Kasım

3 Kasım 2012

Günlerden cuma. Cumartesi sabahı 5:30’da trenle yola çıkıyoruz. Grupla hareket etmek istiyorsan bazı durumları göz önünde bulundurman lazım. Vaktinde belirlenen yerde olmak. Geziye başladığımız gecelerde uyumuyorum uyanamam belki diye. Cumartesi gecesi de gidilecek yeri haritada belirledim ve onlarla ilgili yazılar okudum. Saat 4:30’a geldiğinde ise Betül’ü uyandırdım. Fazla vakti yoktu, ben çoktan hazırdım. Yiyecek erzağımı bile almıştım yanıma. Hazırlandıktan sonra aşağıya, lobile indik. 9. yurttaki Behice ve Semiha yoldalardı. Benim de para çekmem gerekiyordu. Hızla bir koşumla ATM’ye gittim ve kızlarla karşılaştım. Para çektikten sonra hemen lobiye gittik. Bir kişi hala eksikti, Gülfem. Yaklaşık 15 dakika onu bekledik ki o zamana kadar çoktan tren garına doğru yol almış olmamız gerekiyordu. Artık herkesin siniri atmıştı ve en sonunda istasyona tramvayla gitmeye karar verdik. Tramvay durağına doğru yürümeye başladı herkes ve Betül hemen lobiye doğru koşup Gülfem’e tekrar ulaşmaya çalıştı. Tam kapıdan geçti ki Gülfem belirdi ve koştura koştura durağa gelen tramvaya yetişmeye çalıştık. Çok sinirliydim. Vurdumduymazlık gibi birşeydi benim gözümde. Bir durakta indik diğer durağa geçtik. Durakta hangi tramvaya bineceğimizi bilmiyorduk. Gelen bir tramvayı farkedince hemen oradaki bir kıza o tramvayın Lodz Kaliska’dan geçip geçmediğini sordum. Kız da bana baktı ve “Nie” dedi. Sonra bir başka kadın ile konuştu bizimkiler. Kadın da Kaliska’nın ters istikamette olduğunu iddia etti. Yanlış biliyordu. Bir sonraki trene bindik ve başka bir durakta indik. Fazla vaktimiz kalmamıştı. Koştura koştura trene yetişmeye çalıştık. Saat 5:32’ydi ve tren de 5:39’da kalkacaktı. İstasyona girdiğimizde kasa için sırada bekleyen çok insan vardı. Kesinlikle trene yetişemeyecektik çünkü önümüzdeki insanların ve bizim bilet alma sürelerini toplayınca 10-15 dakika ediyordu. Bir sonraki trenin kaçta olduğunu bulmaya çalıştık. 7:20’deydi. O zamana kadar istasyonda bekledik. Çok ama çok sinirliydim. 5 dakika ile treni kaçırmıştık. Hem de tek bir kişi yüzünden. Diğer tren saatine beş dakika kala yukarı çıktık. Hava çok soğuktu. Resmen donuyorduk. Tren geldi ve hızlıca bindik.

