Kasım

4 Kasım 2012

Kompartımanda yalnız kalmıştım. Yanımda oturan Polonya’lılar da bana saçma sapan bakıyorlardı. Camdan dışarı bakarken tam camın önündeki çifti gördüm. Görülmeyecek gibi değildi zaten. Ayrılık vakti gelmiş gibi birbirine sıkı sıkı sarılmışlardı. Hangisinin trene bineceğini tahmin etmeye çalıştım. Muhtemelen erkek biner kız kalır diye düşündüm. Tam tersi oldu. Kız bindi, hem de bizim kompartımana. Yalnız gidiyordum zaten, onların bu ayrılığı da garibime gitti. Önümdeki polonyalının gözleri git gide kaymaya başladı, belli ki uykusuzdu. Benim de göz kapaklarım kapanıyordu ama kendimi güvende hissetmediğimden az da olsa uyanık kaldım. Sevgilisinden ayrılan kızın da bizle kalması biraz içime su serpiyordu. En sonunda yorgunluğun üstüne dayanamadım ve sızdım. Bir ara biletleri kontrol eden bayan geldi ve uyandık. Kontrolden sonra oavabo ve sonra da uyku. Uzun bir süre uyuduktan sonra tren bir yerde durdu. Durduğunu hissedince hemen uyandım çünkü trende uyuya kalmış ve istasyonu kaçırmış biri olmak en son istediğim şeydi. O tren istasyonunda çok fazla bekledik. Yarım saat sürmüştür bekleyiş. Hareket ettiğinde “Şükür, sonunda!” Dediğimi hatırlıyorum. Tekrar uyudum. Wroclaw’a varmadan yarım saat kala uyandım. Bulunduğumuz tren Krakow’a gidiyordu. Kompartımandan ayrılan ilk ben oldum ve diğerlerinin yanına gittim. İçerde uyuyorlardı ya da uyanıklardı. Epey bir süre ayakta bekledik ve sonunda istasyona vardık. Daha güneş ışığı yoktu. Herkes indikten sonra merdivenlerden aşağı inerken Gülfem’e “Krakow Glowny yazısı güzel görünüyordu, gel fotoğraf çekelim, bir daha ne zaman bulacaz” dedim. Herkes aşağıya gitmişti. Ben, Ufuk ve Gülfem fotoğraf çekmek için epey bir yürüdük terminalde. Fotoları çektikten sonra soğuk havanın da etkisiyle koştura koştura merdivenlerden indik. Wroclaw istasyonu güzeldi aslında. İç mimarisi az çok diğerlerine gçre daha iyiydi. Hemen yemek yemek için ve en önemlisi şarj için yer bakmaya gittim. İlk önce etrafta priz var mı diye kontrol ettim. Kapalı, bekleme odası buldum. İçeri girdiğimde oturan insanların pek tekin görünmemeleri ve içerinin havasız olması hemen hissediliyordu. İki tane priz gördüm. Farklı yerlerdeydiler ama ikisinde de insanlar oturuyordu, kullanmamalarına rağmen. Oradan çıkıp başka bir yere gittik ve en sonunda diğerleri de oturacak bir yer buldu. Ben de gittikleri yerdeki prizleri onlardan önce gidip kontrol ettim. Çalışmıyordu tabiki. İlerideki prizi de yokladım ama yok, o da çalışmıyordu. Coffee Heaven vardı ama diğerleri önceki gün gittiğimiz Starbucks’tan sonra kahve içmek istemediler. Sonra ben de gidip yanlarına oturdum. Oturdukları yer bildiğin zemindi. Zeminde, altımızda broşür sayfalarıyla oturuyorduk. Herkes kahvaltılıklarını çıkarttı ve yemeye başladı. Ben de meyve suyumu, ekmeğimi ve dilim peynirlerimi çıkardım. O şekilde herkes birşeyler atıştırdıktan sonra yola koyulduk. İlk durak “Anonymous Pedestrians” dı. Old town’a gitmek için zaten oradan geçecektik. Tam da köşede duruyordu anıt. İyi düşünülmüş bir sanat eseriydi benim gözümde. Diğerleri fazla önemsemediler. Birkaç fotoğraf çektikten/çekildikten sonra yolumuza devam ettik. Benim, Ufuk’un ve Gülfem’in elinde fotoğraf makinesi olduğundan en arkada biz kalmıştık. Diğerleri yoktu. Yola Ufukla devam ettim. Gülfem de onlara yetişmişti. Ufukla birkaç yerin fotoğraflarını da çektikten sonra baktık ki diğerleri görünmüyor. Sonra biz kendimiz gezmeye karar verdik. Kiliseleri, güzel binaları çeke çeke Plac Solny’e geldik. Burası büyük meydanın, Rynek’in küçük olanıydı. Direklerdeki cücelerin, kendimizin, binaların fotoğraflarını çektik. Sonraki durak Rynek ve City Hall. Rynek’teki Aleksander Fredro’nun ve diğer binaların fotoğraflarını çektik. Daha sonra da Ratusz’un fotoğrafını çektik. Ufuk için