Açılan Kategori

Ağustos

Ağustos

29 Ağustos 2015

Hızımızı alamadık, cumartesi günü de çarşıya çıktık. Sivil eşyaları giyip dışarı, rengarenk giyinmiş diğer insanların arasında dolaşmak paha biçilemez bir şey. Elini kolunu sallayarak dolaşmak ve istediğin yere kendi hür iradenle gitmek, özgürlüğün insan için ne kadar önemli bir şey olduğunu hatırlatıyor. Özgürüm, sadece bir günlüğüne…

Askerlik gerçekten de yapılmayacak bir meslek. Özellikle benim için. Hiçbir sistemin olmadığı, mantığın girerken kapıda bırakıldığı bir yerden önemli işlerin yapılmasını beklemek imkansız. İşte sırf bu yüzden asker olunmaz bu ülkede. Diğer ülkelerde askerlik nasıl bilmiyorum ama bu ülkede durum bu.

Her akşam bizimkilerle görüşmeye, onların sesini duymaya çalışıyorum. Bazen kantinde hazır kıtadayken uyanıp onları aramak zor geliyor. Bir gün seslerini duymasam ertesi gün akşamı kesin arıyorum onları. Ailenin ne kadar önemli bir şey olduğunu öğretiyor bu askerlik. Benim için tek olumlu tarafı bu.

Cep telefonumun ve bilgisayarımın eksikliğini çok fazla hissediyorum. İnternet kafe köşelerinde bilgisayara girip Youtube’den müzik dinlemek, kendi blogunda yazı yazmak eziyet gibi geliyor bazen. Halbuki kendi bilgisayarım olsa, çeksem bir köşeye de istediğim şeyi istediğim gibi yapsam, ne olurdu?

Diğer arkadaşlar yukarıda kağıt oyunu, okey falan oynuyorlar. Yukarıdaydım, uzun süren okey oyununun sonunda sıkılıp en alt kattaki internet kafeye gittim. Pek sevmediğim oyunlar fakat ortama ayak uydurmak gerekiyor bazen. Şimdi buradan çıkıp yemek yemeye gideriz herhalde. Tekrar askeriye dönmek insanı kahrediyor. Az kaldı, biraz daha sabır.

Ağustos

26 Ağustos 2015

Dün, son bir  aydır ilk defa çarşıya çıktım. Terör olaylarından dolayı çarşı izinleri kitliydi. Dışarıya çıkıp yaptığımız ilk iş güzel bir menemen yemek oldu. Yanımda Selim Can, nizamiyeden Ümit ve Ergün vardı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra Selimle birlikte internet kafenin birinde takıldık. Diğerleri de kart oyunu oynamak için bulunduğumuz yerin üst katına çıktılar. Blog için yazmam gereken yazıları yazdım. Yanımda mp3 çalarımı da getirmiştim. Bilgisayara bağlayıp dinlemek istediğim müzikleri indirip attım. Mp3 işi epey bir uğraştırdı; blog işimi tam olarak halledemedim. Selim’in canı nargile çektiği için yakınlardaki nargilecilerden birine gittik. Sağolsun Selim oturduktan sonra bir saat telefonla konuştu. Biraz sohbet ettik ve ardından diğer arkadaşlar geldi. Onlarla da biraz sohbet ettikten sonra kalkıp yemeğe gittik. Sivas Sofrası diye bir yer var. Karışık menü aldığınızda karşınıza her türden eti getiriyorlar. Daha bir tanesini bitirmeden ikinci yemeği getiriyorlar. Doyduğunu hissediyorsun. Tadı da fiyatı da gayet iyi. Yemeği bitirdikten sonra tekrar internet kafeye gittik. bir saat kadar oturduk. O arada bloguma yazmayı istediğim “dövme” konulu yazıyı yazdım. Daha sonra da askeri malzemeler almak için bir dükkana girdik. Taksiye atlayıp birliğimize teslim olduk. Haftaiçi olduğu için nöbet falan yoktu. Zaten istese de yazamazdı yazıcı, hazır kıtada olduğum için. Biraz dinlendikten sonra aşağıya inip televizyon izlemeye başladım. İlerleyen saatlerde uyku bastırmaya başladı ve masanın üstünde uyuya kaldım. Sandalyeleri yan yana dizip üstünde uyudum. Kafamı bir kaldırdım ki saat on bir olmuş. Biraz da masanın üzerinde uyudum yarım saat kadar. Arkadaşın biri beni kaldırıp “istirahat et” diyene kadar uyudum. Silahımızı alıp yukarı çıktık. Çamaşır makinesinin boş olduğunu görünce eşyalarımı getirip yıkadım. Aslında böyle her şeyi anlatmak istemezdim ama o gün gerçekten sivil olmanın ne kadar değerli bir şey olduğunu gördüm.  Elimdeki imkanların kıymetini bilmediğimi farkettim. Sokakta elini kolunu sallaya sallaya istediğin saate kadar gezmenin kıymetini anladım. Şuan için emir altında olduğumdan kendimi devamlı kısıtlanmış hissediyorum. Askerlik gerçekten de insana bir şeyler öğretiyor.

