Açılan Kategori

Ekim

Ekim

29 Ekim 2015

Çok fazla yazmak istemiyorum. Son hafta korgeneralin gelmesi, bütün yatış planlarımı altüst etti. Bu hafta giderayak yapılan bir kazık gibiydi. Yine de sabırla geçmesini bekledim günlerin. Eninde sonunda gelip gidecekti komutan. Askerliğimin son gecesi pek iyi uyuyamadım. Hava soğuktu ve üstümü açtığım anda sırtımda soğuk bir hava dalgası hissediyor, ardından gözlerimi açıyor, üstümü kapatıyordum. Sabah uyandığımda sanki hala gidemeyecekmişim gibi hissediyordum. Çantam dünden hazırdı, yatağımın altına koymuştum ne olur ne olmaz diye. Eşyalarımı giyer giymez etrafımdaki arkadaşlarımla vedalaştım. Bölüğün yarısı kahvaltıya gittiği için ben de yemekhaneye gittim. Teker teker arkadaşlarla vedalaştım. Ardımdan hemen Ümit geldi, o da bazı arkadaşlarla vedalaştı, bir bardak sıcak çay aldı, içti ve gitti. Ardından ben de dışarı çıktım. Terhis belgemi almak için yazıhaneye gittim, belgelerimi aldıktan sonra oradaki komutanla vedalaştım. Dışarı çıktığımda kapının yanına bıraktığım çantamın orada olmadığını gördüm. Arkadaşlar saklamışlar çantamı, adet gereği. Orada bulunan arkadaşlarla da vedalaştıktan sonra bir baktım, Murat benim çantamı almış sallıyor. Kapının üstündeki yere fırlattı çantayı birden. Normalde hiç hoşuma gitmez bu tip şeyler ama hoşuma gitmişti. Onların yapması hoşuma gitmişti, çünkü o insanları gerçekten de seviyordum. Vedalaştıktan sonra üstüne bir de selfie çekildik. Çantamı Orhan kaptı elimden, ben götürecem dedi. Onunla yavaştan yol alırken geriye baka baka yürüyordum. Harbiden oradan artık gidiyordum. Askerliği geride bırakmıştım. Sanki bir şey kopup gidiyordu. Arkadaşlarımdan ayrılıyordum. En çok koyan şey oydu aslında. Orada delikanlı gibi olan adam gibi adamlar vardı ve ben gidiyordum. AMK’ya gittik, oradaki arkadaşlarla da vedalaştık ve Doldur Boşalttaki komutanımla (Disiplin Subaylığı’nda birlikte çalıştığımız komutan nöbetçiydi o gün) biraz konuştuktan sonra AMK’da nöbetçi komutanım beni nizamiyeye araçla götürdü. Pek kimse sevmezdi ama bana sorsalar iyi derdim. Orada nöbetçi olan başka komutanlarla da vedalaştıktan sonra Nizamiye’de bekleyen arkadaşlarla sohbet ettik. Ümit de oradaydı. Benim gelmemi bekliyorlarmış. Uzun uzun konuştuktan sonra onlarla da vedalaştık. Adet orada da yerini buldu, çantamı alıp yere fırlattılar. Çok