Aralık

23 Aralık 2012

Altı saatlik bir yolculuktan sonra Prag’a vardık. Hava daha karanlıktı. Otobüsten indik ve terminale gitmek için yürüdük. Birden kulaklığımı almadığımı farkettim. Dönüp otobüs hareket etmeden önce hemen aldım ve diğerlerinin yanına gittim. Bir yere pusmuş oturuyorlardı. Eşyalarımı bıraktım ve Onur’ların aldıkları haritalara baktık. Yapmamız gereken ilk iş, eşyaları bırakmaktı. Daha sonra paso gezecektik. O gıcık ilaçları gözüme damlattıktan sonra oturup yol güzargahımızı belirledik. Basitti çünkü Prag küçük bir şehirdi. Dört-beş durak sonra kalacağımız hostele varacaktık. Terminalde Burgerking’in sahip olduğu masalara çaktırmadan oturduk. İki saat güneşin doğmasını bekledik. Hava yağışlı olacak diye endişeleniyorduk. Az çok hava aydınlandıktan sonra yola koyulmaya karar verdik. Metroya gittik ve bizi şaşırtan ilk olay ile karşılaştık. Yürüyen merdivenler çok hızlıydı. Adımımızı atar atmaz bizi alıp götürdü. Hızlı olmasının yanında ucu görünmeyen tüneller gibiydi. Sonunu görebilmemiz için başımızı epey kaldırmamız gerekiyordu. Ayrıca metroyu o kadar aşağıya yapmışlar ki kimse kullanmasın, biz de kapatalım demişler. Prag’da çok fazla turist olduğu için yerel halkın hemen hemen hepsi ingilizce konuşabiliyor. Metroyu nasıl kullanacağımız, nasıl gideceğimizi, bekleyenlerden birine sorduk. Metroya bindik, durağa vardık. Merdivenlerden çıkarken karşımıza yağmurlu hava ve büyük bir park görünmeye başladı. Önceki gün telefona kaydettiğimiz harita görüntülerine baka baka hosteli bulduk. Hostele girdiğimizde “Oha lan… Burada mı kalacağız? Çok iyi…” dedim içimden. Bildiğin oteldi burası. Hatta şu ana kadar gördüğüm otellerin bazılarından daha iyiydi. Ayrıca burada ucuza kalmamız da bizi şaşırtan başka bir unsur.