Yolculuk boyunca hiç uyumadım. Diğer arkadaşlar da pek uyumadılar. Sohbet ettik hatta fotoğraf çekildik. Poznan’a gelmeden bir saat önce kelime oyunu bile oynadık. Poznana iner inmez hemen tuvaletlere gittik. Polonya’da hemen hemen her tuvalet ücretli 2 zl yaklaşık 1,25 TL. Wroclaw için de bilet aldıktan sonra bu güzel Poznan Glowny’den çıktık. İlk gideceğimiz yer Poznan Palmiarnia’ydı. Uzun uzun yürüdükten sonra Palmiarnia’ya vardık. Tabi buraya gelirken bir de köpek saldırısına uğruyordum. Palmiarnia girişi öğrenciler için beş siviller için de yedi zloty’ydi. Beş zilotyden bir şey olmaz diye girdik hemen. Bu tip yerlere ilgim vardır aslında. Bu zamana nasipmiş girmek. İçeriye girer girmez nem karşıladı. Çok fazla nem vardı ki zaten Palmiarnia’ya girmeden önce camlarının beyaz olduğunu farketmiştik. Tabi bunun ne olduğunu tahmin edememiştim. Sırtımda ağır çanta, kolumda fotoğraf makinesi çantasıyla ve elimde de fotoğraf makinesiyle pek de kolay fotoğraf çekilemiyordu. Bunun üstüne nem yüzünden lensin buğulanmasını da ekleyince nefis… Başka odalara girdiğimizde fotoğraf çekebiliyordum. Bazı bölümlerde kertenkeleler vardı. Bazılarında da sadece bitki çeşitleri. Bir oda sadece kaktüslerden oluşuyordu. Bir başka odaya girdiğimizde hediyelik eşya olarak satılan, dondurulmuş eklembacaklıları bördük. Bir çok hayvan türünü dondurum çerçevelemişler ve sadece göstermek için tablolamışlar. Çok fazla çeşit kelebek, örümcek peygamber devesi ve ismini bilmediğimiz diğer hayvanlardan vardı. Dışarı çıkıp başka bir bölüme girdik. Orada da balıklar vardı. Çeşit çeşit balık, köpek balıkları vatozlar… Fotoğraf çekmeye çalıştık ama pek de iyi çıkmayınca iPhone ile çekmeye başladım. O bölümden sonra da dışarıya çıktık. Sonraki durağımız Stare miasta etrafındaki yerlerdi. Alt geçitten geçtik ve biraz daha yürüdükten sonra iki büyük anıtın önüne geldik. Burada da fotoğraf çekildikten sonra büyük bir plazaya girdik. Büyük bir bahçesi ve bahçesinde oturan bir adam heykeli vardı. Biraz ilerisinde de sadece ayakları olan beş tane heykel duruyordu. Fotoğraf çekildikten sonra oturan heykelin orada toplandık ve orada da epey bir fotoğraf çekildik. Eğlenceli anlardı. Yola devam ettik. Epey yürüdükten sonra Wolnosci meydanına geldik. Meydanın tam ortasında farklı dizayna sahip bir eser vardı. İnternetten daha önce bu yapıtı görmüştüm. Yakından daha büyükmüş. Fotoğraf çekildikten sonra Stare Miasta’ya vardık. Etrafında dolanıp fotoğraflar çektikten sonra Wielkopolski meydanına gittik. Yol üzerinde bir kalabalığa rasladık, heykel açılışı için bekliyorlardı. O anda iPhone’umun şarjı bitti ve gezilecek diğer mekanlara gidemedik. Çok fazla ve çok da önemli değillerdi. Geri döndük. Yürüyüş yürüyüş… Hem ayaklarımız yorulmuştu hem de karnımız gurulduyordu. İstasyon yolu üzerindeki büyük bir AVM’ye gittik. KFC’de yemek yedik ve hatta arkadaşların aldıkları menülerde domuz pestili çıktı. Epey bir konuşuldu. Ufuk ile AVM içini gezdik. Biz gezerken diğerleri de AVM içinde gezintiye çıkmışlar. En son büyük bir kare koltuğun üztüne oturduk. Herkes acayip yorulmuştu. Bizi yoran şey tren yolculuğuydu. Otururken birden arkama yattım ve beş saniye içinde uyumuşum. 