tuvalet molası gelmişti. McDonald’s diye ölüyordu bir ara. Tuvalete girebilmek için McDonald’s’a girdik. Burada tuvaletler ücretliydi. Dışarı çıktık, ara sokaktaki restore edilen bir kiliseye girdik. Tavan yüksekliği epey bir vardı. İçerde yaşlı bir adam bana doğru gelip kafamı gösterdi. İlk önce anlamadım ama daha sonradan beremi çıkarmam gerektiğini anladım, saygıdan dolayı. İçerde bir iki fotoğraf çektikten sonra hediyelik eşyaların satıldığı odaya girdik. Kartpostal aldık ve çıktık kiliseden. Ufuk’a kalsa bizi kilisenin tepesine çıkartacaktı. Kilisenin tepesine çıkıldığını ben söylemiştim ama o kadar vaktimiz yoktu. Rynek’e geri döndük ve bir diğer kiliseye doğru yürüdük. Yola devam ettik. Dar sokakta yürürken gözüme üç polonyalı kız çarptı. Gülerek konuşuyorlardı. Bulundukları yerde de hediyelik eşya satan bir dükkan vardı. İçeriye girdik ama fiyatların pahalığından geldiğimiz gibi geri çıktık. Büyük sandalyeye, Krzeslo’ya doğru yürüdük. Yolun dibindeydi ve yağmur atıştırıyordu. Fotoğraflarımızı çektikten sonra üniversiteye doğru yola devam ettik. Orada da foto çekildikten sonra köprüden adalara yürüdük. Diğerleri de o taraftalarmış. Köprüden geçtik ve önümüzdeki parkın hemen hanında bulunan bir binada büyük graffitiler vardı. Graffitiler benim için önemli sanat eserleridir. Yeşil, uzun bir köprüden geçtik. Yürüdük yürüdük… Sinegogu geçtik karşımıza başka bir köprü çıktı. Köprünün tam ortasında da bir adam yere oturmuş şarkı söylüyordu. Sokak çalgıcısı. Dikkatimizi köprünün parmaklıklarına kilitlenmiş asma kilitler çekti. Bizim oradaki batıl inançların polonya versiyonu olmuş. Biraz daha ilerledikten sonra bizimkilerle karşılaştık ve onlar da Wroclaw Katedral’inin fotosnu çekiyorlardı. Biz de epey bir fotoğraf çektik. O arada Gülfemlerle bir sorun olmuş aramızda ama ben hiç barketmedim. Uzun sokaklardan geçtikten sonra bir parkın önünde durduk. Parkın köşesindeki ilginç kadın heykeli ile fotoğraf çekildik. Biraz ilerde bulunan panorama müzesine doğru devam ettik. Parkın içerisinde şeytan ve bir kadını betimleyen anıt vardı. Panaroma müzesine girdik ve ücretleri sorduk. 17 zilotydi ve kimse para verip girmek istemedi. Benim de pek giresim yoktu. Yağmur yavaş yavaş yağacağının sinyalini vermeye başlamıştı. Apar topar tramvay durağına gittik. Bekledik bekledik, sonunda bir tanesi geldi ama sonradan farkettik ki gelen tramvay ters yöne gidiyor, yani biz ters duraktaydık. Bunu anlayana kadar karşıdan gideceğimiz yere giden tramvay geçti bile. Bilmediğimiz ve uyuşuk gibi davranmamızdan kaynaklanıyordu. Herkes bir kişinin bir işi halletmesini bekliyordu devamlı ve bu giderek can sıkıcı hale geldi. Ufukla oraya başka nasıl gidebileceğimizi konuştuk. Haritada gideceğimiz noktadan hem tramvay hem de otobüs geçiyordu. Tabi haritadaki renklerin ne işe yaradığını bilmediğimiz için renklerden birinin otobüs olduğunu anlamak uzun sürdü. Şansımıza hemen beklediğimiz yerden binecegimiz otobüs göründü. İndikten sonra biraz daha yürüdük. Bu arada Gülfem gelene kadar hayvanat bahçesine de gidelim diye tutturuyordu, taa biz duraktayken başlamıştı bu konuşma. Çok fazla kişi girmek istemiyordu. Yorgunduk. Otobüsten indikten sonra varış noktamıza ulaştık. Önümüzde kocaman bir anıt duruyordu. Aslında anıt demekten çok uzun bir direğe benziyordu. Doksan küsür metreymiş o anıt. Adı da “Iglica”. Etrafı gezmeye başladık. En çok merak edilen şey Fontanna Multimedialna’ydı. Büyük bir havuz ve bu havuzdaki görkemli fıskıyeler… İnternetten gösterileri izlemiştik, çok iyiydi. Olumsuz bir durum vardı. Fıskıyeler çalışmıyordu. Tahmin etmiştim aslında, kışın ortasında kim açsın o kadar masraf çıkaran bu büyük görkemli fıskıyeler? Fotoğraf çektikten sonra arka taraftaki Japon Bahçesi’ne gittik. Burası da kapalıydı ama kayda değer pek