Diğer günlerden pek bir farkı yok gibiydi. Sabah kalkıp duş aldım, elbiselerimi giydim ve evden çıktım. Hızlı adımlarla metrobüs durağına yürüdüm. Birkaç metrobüsü kaçırdım, birkaçına da dolu diye binmedim. Klasik bir metrobüs bekleme durumu. Boş bulamazsın, sadece hesap yapıp binmeye değer mi değmez mi diye düşünürsün. İş yerine vardığımda neredeyse herkes yerinde oturuyor, günün erken saatlerinde, biraz işkence gibi de olsa emaillerine bakıyordu. İş hayatı işte, emaillere cevap vermek – yani iletişim içinde olmak – işin en kilit noktası. Yapılması gereken işlerimi sırayla bitirmeye çalıştım. Saat on ikiye kadar her şey sıradan bir şekilde gidiyordu. Ta ki genel müdürümüz masamın başına gelip garip bir şekilde “arkadaşlar hemen bir toplantı yapalım” diyene kadar. İnsanların ne dediklerinden çok, dediği şeyi nasıl dediğine dikkat ediyorum. O anda zihnimde videoyu durdurup geri sardım ve müdürümüzün yüzündeki o ifadeyi gözlerimin önünde tekrar izledim. Garip bir şekilde eli ve gözleri titriyordu. Belli ki bri şey onu hem sinirlendirmiş hem de üzmüştü. Küçük bir şok içindeydi galiba. Arkadaşlarla toplantı odasına girip müdürümüzün açıklama yapmasını bekledik. Konuşmaya başlamadan önce kendini toplamaya çalıştı. Bu kadar kötü ne oldu ki diye düşündüm içimde. Acaba kovulmuş muydu? Ya da şirketimiz mi batıyordu? Aklımda saçma sapan ölümcül vuruşlu teoriler dolaşıyordu. Fazla zaman geçmeden ağzından sözcükler dökülmeye başladı. Şefimizin – ki kendisiyle ilginç bir iş ilişkimiz var – bundan sonra bizimle çalışmayacağını söyledi. İptal oldum o anda. Nasıl artık bizimle çalışmayacak? Şefim, ki işini düzgün bir şekilde yapmaya çalışan biriydi. Tamam, dili biraz sertti ama belki de bu sektörde böyle biri olmak gerekiyordu. Müdür bunu söyledikten sonra diğer arkadaşların yüzlerine şöyle bir baktım. Özellikle bir tanesi anlayamadığım bir şekilde yüzü kızarmıştı. Sanki kendisi işten kovulmuştu. “Kendine gel” diyerek suratına bir şaplak atasım geldi. Neden artık bizimle çalışmayacağı ile ilgili birkaç şey söylüyordu ama olayın şokundan dolayı dediklerini de tam anlayamıyordum. Sanki bir şeyler söylüyordu ama aslında söylemek istediğini söyleyemiyordu. Konuşmanın ortasına doğru kendini biraz daha topladı ve konuşmaya devam etti. Toplantı bitti ve yerlerimize geçtik. Uzun bir süre ne yapacağımı bilmeden öyle mal mal ekrana baktım. Kendi kendime “nasıl ya, onu nasıl kovabilirler ki?” dedim. Şirkette kovulmayacak, etkisi düşünüldüğünde belki de kovulamayacak insanları gözümün önünde bir sıraladım ve kendisini ilk beşe koydum. Birinci sırada genel müdürümüz vardı. Fakat şöyle bir durum da gözümden kaçmadı. Müdürümüz ile şefimizin arası pek iyi değildi. Bu durumu daha önceden de farketmiştim ama şefimizin yeri değiştirilen (argo: çalınan) telefon kablosu (bir insan neden bunu yapar?) için müdürümüzle uzun konuşmasında daha da netleşmişti. Konuşmalarını dinlemiyordum, kapıları açık olduğudan hepimiz duyuyorduk. İçimden şefim için “bak adamlar seni ileride bir yönetici olarak görüyorlar, senin peşine düştüğün şeye bak? Tamam, kendine bir şekilde yediremiyorsun ama üstüne de çok düşmemeliydin” dedim ve kendi kendime sitem ettim. Bir an konuşmaları çok mantıksız ve yersiz geldi. Belki kendi açısından haklıydı, bu tip bir durumun olmaması, yaşanmaması gerekirdi. İlginçtir ki bu telefon kablosunun yer değiştirmesi olayı, telefon kablolarının uzun olmasının önemli olduğu ile ilgili yaptığımız gereksiz bir konuşmadan sonra olmuştu. Yazdıklarıma şöyle bir bakınca, durumun gerçekten ne kadar saçma olduğunu bir kez daha farkettim. Bu durumun, şefimizin işten ayrılmasını hızlandıran, bardağın son damlası gibi bir şey olduğu gerçeğini kabul etmeli miydim? Hatta konuşmalarında sonra müdürün şefin masasının önünden geçerken “bu konuyu kapalım artık” demesi, durumun üzerine sıcak bir mum döküp mühürle artık demesinin kötü bir şekliydi.
Biz aval aval bilgisayar ekranına bakarken şefimiz geldi ve masasından eşyalarını toplamaya başladı. Öğleden sonra ayrılacağını toplantıda müdürümüz söylemişti. Bazıları durumdan hiç haberdar değildi ve işlerini yapmaya devam ediyordu. Şefimizin yanına gittik ve yardım edebileceğimiz bir şey olup olmadığını sorduk. Fazla bir eşyasının olmadığını söyleyip konuyu kapattı. İçimden “senle daha kavga edecektik, deli edecektim seni” dedim ama boş boş laflar işte. Baksana, adam çekip gidiyor. Yemeğe birlikte inelim mi diye gereksiz bir soru soruldu. Adam işten ayrılıyor, oturup aşağıda hiçbir şey olmamış gibi yemek mi yesin? Aşağıya inip yemek sırasına girdik. Birden arkadaşlardan ikisi yukarıya çıktı. Neden çıktıklarını bilmiyorum. Arkalarından ben de çıktım ama onları göremedim. Aşağıya inip tekrar sıraya girdim. Yemeği yerken diğer ikisi de geldi ve birlikte yemek yedik. Normalde olması gereken fakat evde izinli olan başka bir arkadaşımız vardı. O, şefimize diğerlerinden biraz daha yakındı. Onun olmadığı bir gün gitmesi daha da garipti. Şimdi ona kim söylemeliydi? En iyisi kendi söylesin dedik.
Yukarı çıktığımızda şefimiz ortalıkta yoktu. Arkadaşlardan biri Amsterdam’a gidiyordu ve euro alması gerekiyordu. Bunun için şirketin biraz uzağındaki döviz bürosuna gittik. Giderken konuyla ilgili pek konuşmadık. Dönerken ışıkların orada, arabanın içinden bir ses geldi. Baktık ki şefimiz! Ben gidiyorum diye gülerek bize sesleniyordu. “Bizi de götürsene” dedim. Yeşil ışık yandı ve gitti. Biz de yürümeye devam ettik.
Sabah “arkadaşlar biraz geç kalacağım” diye mesaj atarken, öğleden sonra işten ayrılması, hayatın aslında hiçbir zaman plan yapamayacaksınız demesinin başka bir şekliydi. Şefimiz artık yoktu. Onun artık bizimle çalışmıyor olması, arkadaşımız olamayacağı anlamına gelmiyor gibi demode bir cümle söyleyeyim. Gerçekten de öyle. İşten ayrıldığından beri onu aramadım. Belki de diğerleri aradı ama Caner aramadı diye düşünüyordur. Onun için gönülden en iyisini dilediğimi kendisi bilmiyor ama ben biliyorum.
Yorum Yokmuş Valla