önemsemedim çünkü onları da seviyordum. Nöbet tutan arkadaşlara elveda dedikten sonra aklıma en yakın arkadaşlarımdan biriyle vedalaşmadığımı farkettim. Uğur Kahveci ile vedalaşamamıştım. Bana nöbette olduğunu söylemişlerdi ama nerede olduğunu söylememişlerdi. Ben de Nizamiye nöbetindedir diye direk Nizamiye’ye gelmiştim. Halbuki diğer tarafta nöbetçiymiş. Vedalaşamadan gitmek kötü olmuştu. Halbuki ben neşesi yerine gelsin, baktığında beni hatırlasın diye üzerinde “Gerek yok – canergz” yazan bir not bile bırakmıştım. Uğur kendimi yakın gördüğüm ender insanlardandı. Geriye baka baka gitmek, yaşanan zorlukları, sevinçleri, arkadaşlıkları geride bırakıp gitmek insana çok şey kattığını kanıtlıyor. Askerlik insanı olgunlaştırıyor. İnsan ömründe bir kez askerlik yapar. Bu şansımı bu insanlarla geçirdiğim için hiç pişman değilim. Tam tersi, müteşekkirim. Ümitle taksiye binip şehrin merkezine gittik. Orada bizle aynı uçağa binecek olan tertiplerimizle (Ziya & Selman & Bayram) buluşup önce bir kahvaltı yaptık, ardından okey oynamaya gittik. Yapılacak bir şey olmayınca kıraathaneye bile gidermiş insan. Bayram vakti geldiğinde bizden ayrıldı. Bir buçuk saat oturduktan sonra havaalanına gitmek için taksiye atladık. Checkin işlemlerimizi yaptık, kapıların açılmasını bekledik. Uçak geldi, havalandık. Bir saat sonra Ankara’ya indik. Çantalarımızı aldıktan sonra Ziya’yı uğurladık. Geri kalan üç kişi olarak AŞTİ’ye gittik. Ümit’in otobüsü beşte kalkacağı için ilk önce onun işini hallettik. Sonrasında vedalaştık ve dağıldık. Buraya kadarmış. Askerlik ile ilgili gördüğüm en son şey onlar oldu. Oradan dolmuşa atlayıp ablamların evlerinin önünde indim. Asansörle yukarı çıktım ve zile bastım. İpek’in “dayım geldi, dayım geldi” diye bağırdığını duydum. Kapı açıldı ve İpek’imi, İlker abimi, kucağında üç ay önce doğan yeğenim İhsan’ı ve sonrasında ablamı gördüm. İpek’imi öptükten sonra ablamı öptüm ve sarıldım. Birden ağlamaya başladı. Benim de gözlerim doldu biraz. Belli etmiyordum ama çok özlemiştim onları. İpek’in fotoğrafını cüzdanımda saklıyordum. Ne zaman cüzdanımdan bir şey çıkartacak olsam, İpek’imin resmini görüyordum. Bu gün benim için unutulmayacak bir gündü. İnsanın sevdiklerinin yanında olması kadar güzel bir şey olamaz. Ne kadar kıymetlerini bilemesek bile onlar olmadan hiçbir şeyiz. Basit bir gerçek.

