Temmuz

2 Temmuz 2013

Bu aralar çok rahat takılıyorum. Halbuki bitirmem gereken bir final projesi ve çalışmam gereken bir sınav var. Ayrıca bir pazarlama projesi. Bugün Paladino ile buluşma günü. Beni yemeğe davet etti. Saat dörde yaklaştığında hazırlanmaya başladım ve sonra yola koyuldum. Tramvay güzergahları değişmişti. Manufaktura’nın önünden neye bineceğimi bilmiyordum ama ellet birine binecektim. Lodz’da kaybolmak imkansızdı. Nerede insem, yürür, yolumu bulurdum. Bir tanesine atladım. İneceğim yerde indim ve biraz da yürüdükten sonra Paladino’nun söylediği sokağa geldim. Mesajıma ve Facebook’tan yazdığım mesaja bakmamıştı. Aradım ve sokakta olduğumu söyledim. Eve girer girmez dikkatimi evin beyaz ve açık renk ahşapları dikkatimi çekti. Güzel bir evdi, genelde beyaz eşyalar kullanılmıştı. Paladino’nun polonyalı sevgilisi Monika ve onun arkadaşı yemek yapıyorlardı. Biz Paladino ile oturup sohbet ettik. Kızlar da yemek hazılamaya devam ettiler. Mutfaktan balkona geçtik ve sandalyeleri içeriye götürdük. Balkonda uzun uzun Paladino’nun dünya turu planını konuştuk. Çok hızlı konuşuyordu, bazen takip edemiyordum. Yemekler hazır olduğunda masaya geçtik. Önden geleneksel polonya çorbasından içtik ve sonrasında salata, makarna ve inek eti geldi. Yemeği yerken uzun uzun konuştuk. Genelde Monika arkadaşıyla konuştu, ben de Paladino ile. Bir ara üçü konuşmaya devam etti, tabi lehçe. Paladino, bu yıl aldığı lehçe kursları ve Monika’dan dolayı az da olsa lehçe konuşabiliyor ve anlayabiliyordu. Ortada lehçeden pek anlamayan bi tek ben vardım. Konu bir ara dine döndü, domuz eti yemememizden, sonra dondurmacı muhabbeti. Yemeği bitirdikten sonra Paladino kızlara bir kahve yaptı. Kızlar kendi aralarında lehçe konuşurken, dedikodu yaparken biz de Paladino ile mutfakta konuştuk. Yemeği kızlar yapmıştı, sofrayı kaldırmak ve bulaşıkları makineye yerleştirmek de Paladino’ya kalmıştı. İşi bitirdikten sonra dışarıda biraz daha konuştuk ve ben ayrılmam gerektiğini söyledim. Vedalaştık, teşekkür ettim ve evden ayrıldım. Saat altıya on vardı. Diğer arkadaşlarla Mexican’da buluşacaktık. Ben epey bir erken gitmişim. Gülfemleri aradım ve geldiğimi söyledim. O da bana Mexican’da dışarıda yerin olup olmadığını sordu. Dışarıda yer yoktu ama içerideki masalar boştu. Garsona arkadaşlarımın geleceğini, on beş dakika sonra burada olacağımızı söyledim. On beş dakika ortalıkta dolandıktan sonra bizimkileri Mexican’ın önünde gördüm. Yanlarına gittim. Garson her yerin dolu olduğunu söylemiş. Ben girip kadınla konuşunca bizi rezerve edilen, daha doğrusu benim dediğim yere götürdü. Masaya oturduk, tanımadığım iç kişi vardı. Katya, Estefania ve lehçe kursundan Alexandra. Juan’ı tanıyordum zaten, Sencer’in oda arkadaşı. Oturduk sohbet etmeye başladık. Onların yanında kendimi çok rahat hissediyordum. İçecek bir şeyler söyledim. Onlar da aç oldukları için yiyecek bir şeyler söyledi. O kadar çok konuştuk ve güldük ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Saat ona doğru geldiğinde Manufaktura’ya geçip dondurma yemeye gittik. Dondurmacıda ilginç olan bir çeşit vardı – ki hepsi ilginçti – biberli kakaolu dondurma. Denemek istedim gerçekten acı mı diye. Diğer arkadaşlar da aldılar. Bazıları Real’e alkol almaya gittiler. Biberli çikolatalı dondurma ilginçti. Tadını alıyorsun ve acısını boğazında hissediyorsun. Katya, Didem, Gülfem ve Zöhre ile diğerlerini