Bugün, diğer günlerde olduğu gibi tıklım tıklım olan metrobüse atladım. Bu kez gerçekten atladım. Nefes bile alınmayacak derecede kalabalık olan metrobüslere bile binmeye başladığımı farkettim. Metrobüsten indikten sonra hızlı adımlarla iş yerime gittim. Bütün gün boyunca hızlı tempoda çalıştık, dünyayı kurtardık. Mesai bitmeden bir iki saat öncesinde, kandil gecesi vesilesiyle küçük kutular içinde kandil simitleri dağıtıldı. Ofisteki bazı arkadaşlar kutuyu bile açmadan eve götürüp sevdiklerine vermeyi düşündüler. Benim aklımdaysa başka bir şey vardı. Kandil simitlerini sokakta gördüğüm o yaştı teyzelerden birine vermeyi düşündüm. Kutuyu poşete koydum ve mesainin bitmesini bekledim. Akşam bir arkadaşımla yemeğe gidecektik. Servisteyken mesajlaştık ve bir kargosu olduğunu, onu eve bırakıp yemeğe geçebileceğimizi söyledi. Levent’ten metroya atladım ve Şişli’de indim. Bu kez mesaj atmak yerine arayıp konuştum. Kargosu çok ağır olduğundan yukarı çıkaramayacağını söyledi. Ben de hemen yanına gelip yardım edebileceğimi söyledim. Hızlı adımlarla evinin önüne geldim. Apartman kapısının önünde beni bekliyordu. İki metre uzunluğunda bir kargosu vardı. Kucaklamaya çalıştım ama çok ağırdı, biraz afalladım. Sonra yükledim üzerime ve dört kat yukarı duraklamadan çıkardım. Epey yoruldum aslında. Zaten dizlerim de ağrıyordu. Bunu yaptıktan sonra da diz kapaklarımın üzerindeki kaslar ağrımaya başladı. Bir şey belli etmedim tabiki, çok sevdiğim insanlardan bir tanesi kendisi. Elimdeki poşeti eve bırakmayı düşündüm ilk başta ama sonradan belki geçenlerde sokakta peçete satmaya çalışan yaşlı teyzeyi görür de ona veririm düşüncesiyle yanıma aldım. Arkadaşla sokaklardan geçtikten sonra bu yaşlı teyzeyi gördüğüm sokaktan geçtik. Etrafa bakındım ama göremedim. Neyse dedim, kısmet. Poşet elimizde kaldı. Belki ileride böyle birini görürüz de veririz dedim. Mecidiyeköy trafik ışıklarının önünde, karşıya geçmeden önce nereye gideceğimizi belirledik. Gideceğimiz yer Teşvikiye’de bir Asya restoranıydı. Yürüyerek gidelim, dönüşte metroya bineriz dedik. Yolda giderken bir iki yaşlı kadın gördük ama onlar bir şey satmıyorlardı, dileniyorlardı. Sokakta bir şeyler satan insanları, dilenen insanlara tercih ederim (tıpkı bütün herkes gbi) Biraz daha yürüdükten sonra tıklım tıklım olan kaldırımın hemen yanında, mağazaların çöpün kenarına bıraktığı kartonları toplayan küçük bir kız gördüm. Boyu bacağım kadardı. Hemen yanına gittim ve kandil simitlerinin bulunduğu kutuyu poşetten çıkardım. Bantını çıkardım ve hafifçe kutunun içinde ne olduğu gösterdim. İster misin dedim. Utanarak evet dedi. Al o zaman dedim ve kutuyu ona verdim. Bana dönüp utanarak 1 tanesini alayım dedi. Halbuki ben kutunun hepsini ona vermiştim. Al hepsi senin olsun dedim. Elindeki kutunun içine bakıp diğerlerini aileme veririm o zaman dedi. Paramparça oldum. Kutuyu uzatmama rağmen içinden sadece 1 tanesini almak istedi. Sadece 1 tanesini! Sadece 1 tanesi ona yetiyordu. Yanından ayrılırken arkadaşıma ve bana kırık bir gülüş attı, sanki pek gülmezmiş gibi. Yolda yürürken gözümden yaşlar gelmeye başladı. Ağlamamaya, çaktırmamaya çalıştım ama yapamadım. Bu kez içimdeki utanma duygusu, insanları bu hale getiren insanlığımıza duyduğum nefretle öyle bir karıştı ki resmen sinirlerim boşaldı, ağlamaya başladım. Yolda bir yandan yürüyor, bir yandan sessizce ağlıyordum. Arkadaşım yanımdaydı ama bir şey diyemedi. Akan gözyaşlarımı silip yürümeye devam ettim. Yüzü o kadar güzel bir kızdı ki. Yürürken aklıma hep utanarak söylediği o “1 tanesini alayım” sözü ve yanından ayrılırken attığı o kırık gülüş geldi.
Haftasonlarını bekleye bekleye günler o kadar çok çabuk geçiyor ki. Gün içerisinde bile günün tam olarak nasıl geçtiğini bilemiyorsun. Yaptığım işin yoğun olması, çok fazla insanlar aynı ortamı paylaşıyor olmam bunun temel nedenlerinden. Peki haftasonunu beklememin nedeni ne? Kendim oluyorum, ondan. Haftasonları da çok hızlı geçiyor ve genelde tek başıma geçiriyorum. Şehride yeni olduğum için henüz pek kişi tanımıyorum. Yakınımda tanıdığım birkaç kişi var ama onlarla da her haftasonu vakit geçiremem. Onların da benimle vakit geçirmek isteyip istemeyeceğini bilmiyorum. Sonuç olarak haftasonu da yalnız kalıyorum. Bu, benim için bir ceza ve günümü dışarıda geçirmediğim her gün boş bir gün. Hatta bomboş bir gün. Yalnız olmak istemiyorum, sevdiğim insanlarla vakit geçirmek istiyorum. En azından onların yanımda olduğu hissini yaşamak istiyorum. Belki de yalnız bırakılmaktan korkuyorum. Bazen bu, ölümden daha korkutucu geliyor. Ölüm demişken, bugün alakasız bir anda içimden “sadece öleceğim günü bekliyorum” dedim. Birden mantıklı gelmeye başladı. Etrafımdaki insanları izlemeye başladım. Kafalarının bir köşesinde yapılması gereken fiziki ve dünyevi şeyleri tamamlamaya çalışıyorlar. Ama hayat bu değil. Gelişimizin bir amacı olmalı. Rastgele buraya gelmiş olamayız. Bir rastlantı olamayız. Dünyevi şeyleri düşünen insanları görünce, ne kadar da yüzeyde kaldıklarını; varlığımızı ve amacımızı düşünenlerin de derinde kaldıklarını, zamanla boğulduklarını gördüm. Kendilerine verilen sürelerin sonuna gelenler, siyahın binbir tonunun derinliklerinde kaybolup gidiyor. Ben de onlar gibi, hayatıma biçilen sürenin bitmesini bekliyorum. Bir geleceğimin olmayacağı gerçeği on yıl önce hissettirilmişti.