Ekim

18 Ekim 2015

Son 10 gün. Sonlara yaklaştıkça moralim biraz daha iyi oluyor. Günlük hayattaki düşünce yapıma yavaş yavaş geçiyorum. İnsanları umursamamaya devam ediyorum. Son birkaç gündür içi fesat dolu biriyle uğraşıyorum. Bölükte elle tutulur bir işle uğraşmayıp üstüne bir de her daim söylenen biriyle. Son bir iki haftadır beni resmen süzüyor, nazar değdirecek. O türden biri. Kendimi ondan ne kadar uzak tutarsam o kadar iyi. Şöyle bir kanı vardır, kendine uzak olandan değil, yakın olandan korkacaksın. Uzak olan kişi sana zarar vermek isteyen en son kişidir. Sırtından bıçaklayacak adam uzak durmaz.

Ekim

14 Ekim 2015

Son 14 gün. Sadece iki haftam kaldı. Bugün akşama kadar bir sorun yoktu. Erkan başkanı olayından sonra karargah binasına çekinerek girdim. Benim yüzümden komutanlar laf yemişti. Konunun benimle bir ilgisi olmayabilir ama sonuç olarak etkilenen yine ben oluyorum. Akşam bölükte pek sevmediğimiz bir komutan nöbetçiydi. Akşam içtiması öyle böyle, bir şekilde alındı ve yukarı çıktım. Ayaklarımı şöyle bir uzattım. Biraz binanın içinde dolaştım. Terhisi yaklaşan iki arkadaş gece tostçusuna giderken beni de çağırdı. İlk başta evet dedim, daha sonradan vazgeçtim. Bir ton vaktimi alacaktı. Zaten gece devriyem vardı, erken yatmam gerekiyordu. Koğuşa geçip yattım. Biraz oyalandıktan sonra uyudum. Biraz uyuduktan sonra hayal meyal içeri birinin girdiğini, lambayı yaktığını gördüm. Daha sonra yüksek bir ses duydum. Firar vardı. Herkes uyandı, yataktan kalktı ve aşağıya içtima alanına gittik. İçtima alındı zar zor. Sevmediğimiz komitan geldi. Bizi sağa sola döndürdü, istikamet verdi, egildik kalktık, bir o yana gittik bir bu yana. Daracık alanda oradan oraya kostuk.  Hayvanları dar bir yerde eğitmeye çalışırsın ya, işte öyle oldu bizimkisi de. Duruma şikayetçi olanlar da vardı, alay edercesibe “zevk alıyorum” diyenler de. Bu zevk alan arkadaş yüzünden de istikamet yedik bir güzel. Bölük komutanı gelse de şu duruma bir dur dese dedik içimizden. Neyseki fazla vakit geçmeden geldi. Firar olduğunu sandıkları bölüğe gittiklerini, oradan gece tostçusuna geçtiklerini anlattı. Gece tostçusunda içeride beş on kişinin tost yediğini görmüşler. Ulaştırmaya giden 94/4 geubunun da gizlice kendilerinden kaçtıklarını (neden böyle bir şey yapmışlar anlamadık) söyledi. Biraz nutuk attıktan sonra bizi bıraktılar. Sinirlenmiştim, hayvan gibi oradan oraya sürülmemizi kaldıramamıştım. Kendime yediremedim.

Ekim

13 Ekim 2015

Son 15 gün. Mutlu sona yavaştan yaklaşıyoruz. Asıl hayat 15 sonra başlıyor. Yapmam gerekenler hala kafamda, sırasıyla onları yoluna koymam gerekiyor.

Dün ilginç bir olay oldu. Personel Şube’de bir komutanın verdiği işi şube müdürünün odasındaki bilgisayarda yapıyordum. İşi veren komutan tugaylardan birinden telefon geleceğini, bir astsubayın ismini vereceklerini söyledi. Ben de tamam deyip işime devam ettim. Yapmam gereken işi tam bitirmiştim ki bir telefon çaldı. Komutanın bahsettiği taburdan arıyorlar sandım ve telefona baktım. Komutanın biriydi. Aramızdaki konuşma aynen şu şekilde:

“Şube komutanı orada mı?”
“Hayır komutanın, burada değil.”
“Sen orada mı çalışıyorsun?”
“Evet komutanım.”
“Ne kadar süredir orada çalışıyorsun?”
“İki üç hafta oluyor komutanım”
“Yetkili kim var orada?”
“Uzman çavuş komutanım”
“Üsteğmen (burada yanlış anlıyor) beni arasın.”
“Komutanım, isminizi alabilir miyim?”
“ERKAN BAŞKANI.” – Burada ben şok.
“Emredersiniz komutanım.”

Meğer erkan başkanıyla konuşuyormuşum iki saattir. O şaşkınlıkla üsteğmeni aradım ama bulamadım. Uzmanın yanına gittim ve ona anlattım durumu. Pek sallamadı. Sonra ilerden üsteğmen geldi ve erkan başkanının aradığını söyledim. Sonra da işime devam ettim.