beklerken uzun bir sohbete daldık. Diğerleri de sonradan katıldılar ve yürüye yürüye yola devam ettik. Kaldırımın tam ortasında, Manufaktura’nın girişinde durmuş, nereye gideceğimizi tartışıyorduk. Tartışamaya yolda devam ettik. Yürüyerek sekizinci yurda kadar gittik. Çok eğlenceliydi aslında. Yabancılarla birlikte olmak insana gerçekten mutluluk veriyor. İlginç hissettiriyor. Yurda geçtik, Zöhre’lerin odasına. Alexandra hemen kendi şarkı listesini açtı bilgisayardan ve oynamaya başladılar. Bugün eğlenecektik, son günlerimizdi birlikte geçirdiğimiz. Biraz vodka içtikten sonra kafalar biraz güzeldi. Ben de içtim ve devamlı fotoğraf çekildik. Dans ettik, güldük. Vakit gece yarısına geldiğinde Futurysta’ya gitmek için hazırlandık. Hemen Sencer’in yanına gittim. Bugün ayrılacaktı ve onla vedalaşmadan olmazdı. Yukarıya çıkıp odasına yürüdüm. Masa başında oturuyordu. Biraz konuştuk ve sonra vedalaştık. Sade bir ayrılıktı. Gitmem gerektiğini söyledim ve odasından çıkıp asansöre yürüdüm. “Vay be, Sencer Yücesan da gidiyor“, artık kimse kalmadı benim gözümde. Çünkü Sencer farklıydı. Onunla saçma, sinir bozucu, komik durumların içinde kalmıştık. Birlikte yaşamıştık o saçma durumları. Aslında durumu saçma yapan oydu. Ben normaldim, o değildi. Çok şey yaşadık onla çok. Gidişi bana çok koymuştu. Kızların yanına gittim ve üzgün olduğumu farkettiler. Alexandra benimle bu karışık duygular hakkında konuşmaya çalıştı. Birkaç şey söyledi ama ben onu dinleyemiyordum. Durumun şokundan kurtulup Futurysta’ya yürüdük birlikte. Giderken yine koptuk. Single Ladies… Futu’da kimse yoktu. Aslında normaldi çünkü herkes evsine dönüyordu. Okul bitmişti. Biraz içeride takıldık. Yavaş yavaş kalabalık olmaya başladı dans pisti. Dans etmeye başladık, eğlendik. Bir ara Tarkan’ın Öpücük parçası çaldı. Zöhre ile Didem’in gitmeleri gerekti. Birlikte gittik yurda. Onlar odalarına geçtiler ben de Sencer’in yanına gittim. “Umarım geç kalmamışımdır” dedim içimden. Geç kalmamıştım. Daha bir saati vardı odadan çıkması için. Oyalandık iyice, şemsiyesini odada bırakıyordu, ben aldım. Bavulunu çantasını kontrol etti ve asansör ile aşağı indik. Odasının anahtarını verdi, yolumuza devam ettik. Aleja Politekniki boyunca McDonald’s’a kadar yürüdük. Eşek ölüsü gibiydi bavulu ama çaktırmadan çekmeye devam ettim. Kendi de biliyordu aslında. McDonald’s’ın oraya kadar geldik ve Sencer atıştırmalık bir şey almaktan vazgeçince, geri dönüp karanlık, ürkütücü ve mezarların bulunduğu parkın içinden geçtik. Ürkütücü görünüyordu ama ürkütücü yerleri severim. Sencer önden el feneri ile yürken ben ve Osman da arkadasından yürüyorduk. Bavulun tekerlekleri ayrılmak üzere olduğundan Sencer ara sıra dönüp bakıyordu. Yol bozuktu, parktan geçiyorduk sonuçta. Çakıl taşları vardı yolda. Tren istasyonuna vardık, biraz oturduk ve perona geçtik. Trende yanlış vagona, birinci sınıf vagona bindiğini sandı, indi ve tekrar bindi. Bu arada eşek ölüsü gibi ağır olan baculunu indirip kaldırıyorduk. Ebemiz ağlamıştı. Sonunda bavulunu ve çantasını yerleştirdi, vedalaştık ve işi daha fazla uzatmamak için oradan ayrıldık. Saat dörttü, eve gelene kadar dört buçuk olmuştu.

Hayatımda ilk defa bir günü bu denli köklü duygular yaşayarak geçirdim.

Paladino ile vedalaştım,

Erasmus arkadaşlarımla yemek yiyip dans ettik,

Hayatımdaki 3. ilginç kişilik olan Sencer Yücesan ile vedalaştık.

Her güzel şey bitermiş…