Mayıs

12 Mayıs 2013

Paris ve Amsterdam gezisinde neler yaptığımızı ayrıntılarıyla yazmayacağım. Sadece akıllarda kalan birkaç bölümü, Amsterdam’da yaşadığımız ilginç anıları paylaşıyorum. Amsterdam’a Paris’ten otobüsle geldikten sonra durduğumuz yer, apaçık boş bir alan. Adımımı dışarıya attığımda soğuğu öyle bir hissettim ki iliklerime kadar işledi. Ceketimi yanıma almamıştım ve acayip üşüyordum. Sabahın körü olan 6 da gelmiştik ve dışarıda kimse yoktu. Hemen bir tramvaya atladık ve bilet göstermeden şehrin merkezine indik. Rüzgar delicesine esiyordu, soğuktan korunmam lazımdı. Diğerleri pek üşümüyordu. McDonald’s bile kapalıydı ve saat 10 gibi açılacaktı. Bir müddet etrafı gezdik ve araba kiralama yeri bulmaya çalıştık. Öğle vaktine kadar aradık. Bu arada ben içinde sandviçler bulunan poşetimi bir yerde unutmuştum. İçinde ikili priz ve kola falan vardı. Allahtan önemli bir şey yoktu. Çok fazla yürüdük ve  sandal turu yapan bir yere sorduk etrafta oto kiralama var mı diye. Onlar da bize bir adres verdiler ve direk o adrese gittik. İçeri girdik ve adamla konuşmaya başladık. Adam şakacı biri gibi görünmeye çalışıyordu. Böylelerine alışıktım, adamla konuştuk ve uygun fiyata arabayı kiralamak istedik. Akşam 5’te aracımızın geleceğini söyledi. O zamana kadar etrafta dolaştık. O saatte de geldikten sonra arabayı aldık ve şehir turu yaptık. Bir sorunumuz vardı. Amsterdam’da park ücretleri çok pahalıydı. İnsanların bisiklet kullanmasının sebebi de zaten araçlara yapılan bu aptal uygulamaydı. Şehrin hiçbir yerinde ücretsiz park bulamıyorsun. Amsterdamlı birine sorduk ve bize “Buralı olmama rağmen ben bile öyle bir yer bulamıyorum” dedi. Araba bize yük olmuştu. O kadar çok gezmemize rağmen hiç bir yer bulamadık. En son, biz arkadaşlarla arabadan indik, tren istasyonuna gittik ve iki arkadaş şehrin dışında bir yer bulmaya çalıştılar. En son bir yer bulmuşlar ama onlar bulana kadar ben tren istasyonunda kafayı yedim. Vakit geç olmuştu. Birlikte arabaya atladık ve o buldukları yere gittik. Akşam saat 9 ile sabah 9 arası ücretsizmiş. Buldukları yer de Amsterdam’a otobüsle geldiğimiz nokta. Arkadaşlar uyku tulumlarını aldılar ve dışarıda yattılar. Ben de arabanın arka koltuğunda uyumaya çalıştım. Ayaklarım sığmıyordu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Dışarı çok soğuktu. Sabah uyandım ve tuvalete, bir benzin istasyonuna gittim. Arabaya geri döndüğümde herkes hazırdı. Birşeyler atıştırdık ve arabayı dünkü aldığımız saatte adama geri verecektik. O zamana kadar şehir dışında bir yere gitmek istedik. Bir parka gittik. Arabadan indik ve yürümeye başladık. Fotoğraf çekmek için kameramı çıkardığımda makinenin açılmadığını farkettim. Sonra da aklıma bir şimşek çaktı. Bataryayı önceki gün istasyonda şarja bağlamıştık ve orada unutmuştuk. Diğerleri çoktan birileri almıştır falan dedi ama ben inanıyordum, ya görevliler görüp almıştı, ya da hala orada duruyordu. Arkadaşlar geri dönmek istemediler çünkü şehirden epey bir uzaktı ve çalınmış olduğuna inanıyorlardı. Ben de mecburen gezintinin bitmesini bekledim. Aslında bulunduğumuz yer parktan ziyade yağmur ormanlarına benziyordu. Çok büyüktü ve büyük ağaçlar vardı. Hafif de yağmur atıştırıyordu. Toprak kokusunu alıyor, ağaçların yeşilliği amazondaymış gibi hissettiriyordu. Patikanın kahverengi görüntüsüyle ağaçların yemyeşil görüntüsü mükemmelliği oluşturuyordu. Çok etkilendim. İlk defa bir gezide böyle bir güzellik görüyordum. Binaları gezmekten bıkmıştım ve bu bana çok iyi gelmişti. Bir yandan bulunduğumuz bu yeri tamamen dolaşmak istiyor, bir yandan da istasyonda kalan bataryayı bir an önce almak istiyordum. Ortaya başka bir şey de çıktı. Telefonumu arabada unutmuştum ve bu benim 3. büyük unutkanlığım olmuştu. Birden kendimden, aklımdan şüphelenmeye başladım. Unutkanlık mı başlıyordu ne? Bir ara keçilerin, tavukların olduğu güzel bir çiftliğe girdik. Turistik bir çiftlik olduğundan yapıya epey bir özen göstermişler. Tıpkı filmlerdeki gibi bir çiftlikti. Keçileri, tavukları gördükten sonra yola devam ettik. Bizimkiler ille de Hollanda ineği görelim diye tutturdular ve parkın diğer ucundaki yere doğru yürüdük. Yarım saat yürüdük ve sonunda haritada inek resmi gösteren noktaya vardık. Ortada ne inek vardı, ne de onu