Bugün yine bilgisayar başında harıl harıl çalışırken bir komutan girdi içeri. Kimin girdiğibi görmedim, yanımdaki uzman çavuş kalktı diye otomatik olarak kalktım. Kafamı bir çevirdim ki erkan başkanı. Omuzunda çelenki ve yıldızlarıyla gelmiş. Beni gösterip “Bu çocuk yarın bir gün gittiğinde dışarıda asker bilgisayar işinden anlamıyor derse ne olur?” dedi. Ben de “Estafurullah komutanım” dedim. Bunu dedikten sonra gitti. Ortada benlik bir durum yoktu. Komutanlarla ilgiliydi. Bana telefona bak diyen komutan “Erkan başkanıyla sen mi konuştun?” dedi ve ben de olayı anlattım. İşlerimizi halletmeye çalıştık. Saat altı gibi bitti ve hemen yemek yemeye gittim. İçtima daha yeni alınıyordu. Komutandan izin isteyip yemeğe gittim. Yemekten sonra sıraya geçtim. Selim yanıma gelip “Erkan başkanıyla sen mi konuştun?” dedi. Evet dedim. “Aferim, üsteğmeni fırçalamış senin yüzünden” dedi. Sanki suçlu benmişim gibi. Güya bir de üç aydır orada çalışıyorum demişim. Yukarda bu konu yüzünden tartıştık. Daha ne olup bittiğini anlamadan hemen suçlamaya başladı beni. Boş durur muyum? Tabiki hayır. Ben de ağzıma ne gelirse söyledim. Sonra barıştık tabi.

Ekim

10 Ekim 2015

Son 18 gün. On sekiz gün sonra evimde olacağım. Kendi akranlarımın gözünde büyüttüğü askerliği altı ayda bitirip geride bıraktım sayılır.

Beş gün önce çok garip şeyler oldu. Kendimi tutmaya çalıştığım onca gün boşa gitti. Pişman mıyım, sanırım hayır. Gözümün önüne geldikçe biraz garip oluyorum. Neyse. Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da personel şubede çalışıyorum. Gidene kadar orada kalacağım, öyle görünüyor. Zaten disiplin subaylığında pek vakit geçmiyor. Önce iyi gibiydi fakat son günlerde sıkmaya başlamıştı. Yoğun iş, temiz kan gibi geldi. Dün, arama yaptılar. Üzerimizdekilerin hepsini kepin içine koymamızı istediler. Üzerimde ne varsa çıkarıp kepimin içine koydum. Önemli bir şey yoktu, flash disk hariç. Onu da zaten sadece kantinde film izlemek için kullanıyorduk. Komutan geldi, şöyle bir tarafı üstümü, kepin içindeki cüzdanı aldı, içine baktı, geri bıraktı. Bu kadardı işte arama. Normalde oradaki askerlerin yarısının üzerinde cep telefonu vardı. Tabi herkes telefonu bir yerine soktuğu için komutanlar bulamadı, ya da orada olabileceğini düşünemediler. Aramada, soğukta o kadar bekledikten sonra görev yerlerimize salıverdiler bizi.

Havalar soğudu. Henüz emir gelmesine rağmen parka ve uzun kollu gömlek giymemize izin verdiler. Kendileri de giymeye başladı.

Sonbahar biraz geç geldi. Havalar son iki haftaya kadar gayet sıcak geçiyordu. Ta ki sıcak esen rüzgarlar birden soğuyana kadar. Bir müddet sadece soğuk rüzgarlar vardı, daha sonra hava da soğumaya başladı. Yağmurlar rüzgarları takip ettikten sonra anladık kışın yaklaştığını. Baharı göremeden kışa geçiş yaptık. Tugaya geldiğimiz ilk gün güneydeki dağların yarısı karlarla kaplıydı. Yazın karların yüzde doksan sekizi ortada yoktu. Şuan dağın yarısında kar var. Bölüğe geldiğimizde dokuz on aydır askerlik yapan arkadaşlar bize “şu dağdaki karların eridiğini hiç görmedim” derlerdi. Harbiden de öyleymiş. Biz de görmedik. Yazın çok az olmasına rağmen hala kar vardı üzerinde.