bir şey yoktu. Sadece dere gibi bir su birikintisi ve ördekler… Etrafı dolaştık ve sonra tekrardan Hala Stulecia’ya geldik. Evli bir çift fotoğraf çekiliyordu. Kızlar gelene kadar da etrafa bakıp durduk. Devamlı onları bekliyorduk. Bir sonraki durağımız Gülfem’in yoğun isteği, hayvanat bahçesi oldu. İçeri giriş ücretinin on ziloty olduğunu duyunca herkes vazgeçti. Sonradan farkedilen bir tabela fikirleri değiştirdi. Tabelada büyük akvaryum yazıyordu. Merakımızdan hemen bilet aldık. İçeri girdik ama yine hayalkırıklığı, akvaryum tadilattaymış. Napalım bir kere verdik on zilotyi o zaman gezecez! Pek çok hayvan gördük, çok dolaştık. Bir ara yorulduk, oturup birşeyler atıştırdık. Devam ettik ve bitirdik, daha doğrusu bittik. Yeter artık bu havada bu hayvanat bahçesi! Dışarı çıktık, tabi yine Gülfem’i bekliyoruz. En az on beş dakika orada bekledik. Soğuktu ve üşüyordum. Aynı zamanda sinirli. Önceki günü unutmuş gibi bu gün de aynı şeyi yapıyordu. En sonunda dayanamayıp Ufukla tramvay durağına yürüdük. Kadirler de bizle geldi. Kadir, Gülfemle mesajlaşıyordu. Tramvay geldi ve benle Ufuk bindik. Artık ne sabır kalmıştı ne de nezaket. Yetti! Kadir ile Ali bizle gelmedi, Gülfem’i bekledi. Ufukla takılmanın en güzel yanı kendini özgür hissedebilmen. Gezi için en çok ihtiyacım olan şeydi ve iyi oldu. Ufukla ilk önce Rynek’e gidip hediyelik eşyalar baktık. Sonra da dönüp tramvayda gelirken gördüğümüz AVM’ye geldik. Biraz gezdik, McDonald’s’dan paket burgerlerimizi aldıktan sonra da ayrıldık. Tren istasyonunda diğerleri ile buluştuk. Yemeğimizi önceki girdiğimiz bekleme salonunda yedik ve şarjı biten telefonumu kolayca doldurdum. Ayaklarımı uzatıp tren gelene kadar dinlendim. Tren saati geldiğinde yukarı çıkıp bindik. Neyseki bu kez çok kalabalık değildi. Giderken az da olsa uyudum. Bir ara tren öyle bir yere geldi ki zifiri karanlığın içinde kala kalmıştık bir an. Tren aktarması yapmamız gerekiyormuş. Herkes indi ve istasyonun arkasına doğru hızla yürümeye başladı. Biz de koyun misali onları takip ettik. Bir otobüse bindi herkes. Biz de gidip bindik ve yaklaşık yarım saat sonra bir diğer istasyonda indik. Tam da trenin yanında durmuştu otobüs. Trene bindik ve yola devam ettik. Yine uyuduk yorgunluktan. Lodz Kaliska’ya geldiğimizde saat 11:30’du. Tramvaylar 11’e kadar çalışıyor dedi Gülfem. Apar topar tramvaylardan birine bindik. Biletiniz de yoktu halbuki. Kontrol etselerdi, yanardık. Durakların birinde indik. Piotrkowska’ya doğru yürüdük. Gece kulübü gibi bir yerin önünden geçerken karşımıza iki tane pitbul çıktı. Beni es geçip arkamda bulunan Kadir, Betül ve Gülfem’e doğru koştura koştura, havlaya havlaya gittiler. Kadir çok panik yaptı ki haklıydı. Köpeklerden korkuyormuş. O anda sadece Kadir’in korku bağırışlarını duydum. Betül de ağlıyordu. Kadir’i göremedim ama köpeklerin ikisi de Kadir’e havluyorlardı. Kadir’i, arabanın arkasında kaldığından bir ara göremedim. Betül ağlaya ağlaya yanıma geliyordu. Korkmaması için hemen sarıldım. Tir tir titriyordu. Köpeklerin sahibi iki koruma görevlisi köpekler Kadir’e saldırırken köpeklere gelmesi için bağırıyordı. Köpekler sonradan çekildi ve korumalar köpekleri geri çekti. Sonradan farkettim ki birinn ağzında ağızlık vardı. Yola devam ettik ama Kadirle Betül çok etkilenmişlerdi. Betül, bana dönüp “Beremi düşürmüşüm” dedi. Dönüp köpeklerin olduğu yere bereyi almaya gittim. Ali ile Ufuk da geriden geliyorlardı. Ali ile bereyi aldık ve yola devam ettik. Kadir’in sırt çantasından birşey akıyordu. Ben de korkudan sanırım dedim :/ Çantasını açıp kenarından patlamış enerji içeceğini çıkardı. Yolda giderken yere düştüğünü ve köpeklere tekme atmaya çalıştığından bahsetti. Tabi arabadan dolayı ben görmemiştim. Kötü bir geceydi. Yurda kadar yürüyerek gittik. Gezinin sonu korkulu bitti.