10-15 dakika sonra bir adam gelmiş ve bize kalkmamız gerektiğini belirten birşeyler söylemiş. Adam gelince ve bizimkiler de bana kalkın diyince hemen sorgusuz sualsiz kalktım. Sinirlenmiştim. “Fakir ülkenn fakir vatandaşları” dedim. Betül ailesiyle konuşuyordu telefonda. Behice de sevgilisyle. Uful da ailesine ulaşmaya çalışıyordu. Ben de müzik dinliyordum. Betül’ün ailesiyle bu kadar çok konuşmasına sinir oluordum. Madem buraya kadar geldin, bunları göze alıp geldin, neden hala ailem de aşlem diye ölüyorsun? Biz de ailemizden kopup geldik ama her gün konuşmuyoruz. Her zaman söylüyorum kendisine. Alışmalısın artık. Gurbette olmanın sana birşeyler katmasını istiyorsan çok az görüşmeisin ailenle. Oradan sonra da istasyona doğru yürüdük. İstasyonda telefonumun şarjını doldurmak istedim ama hiç priz bulamadım. Çareyi Starbucks’ta kahve içmekte buldum. Bir yandan kahve içecek, diğer yandan da şarjımı dolduracaktım. Wroclaw’da çok lazım olacaktı iPhone ve fotoğraf maknesi. Starbucks ile konuştum ve ne kadar açık olacaklarını sordum. 15 dakika sonra kapatıyoruz ama yaklaşık bir buçuk saat temizlik yapacağız, buradayız dedi görevli. Ben de gidip arkadaşları çağırdım ve kahve alıp oturduk. Tabi herkes prizlere saldırdı. Sohbet ettik ve bir yandan da internete girdik. Biz içerde otururken başkaları da bize bakıp kafenin açık olduğunu sanıyorlardı. Kapıyı açmaya çalışıyorlardı ama kapı kapalıydı. Sadece biz ve görevliler vardı içerde ama sanki açık gibi görünüyordu. 45 dakika sonra görevli bize gitme vakitlerinin geldiğini söyledi. Toparlandık ve dışarı çıktık. Diğerleri oturacak bir yer buldu, ben de güvenlik görevlisine prizlerin yerini sordum. Görevli bizi tuvaletin girişindeki tek prizi gösterdi ama prizi başka bir adam kullanıyordu, görevli adamla konuştuktan sonra adam bize dönüp “Ten minutes” dedi. Arkadaşların yanına döndük ve on beş dakika sonra prizin olduğu yere gidip adamın gitmesini bekledik. Adam kalkıp giderken tedirgindim çünkü eski kıyafetleri olan serseri birine benziyordu. Eşyalarımı Ufuk’a emanet ettikten sonra tuvalete gittim ve gelirken de yere sermek için bol bol peçete aldım. Peçeteleri yere serdım, montumu da sırtıma örttüm ve telefonumu şarj etmeye başladım. iPad’imi de açıp dizi izlemeye başladım. Ufuk da yere yatmış uyuyordu. Bir süre sonra Behice geldi ve “12’de burası kapanıyormuş” dedi. Çok şaşırdık. Tren istasyonu 12’de kapanıyormuş. Peki yolcular nerede bekleyecek? Apar topar diğerlerinin yanına gittik ve merdivenlerden dışarıya çıktık. Peronumuzu bulmaya çalışıyorduk. Dışarı çok soğuktu. Peronu bulduk ama içeri girip oturacağımız bir yer yoktu. Banklar bile rezaletti. Trenin geliş vaktine kadar sıcak bir yerde oturmamız gerekiyordu yoksa soğuktan donacaktık. Peronu bulmaya çalışırken gördüğümüz küçük bir kafeye girdik. Amerikan filmlerinde, unutulmuş kasabalara giden yolların kenarlarında bulunan küçük büfelere benziyordu. İçeri girip oturduk. Sadece oturmak olmazdı, birşeyler yememiz gerekiyordu. Ufuk elmdeki bozukluklarla patates kızarması aldı. O arada da yan tarafta bulunan prizlerde telefonumu ve fotoğraf makinemi şarj ettim. Tren saati gelmeden 15-20 dakika önceden de ayrıldık. O kafedekiler, gerçekten çok farklıydı. Tren geldi ve biletlerimize baktık. Biletlerde vagon ve koltuk numarası yazıyordu. Benim numaram diğerlerinden farklıydı. Halbuki biletleri arka arkaya almıştık. Ben iki üç sıra öndeki kompartımanda tek başıma oturuyor, diğer arkadaşlar da tek bir polonyalı adamla oturuyorlardı. 7 kişi aynı kompartımanda kalırken ben tek başıma ön tarafta kalıyordum. Şans mıydı?