Kendimi biraz garip hissediyorum bugünlerde. Askerliğin bitmesine günler kala sanki buradan hiç gitmeyecekmişim gibi, sanki geri dönecekmişim gibi geliyor. Çok çabuk benimsedim sanırım. Hep böyle olmuştu zaten. Bir yerlere, insanlara alıştığım zaman çekip gitmiştim. Bu burukluğu gittiğim çoğu yerde yaşamıştım.

Son birkaç gündür erken terhis olayı kısa dönemler ve uzun dönemler arasında konuşulan tek konu oldu. O hak etti bu hak etmedi konuşmaları dönüyor ortada. Uzun dönemler arasında kimin hak edip kimin hak etmediğini bilmiyorum ama kısa dönemlerde… Personel şubede çalışırken erken terhis emrinin yayınlanması gerektiğini söyledi komutan. Bölüklerin erken terhisi hak eden kişilerin listesini göndermelerini istedik. Hatta bu emri benle uzman bir çavuş yazdık. Perşembe günü yayınladık, cuma günü kimlerin erken terhis alacakları belli oldu. Uzun dönemlerin arasında kura çekilmişti ve yedi sekiz kişi arasında sadece üç kişi seçildi. İçlerinden biri değiştirildi komutanın emriyle. Kısa dönemlerin arasında kura yapılmamıştı. Kimseye verilmeyeceği ortadaydı. En azından bir kişiye verebilirlerdi diye düşündük ama öyle olmadı. Cuma liste Personel Şubeye gönderildi, pazartesi günü yazılı sınav yapıldı. Ayrıca şınav barfiks gibi sporla ilgili yapılması gerekenleri de yaptırdılar. Sınava girecek olan askerler karargah binasının ilerisinde bekliyorlardı. Erken terhisin elinden kayıp gittiğini düşünen Selim Can, komutanına hemen bir saki çekti, ağladı. Komutanı da hemen bizim bölük komutanıyla konuştu ve Selim’in listeye girmesini sağladı. Yapılan şey kesinlikle haksızlıktı. Kısa dönemlerin arasında da kura çekilmesi gerekiyordu. Bizim emeklerimiz de o dakikada yok sayılmıştı. Saatlerce o sıcak güneşin altında yaptığım çim sulama, hazır kıta durumlarında yerlerde sürünmelerim, denetlemelerde kafamı patlatıp öğrenmeye çalıştığım boktan bilgiler, denetlemede komutanın yüzünü kara çıkarmama çabam, tören günlerinde yaptığım amele işler, her pazartesi sabahı güneşin altında üniformaları, kaskları, eldivenleri giyip bir saat boyunca sabit bir şekilde durup tugay komutanını sadece on saniye için beklemem… Bütün bunlar tamamen unutulmuştu. Ben başkalarının gözünde hiç çalışmamıştım. Disiplin Subaylığı’nda, sadece iş olduğunda çalışan asker gibiydim onların gözünde. Komutanlar sadece şunu bilirler. Bir kişi eğer komutanın gözü önünde çalışıyorsa o kişi çalışıyordur. İşte bu yüzden kaybettik biz. Kesinlikle üç günün hesabını yapmıyorum. Bana dokunan tek şey, insanlara şans verilmeden onların elinden haklarının alınmasıydı. Kimin hak edip kimin etmediği benim umurumda bile değil. Eğer kura çekilmiş olsaydı, “şans işte” der ve bunu kendime yedirirdim. Ama kimseye o hak – ya da şans – verilmedi. Ben kendimi hiçbir zaman başkalarına anlatmaya çalışmadım. Sadece yapmam gerekeni yaptım, elimden geldiğince. Başkaları yaptıkları işleri ballandıra ballandıra anlatırken, ben sadece dinlemekle kalıyordum. Çünkü benim yaptığım iş benim için pek bir şey ifade etmiyordu, anlatmaya değer işler değildi gözümde, ama onların yaptığı iş onlara göre çoktu ve anlatmaya değerdi. Selim’in erken terhisi almasına karşı çıkmıyorum. Benim karşı çıktığım tek şey, ismini komutanlara gidip yazdırmış olması. Ben o kadar düşmedim. Ne yaptıysam yapmam gerektiği için yaptım. Bir de şöyle bir durum var. Bölük komutanı, beni başka bir yere verseydi, oradaki işleri de yapacaktım. Yapmak zorundaydım da. Tıpkı Selim gibi. Selim de orada olduğu için oranın işlerini yapmak zorundaydı. Ben de orada olsaydım ben de yapmak zorunda olurdum. Şu son günlerde Personel Şube’de çalıştığım gibi çalışabilirdim bütün askerlik boyunca. Ama olmadı işte. Benim işim de parça parçaydı, bütün değildi. Eğer birleştirilebilseydi, şu anki çalışma temposu gibi olabilirdi. Tekrar üstüne bastırarak söylemek istiyorum. Selim’in erken teskereyi almasına bir itirazım yok, onun erken teskereyi alış şekline itirazım var. Yoksa Selim benim en yakın arkadaşım sayılır. Neden almasını istemeyeyim ki? Kura ile çekilseydi ve ona çıksaydı, konuşmalar buralara kadar gelmezdi. Kura çekildi ve ona çıktı olurdu.