Çarşıdan Fransızca el kitabı, İngilizce bir roman aldım. Sanki romanı okuyabilecekmişim gibi. Fransızca’yı mümkün olduğunca ilerletmem gerekiyor. Bunun için ilk önce sık kullanılan cümleleri ezberlemem gerekiyor. El kitabı almamın nedeni de bu. Bir şekilde zaman bulup şu üç işi helletmem gerekiyor.

  • Fransızcayı ilerletmek,
  • J. K. Rowling “Boş Koltuk” romanını bitirmek,
  • Thomas More “Utopia” romanını bitirmek.

Kendime yine görevler yüklemeye başladım. Umarım en kısa zamanda şu işleri aradan çıkartırım.

(Olayları yaptım ettim şeklinde anlatıyorum çoğu zaman. Yazıları bu kadar basit bir tarzda yazmamın iki nedeni var. Birincisi, yazıları, yaşanan olayları hatırlayabilmek için yazıyor olmam; ikincisi, yazıyı eğer yaşanan gün yazmazsam başka bir gün yazamam düşüncesi. Yazıları daha sonra düzelteceğim zaten.)

Ağustos

22 Ağustos 2015

Günlerden cumartesi. Dün öğle yemeğimi yedikten sonra yukarı çıkıp biraz uyudum. Öğle içtimasını ulaştırmada alacaklardı. Silahlarımızı alıp hemen ulaştırmaya gittim. Oraya vardığımda kimsenin silah almadığını gördüm. Benden sonrakiler de silah alıp gelmişlerdi. İçtima bittikten sonra komutanın söylediği bir tabloyu Excel’de yapmak için yazıhaneye gitmek için yola koyuldum. Yanımda Selim Can vardı. AMK’nın önündeki kolamatikten bir şeyler almak istedik. Bedavacı da oradaydı. Selim’e bir icetea ısmarladıktan sonra o da elini uzatmış, espri yapıyormuşçasına benden kola ısmarlamamı istedi. Şöyle bir güldüm, sonra arkama bile bakmadan gittim. Yazıhanenin sevmediğim -daha doğrusu bir türlü sevemediğim – yazıcısı oradaydı. Çocuğu sevmeye çalışıyordum ama nedense yapamıyordum davranışları yüzünden. Kendisini övecek, mutlu edecek şeyler söylemeye çalışıyordum. Ben komutanın istediği çizelgeyi bilgisayarda ayarlarken o da nöbet çizelgesini hazırlıyordu. Nöbet çizelgesinin çıktısını imza defterine koyacaktı. İşe başlamadan önce çok yoruldum, bunaldım gibisinden bir şeyler söyledi. Sonra yanına gidip insanlık namına iyilik olsun diye çizelgeleri ben imza defterine yerleştirmek istedim. Daha sonra kendi ismimi aradım listede. Dört saat silahlık nöbeti yazmış bana. Bir arkadaşıma da (bedavacı) dört saat silahlık nöbeti yazmış. Hazır kıtanın hepsi yarın nöbet tutacak deyince nöbet çizelgesine tekrar baktım. Beni 2-4 nöbetine yazmış. Diğerlerinin isimlerine de baktım. Hazır kıtadan sadece koğuş görevlisinin, çavuşun ve bedavacının ismi yoktu. Diğer ikisini anlıyorum da beden bedavacının ismi yoktu?

Bedavacının şöyle bir özelliği var. Komutanların yanına gider, onlarla çıkarlarını koruyabilmek için yakın temasta bulunur. Yani ilk önce ortamı yumuşatır, kendini tanıtır. Daha sonraki sohbetlerinde de Mithat Hatipoğlu gibi acıklı gözlerle derdini anlatır. Tabi sonunda da bir şeyler kazanır. Haklı ya da haksız.