Hepimiz – sekiz kişi – aynı odada kalacaktık. Checkin saati birde olduğu için eşyalarımızı emanet odasına bıraktık. O zamana kadar beklemek istemedik. Dışarıda yağmur yağıyordu hafiften ama Onur ile hat almak için en yakındaki bir O2 bayisine gitmeye karar verdik. Resepsiyondaki görevliye en yakın nerede O2 shop diye sorduk. Yan taraftan bir harita kaptı ve internetten o gün hangi O2 mağazasının açık olduğuna baktı. Christmas’tan dolayı bazı iş yerleri kapalıydı. Arkadaşlara gideceğimizi ve yirmi dakikaya döneceğimizi söyledik. Bekleme odasında oturuyorlardı öylesine. Boş boş oturmaktansa bizle gelmeye karar verdiler. Emre hariç. O zaman bir saate döneriz dedik ve yola çıktık. Hava hafif yağışlıydı ama ona rağmen yürüye yürüye, sohbet ede ede gittik. On-on beş dakika sonra mağazaya vardık. Mağazanın bulunduğu cadde Prag’ın en çok bilinen caddesinden biriymiş. Hemen hemen bütün turistler oradaydı. Birçok ünlü markanın ismi de bu caddede yer alıyordu. Caddenin hemen başında da National Museum vardı ama tadilatta olduğundan kapalıydı. Mağazaya girdik ve yaklaşık yirmi liraya üç kişi ortak bir sim kart aldık. Kart almamızın sebebi, gideceğimiz yerleri internette etiketlemiş olmamız ve yerimizi de GPS’ten bulabilmemizdi. Hattı aldıktan sonra hemen yanı başımızdaki Starbuck’a geçtik. Birkaç arkadaş kahvelerini aldı ve yukarı kata çıktık. Kahve almak, hem de Starbucks’tan, gezideyken, biraz lüks kaçıyordu. Paramızın su gibi gideceğini biliyorduk, o yüzden diğer arkadaşlar gibi ben de kahve almak istemedim. Yukarı çıktık ve orada yaklaşık iki saat oturduk. Emre, hostelde bizi bekliyordu ama kimsenin hostele dönmek gibi bir niyeti yoktu. Şehir merkezindeydik. Herkes oraya kadar gelmişken gezmek istiyordu. Dışarı çıktık ve cadde boyunca yürümeye başladık. O arada Onur’un ayakkabısı su geçiriyordu. Apar topar ayakkabı almak için mağazaları dolaştık. “Bata” adlı bir mağazaya girdik ve ayakkabı reyonuna gittik. Görevliye durumu anlatmaya çalıştık. Ucuz bir ayakkabı almak istiyorduk. Sadece bir iki gün için kullanacaktı Onur. Görevlinin yüzü öylesine düşüktü ki sanki suratına karşı küfür etmiştik. Kadın başka birini çağırdı ve ona da aynı durumu anlattık. O da aynı surat ifadesiyle, yardımcı olamam size dermişcesine bize baktı. Saçma sapan şeyler söyledikten sonra sinirlenip oradan ayrıldık. Başka mağazaları da dolaştık. Sonunda bir tane buldu Onur ve onu aldı. Saatimize baktık ve hemen Astronomik Saat’in önüne yürüdük hızlı adımlarla. Bu saati önemli yapan özellik, dünyadaki üç astronomik saatten çalışan tek saat olması. Bekledik, çaldı falan. Turistler o kadar çok merak ediyordu ki bu saati, öve öve bitiremiyorlardı. Normalde saatte hiç bir şey yok. Bir iki tane oyuncak tahta adam guguklu saat gibi içeri girip çıkıyor, dönüyor, bir kuş ötüyor, o kadar. Gösteri bittiğinde kimse bittiğini anlamamıştı. Ben de dahil. Hala bir yerden farklı bir şeyler çıkacak diye bekliyorduk.O anda bütün büyüsü kaçmıştı. Basit bir tarihi eser olarak kalmıştı artık gözümde. İnsanlar çok abartıyormuş meğerse. Saatten sonra “Staromestske namesti”yi, yani eski şehir meydanını gezdik. Christmas oladuğundan her tarafta led lambalar, konser ve bir ton kalabalık vardı. Atmosfer çok güzeldi. İnsanlar sol tarafta sıcak şarap ve silindir şeklindeki şekerli ekmekten alıyorlardı.

Hostele doğru yürüye yürüye döndük. Emanet odasındaki çantalarımızı aldık ve yukarı çıktık. Emre, odanın anahtarını almış, odaya gitmişti. Odaya girdiğimizde, yatağın bir tanesine uzanmış, oyun oynuyordu. O oynadığı oyundan nasıl zevk alıyordu anlamıyordum. “Nerde kaldınız, hani bir saatliğine gidiyordunuz?” dedi ve bu bir saat olayı espri haline geldi. Pek şikayetçi değil, halinden gayet memnun görünüyordu. Sanki Prag’a uyumak, dinlenmek için gelmiş gibi davranıyordu. İnsan gider dışarı gezer, yakın yerlere gider en azından. Uzanmış yatağına, oyun oynuyordu. Hiç bana göre değil. Odadaki mobilyalar ve lavabo dikkatimi çekti. Çok yeni görünüyorlardı. Tuvalete girdiğimde daha da şaşırmıştım. Duş kabini ve tuvalet mobilya takımı son moday resmen. Nasıl olur da bir geceliği yaklaşık yirmi liraya kalabilirdik bu güzel hostel için. Harbiden delirmiş olmalılar. O akşam, sohbet ede ede geçirdik. Prag, ilk günüyle bizi hem büyüledi hem de kötü yönde etkiledi.