Kafam karışık. Saçma sapan şeyler yüzünden kafamı karıştırıyor olmam canımı sıkıyor. Düşünmem gereken daha önemli şeyler varken basit şeyler üzerinde yoğunlaşmam, kendime yakıştıramadığım bir durum. İleriyi ve sonrasını düşünmem gerek.

Yanmam lazım.
Daha yol almam lazım.

Ekim

2 Ekim 2015

Bugün epey yorucu bir gündü. Disiplin Subaylığı’ndan, karargah binasındaki personel şubeye geçtim. Yarbayın isteği/emri üzerine artık oradayım. Çok yoğun bir şube. Diğer şubeler akşam saat altıda paydos derken personel şube en az yediye kadar kapılarını kapatmamış oluyor. Son üç gündür orada çalışıyorum. Şubede çalışan komutanlar da en az yarbay kadar iyi insanlar.

Personel şubede olmanın şöyle bir yararı var. Hemen hemen her şeyden haberin oluyor. Komutanlar yanına gelip çekinirmişçesine izin kağıtlarını rica edebiliyorlar. İşlerini halletmeni sağlamak için tatlı sözler sarfediyorlar. Özellikle resmi tatil günleri, bayramlar yaklaştığında. Geçen gün terhis olmayı bekleyen askerlerin merakla beklediği erken terhis emrini yazdık. Pek önemsiz bir şeymiş gibi hazırladık komutanla. “Bir iki soru sorar, veririz.” gibi sohbetler döndü. O derece gereksiz ve önemsiz. Bölükte erken terhisi bekleyen birkaç kişi var. Bunlardan bir tanesi uzun dönemlerden Oğuz, diğeri de kısa dönemlerden Selim Can. Oğuz bölükteki işlerin çoğunu halleden bir yazıcı. O olmadan yazıhane işlemiyor şu aralar. Komutanlar bütün işleri Oğuz’un üstüne yıktıkları için, o gittiğinde ne yapacaklarını bilmiyorlar. Yeni gelen arkadaşlar da pek oralı değil gibi duruyor. Bunu zaten hem davranışlarıyla hem de sözleriyle belli ediyorlar. Neyse. Dün hazırladığımız Erken Terhis Emri, bugün yayımlandı. Komutan uzun dönemlerden terhis olacak kişilerin arasında kura çekilmesini söylemiş. Kura çekmişler ve ödülü kapan üç kişi arasında Oğuz yok. Şaşırdık. Ne zaman görsek çalışan bu arkadaş nasıl olur da bu ödüle layık görülmez? Hani kura olayını geçiyorum, kapalı kapı arkasında kura çekilmez, ama en azından hakeden insanlardan bir tanesine verilmesi gerektiğini düşünmüştüm. Beni çok bağlamıyor ama insan seyirci de kalamıyor. Öğle yemeğini yedikten sonra merakla yukarıya çıktım, Selim Can’ı görmek için. Onun o mort olmuş yüzünü görmek istiyordum, haha. Kendine bu kadar güvenen Selim Can, nasıl olur da erken terhis alamaz, lol. Şaka maka, Selim de hakediyordu (tabi yedi kişinin beşi de erken terhis verilmesi gerekseydi; yedi kişiden sadece beşi doğru dürüst çalıştı) fakat bunu her seferinde insanların gözüne sokması, millette ters etki yaptı. Artık insanlar “Selim Can almasın diye o kuraya girecem” diyordu, lol. Şimdi şunu açık açık söyleyeyim. Selim, benim en yakın arkadaşım. Arada sırada birbirimizi gıcık ediyoruz, doğru, fakat bu kesinlikle aramızdaki mesafeyi etkilemiyor. Bazen o gününde olmuyor, bazen de ben. Ama mutlaka uyuştuğumuz bir gün oluyor, eğlenip gülebiliyoruz.