otlatan sahibi. Sadece ineklerin bıraktığı koca koca  dışkılar vardı. Yarım saat yürüdük arabaya dönebilmek için. Arabaya vardığımızda hemen telefona baktım. Sürücü koltuğunun altına saklanmış, öylece beni bekliyordu. Aldım ve cebime attım. Sonra da hemen istasyona gittik. Dön dolaş istasyona vardık ve hemen arabadan inip bataryayı prize taktığımız yere gittik. Düşündüğüm gibiydi. Batarya hala orada duruyordu. İnanmanın gücünü o dakikada anladım. Diğerleri, onun orada olduğuna inanamadıklar ve şaşırdılar. Bataryayı aldık ve hemen oto kiralamacıya gittik. Sorunu anlattık ve adam arabayı geri aldı, para ile ilgili bir sıkıntımız olmadı. Herşeyi hallettikten sonra adamların bilgisayarlarını kullanıp hostellere baktık. Bir tane bulmuştuk ve kişi başı 33 Euro’ydu. Yapabileceğimiz bir şey yoktu. Arabayı vermeseydik, bu kez park ücreti vermek zorunda kalacaktık. Arabayı verdik ve hemen hostele gittik. Hostele çantalarımızı bıraktık ve birşeyler atıştırıp bisiklet kiralamaya gittik. Bisikletlerimizi 10 euroya kiraladıktan sonra çehirde bir tura çıktık. Bisiklet kiralamamız iyi oldu. Arada sırada birbirimizi kaybettik ve ayrıldık. Akşama kadar Ufuk’la takıldık ve yağmur yağmaya başladığında hostele dönmeye karar verdik. Hosteli bulana kadar ıslandık. Bisikletlerimizi güvenli yerlere park edip kilitledik ve hostele geçtik. Odaya geçtik. Diğerleri de geldi. Oda 4 kişilikti ve 3 kişi ayırtmıştık biz normalde. Ertuğrul ile aşağıya inip hintli adam ile konuştuk ve bize artık 33 euroluk yerlerinin olmadığını söyledi. Ertuğrulu içeriye nasıl gizli sokabiliriz planı yaptık. Ertuğ normal bir şekilde içeri girdi ve uyuduk öyle. Sabah lobideki mutfağa gittiğimizde yiyeceklerimizi koyduğumuz poşetlerin yırtık olduğunu farkettik. Foursqaure’de okuduğum bir yoruma göre odalarda fare vardı ve bu durumun nedenini ortaya koyduyordu. Hintli resepsiyonun yanına gittim ve odalarda fare olduğunu söyledim. O da bana imzaladığımız sözleşmeyi gösterdi ve sözleşmede “Yerlere yiyeceklerinizi koymayın, gerekirse lobiye bırakabilirsiniz” yazıyordu. Üstüne adam bir de Ertuğ’yu odaya gizli gizli sokmaya çalıştığımızı söyledi ve kamera kaydının olduğunu üstüne bastıra bastıra belirtti. Beni aptal yarine koymayın dedi ve ben de asıl sorunun odalarda farenin olması olduğunu söyledim. Sonra da konuşmamız bitti ve eşyalarımızı alıp check-out yaptık. Bisikletlere bindik ve şehir turu attık akşama kadar. Akşam bisikletleri verdik ve istasyona gittik. Kiralık kasalardan eşyalarımızı aldıktan sonra trene binip Eindhoven’e vardık. Trenden indikten sonra koştura koştura otobüs durağına gittik. Sürücüye bileti nereden alabileceğimizi sordum ve kadın (ki kadın olduğu belli değildi) bize “Bugün şanslı gününüz, otobüsteki bilet mekinesi bozuk ve büfe de kapalı” dedi. O kadar mutlu olduk ki orada, kadın bile şaşırdı. Otobüse oturup uzun bir yolun bitmesini bekledik. Havaalanına vardık ve güzel bir gerçekle karşılaştık. Biz havaalanında uyumayı planlıyorduk ama havaalanı saat 12’de kapanıp gece saat 4’de açılıyormuş. O kadar saat bu soğukta ne yapacaktık? Hava hem esiyor hem de hafiften yağmur yağıyordu. Etrafta oturabileceğimiz, vakit harcayacağımız bir yer aramaya başladık. Bilet makinelerinin olduğu, üstü kapalı bir yere yerleştik. Kapalı bir alan değildi burası, bildiğin açıktı ama üstü kapalıydı sadece. Ertuğ hemen çantasındaki süngerimsi şeyi çıkardı ve üzerine oturduk. Uyku tulumunu da üzerimize örttük, uyumaya çalıştık. Dört kişi bir ucunda ben diğer ucunda Onur, tulumu çeke çeke uyumaya çalıştık. Köşelerdeydik ve tulum bizi tamamen kavramıyordu. Bir ara uyuya kalmışım ve sağ ayağım tamamen buz kesilmiş. Sanırım ona uyanmışım. Yarım saat vardı 4’e. O zamana kadar ayakta ısınmaya çalıştım. Saat 4 e geldiğinde havaalanının kapıları hala açılmamıştı. İnsanlar huzursuz olmuştu. Yolcular da kapıda bekliyordu o saatte. 15 dakika gecikmeyle kapılar açıldı ve içeriye yürüdük. Bir masaya oturduk ve check-in vaktini bekledik. Şu ana kadar hiç bu kadar rezil olmamıştım sanırım. Avrupa ülkesi dediğimiz ülkelerin böyle saçma uygulamaları da olabiliyormuş. Nedeni beni ilgilendirmez ama 12’de kapatıp 4’de açmak gelen yolcunun içeride uyumasını engellemeye çalışmak gibi göründü bize.

Olmadı Hollanda, bizimle değilsin.