Yazıhanede çalışan başka bir yazıcıya gelip benim çim sulamadan düşür demiş bedavacı. Zaten hiçbir işi olmayan arkadaşımız, bir de gelip bunu söylemiş 🙂 – ki sulama da yapmıyordu doğru dürüst. Bugün de silahlığa tıraş olmadan, kamuflaj giymeden gitmiş. Geçen hafta da aynı şeyi yapmıştı ama hiçbir şey söylememiştim. Normalde oraya tıraşsız ve kamuflajsız gitmek yasak. İster hafta sonu olsun, ister hafta içi. Bugün öğlen devriyesi vardı. Gitmiş devriyeyi başkasına kitlemeye çalışmış. Mazereti de “ya şimdi kim gidip tıraş olacak, kim gidip kamuflaj giyecek” imiş. Duyunca şok oldum. Rahatlığın bu kadarı. Adam hem kamuflaj giymiyor, tıraş olmadan silahlık görevi yapıyor, hem de devriye atmaya gitmiyor. Devriyeyi başkasına vermek zaten suç, herhangi ciddi bir gerekçe olmadıkça. Hem görevini yapmıyor, hem de insanları kullanmaya çalışıyor. Ayıp.

İnsanın içinde utanma duygusu olacak…

Ağustos

21 Ağustos 2015

Son zamanlarda hiç yazamaz oldum. Günler su gibi akıp geçiyor. Günlük hayatın akışından kurtulmak zor geliyor. Kurtulduğum zaman da zaten ya elimdeki J.K. Rowling – Boş Koltuk kitabını okumaya çalışıyorum ya da Fransızca çalışmaya çalışıyorum. Kitap okumaktan ziyade Fransızca çalışıyorum. Aklıma gelen önemli şeyleri aşağıda anlatayım.

Son günlerde uykusuzluk adına pek bir şey yok. Bu durum benim açımdan gayet iyi çünkü gün içinde Walking Dead’daki wolkers‘lar gibi dolaşan biri gibi görünmek istemiyorum.

Çim sulama olayını bölük komutanı ile görüştüm. Acemilerin gelmesine on gün kaldığını, biraz dayanmam gerektiğini söyledi. Umarım acemiler geldikten hemen sonra bu durumdan kurtulurum.

Dün kısa dönem acemilerle tanışmaya gittik. Tiplere baksan pek kısa dönemmiş gibi gibi durmuyorlardı. Daha çok güneşin altında yanıkları olan ameleler gibiydiler. Vaktinde bizim olduğumuz gibi. Onlara bakınca kendi acemiliğim aklıma geldi. Ustalıkta ne iş yapacağız? Hangi bölüğe gideceğiz? Askerlik kolay geçecek mi gibi sorular sorardım. Onların kafalarındaki bütün soru işaretlerini gidermeye çalıştık. Gitmekte biraz geç kalmıştık, sekiz günleri vardı ama yine de önden bir görüşmek iyi geldi onlara.

Bu aralar bazı arkadaşlarla aram iyi değil. Kendileri bilmiyorlar tabi. Aralarında bir bedavacı var, ki kendisi rol yapmaya bayılıyor, kendini her zaman ön plana çıkarmaya çalışıyor. Tabi burada bunu farkedebilecek kişi sayısı az ya da yok. Farkeden pek kimse de olmayınca yaptığı saçmalıklar başkalarının hoşuna gidiyor. İşi sıkışınca yanıma gelip ya bugün benim yerime sen gidebilir misin diyen adam, yemekhaneden aldığı ekmek ve peynirle tost yaptırmaya giderken beni hiç de hatırlamayan adam. Önemli olan tost falan değil, şuan bile gitsem istediğim kadar satın alabilirim ama… Yakında postayı koyacağım, o zaman anlar umarım. Bir de geçmiş gün yanıma oturup telefonda konuştuğu kişiye bedavaya tost yediğinden bahsediyor. Bir de bunu ballandıra ballandıra anlatıyor. Bu olay olduktan yaklaşık iki saat sonra kendi kalitemi korumam gerektiğini hatırladım. Bunu her daim kendime hatırlatmam gerekiyor.

Onbaşılık rütbemi alalı iki hafta oluyor, sanırım daha önce bundan bahsetmedim.