Bugün personel şubede saat ona kadar çalıştık. Cuma günü olduğu için altı gibi biter sanıyordum ama öyle olmadı. Akşam yemeğini bile yiyemedim. Sırf kaçırılan bir asker yüzünden akşam saat ona kadar bekledik. Erkan başkanı bile evine gitmedi, o derece önemli bir durumdu. Elimde bir iş vardı, yarbayın erkan başkanına çıkarması gereken. Kitap gibi bir şey hazırlamamız gerekiyordu. Zar zor hazırladık dokümanı. Yarbay da komutana imzaya çıkardı. Yirmi dakika geçtikten sonra yarbay yanımıza geldi. Komutanın bir ton hata bulduğunu söyledi. Tabi yıkılmıştık, saat sekize geliyordu. Kaçırılan çocukla ilgili haber gelinceye kadar vaktimiz vardı. Bir yandan o çocuğun olayının peşinde koşarken bir yandan da şu doküman işini hallettik. Saat dokuz buçuk gibi bizim bölük astsubayı geldi ve komutana benimle konuşmak istediğini söyledi. Dışarı çıkıp yanına gittim. Astsubay bana “Burada olduğunu çavuşa söyledin mi?” dedi. Ben de “Evet komutanım, haber vermiştim.” dedim. Tekrar sordu: “Ne zaman haber verdin?” dedi. Ben de “Saat beş altı gibi.” dedim. Bütün hazır kıta ekibi, araca binmiş hazır bir biçimde bekliyordu. Bir tek ben yoktum aralarında. Komutan çavuşa dönüp biraz laf söyledi. O da pek bir şey söyleyemedi. Sonrasında bana “Sen gidebilirsin, bağlantını koparma burayla” dedi ve selam çakıp gittim. Saat onda paydos verdik. Yarbayla birlikte kilitledik olayı ve Dis.Sb.lığına gittik. Elimdeki eski dokumanı bıraktım ve iyi akşamlar diyip bölüğe gittim. Karnım açtı, tost yemeye gitmeliydim. Bölük astsubayının yanına gidip tostçuya gitmek için izin istedim. Kendisi de tost istedi. Tostçuya gidip iç tost yaptırdım, oradaki yakın arkadaşımla fazla konuşamadan bölüğe geçtim. Komutanın tostunu verdim, kendi tostumu da bölüğün karanlık bir yerinde mideye indirdim, kimse görüp canı çekmesin diye.

Yorucu bir gündü. Telefona biraz baktıktan sonra dayanamayıp kapattım. Başımı yana çevirdiğim gibi uyumuşum.