraf çekebiliyordum. Bazı bölümlerde kertenkeleler vardı. Bazılarında da sadece bitki çeşitleri. Bir oda sadece kaktüslerden oluşuyordu. Bir başka odaya girdiğimizde hediyelik eşya olarak satılan, dondurulmuş eklembacaklıları bördük. Bir çok hayvan türünü dondurum çerçevelemişler ve sadece göstermek için tablolamışlar. Çok fazla çeşit kelebek, örümcek peygamber devesi ve ismini bilmediğimiz diğer hayvanlardan vardı. Dışarı çıkıp başka bir bölüme girdik. Orada da balıklar vardı. Çeşit çeşit balık, köpek balıkları vatozlar… Fotoğraf çekmeye çalıştık ama pek de iyi çıkmayınca iPhone ile çekmeye başladım. O bölümden sonra da dışarıya çıktık. Sonraki durağımız Stare miasta etrafındaki yerlerdi. Alt geçitten geçtik ve biraz daha yürüdükten sonra iki büyük anıtın önüne geldik. Burada da fotoğraf çekildikten sonra büyük bir plazaya girdik. Büyük bir bahçesi ve bahçesinde oturan bir adam heykeli vardı. Biraz ilerisinde de sadece ayakları olan beş tane heykel duruyordu. Fotoğraf çekildikten sonra oturan heykelin orada toplandık ve orada da epey bir fotoğraf çekildik. Eğlenceli anlardı. Yola devam ettik. Epey yürüdükten sonra Wolnosci meydanına geldik. Meydanın tam ortasında farklı dizayna sahip bir eser vardı. İnternetten daha önce bu yapıtı görmüştüm. Yakından daha büyükmüş. Fotoğraf çekildikten sonra Stare Miasta’ya vardık. Etrafında dolanıp fotoğraflar çektikten sonra Wielkopolski meydanına gittik. Yol üzerinde bir kalabalığa rasladık, heykel açılışı için bekliyorlardı. O anda iPhone’umun şarjı bitti ve gezilecek diğer mekanlara gidemedik. Çok fazla ve çok da önemli değillerdi. Geri döndük. Yürüyüş yürüyüş… Hem ayaklarımız yorulmuştu hem de karnımız gurulduyordu. İstasyon yolu üzerindeki büyük bir AVM’ye gittik. KFC’de yemek yedik ve hatta arkadaşların aldıkları menülerde domuz pestili çıktı. Epey bir konuşuldu. Ufuk ile AVM içini gezdik. Biz gezerken diğerleri de AVM içinde gezintiye çıkmışlar. En son büyük bir kare koltuğun üztüne oturduk. Herkes acayip yorulmuştu. Bizi yoran şey tren yolculuğuydu. Otururken birden arkama yattım ve beş saniye içinde uyumuşum. 10-15 dakika sonra bir adam gelmiş ve bize kalkmamız gerektiğini belirten birşeyler söylemiş. Adam gelince ve bizimkiler de bana kalkın diyince hemen sorgusuz sualsiz kalktım. Sinirlenmiştim. “Fakir ülkenn fakir vatandaşları” dedim. Betül ailesiyle konuşuyordu telefonda. Behice de sevgilisyle. Uful da ailesine ulaşmaya çalışıyordu. Ben de müzik dinliyordum. Betül’ün ailesiyle bu kadar çok konuşmasına sinir oluordum. Madem buraya kadar geldin, bunları göze alıp geldin, neden hala ailem de aşlem diye ölüyorsun? Biz de ailemizden kopup geldik ama her gün konuşmuyoruz. Her zaman söylüyorum kendisine. Alışmalısın artık. Gurbette olmanın sana birşeyler katmasını istiyorsan çok az görüşmeisin ailenle. Oradan sonra da istasyona doğru yürüdük. İstasyonda telefonumun şarjını doldurmak istedim ama hiç priz bulamadım. Çareyi Starbucks’ta kahve içmekte buldum. Bir yandan kahve içecek, diğer yandan da şarjımı dolduracaktım. Wroclaw’da çok lazım olacaktı iPhone ve fotoğraf maknesi. Starbucks ile konuştum ve ne kadar açık olacaklarını sordum. 15 dakika sonra kapatıyoruz ama yaklaşık bir buçuk saat temizlik yapacağız, buradayız dedi görevli. Ben de gidip arkadaşları çağırdım ve kahve alıp oturduk. Tabi herkes prizlere saldırdı. Sohbet ettik ve bir yandan da internete girdik. Biz içerde otururken başkaları da bize bakıp kafenin açık olduğunu sanıyorlardı. Kapıyı açmaya çalışıyorlardı ama kapı kapalıydı. Sadece biz ve görevliler vardı içerde ama sanki açık gibi görünüyordu. 45 dakika sonra görevli bize gitme vakitlerinin geldiğini söyledi. Toparlandık ve dışarı çıktık. Diğerleri oturacak bir yer buldu, ben de güvenlik görevlisine prizlerin yerini sordum. Görevli bizi tuvaletin girişindeki tek prizi gösterdi ama prizi başka bir adam kullanıyordu, görevli adamla konuştuktan sonra adam bize dönüp “Ten minutes” dedi. Arkadaşların yanına döndük ve on beş dakika sonra prizin olduğu yere gidip adamın gitmesini bekledik. Adam kalkıp giderken tedirgindim çünkü eski kıyafetleri olan serseri birine benziyordu. Eşyalarımı Ufuk’a emanet ettikten sonra tuvalete gittim ve gelirken de yere sermek için bol bol peçete aldım. Peçeteleri yere serdım, montumu da sırtıma örttüm ve telefonumu şarj etmeye başladım. iPad’imi de açıp dizi izlemeye başladım. Ufuk da yere yatmış uyuyordu. Bir süre sonra Behice geldi ve “12’de burası kapanıyormuş” dedi. Çok şaşırdık. Tren istasyonu 12’de kapanıyormuş. Peki yolcular nerede bekleyecek? Apar topar diğerlerinin yanına gittik ve merdivenlerden dışarıya çıktık. Peronumuzu bulmaya çalışıyorduk. Dışarı çok soğuktu. Peronu bulduk ama içeri girip oturacağımız bir yer yoktu. Banklar bile rezaletti. Trenin geliş vaktine kadar sıcak bir yerde oturmamız gerekiyordu yoksa soğuktan donacaktık. Peronu bulmaya çalışırken gördüğümüz küçük bir kafeye girdik. Amerikan filmlerinde, unutulmuş kasabalara giden yolların kenarlarında bulunan küçük büfelere benziyordu. İçeri girip oturduk. Sadece oturmak olmazdı, birşeyler yememiz gerekiyordu. Ufuk elmdeki bozukluklarla patates kızarması aldı. O arada da yan tarafta bulunan prizlerde telefonumu ve fotoğraf makinemi şarj ettim. Tren saati gelmeden 15-20 dakika önceden de ayrıldık. O kafedekiler, gerçekten çok farklıydı. Tren geldi ve biletlerimize baktık. Biletlerde vagon ve koltuk numarası yazıyordu. Benim numaram diğerlerinden farklıydı. Halbuki biletleri arka arkaya almıştık. Ben iki üç sıra öndeki kompartımanda tek başıma oturuyor, diğer arkadaşlar da tek bir polonyalı adamla oturuyorlardı. 7 kişi aynı kompartımanda kalırken ben tek başıma ön tarafta kalıyordum. Şans mıydı?