Bugün çok geç kalktık. Millet çok yorulmuştu halbuki gezilecek bi ton yer vardı. İşin ilginci arkadaşın biri uyanmış bir saat önce, bizi uyandırmamış. Bilindiği gibi vakit nakittir gezilerde. Fazla vaktiniz yoktur ve ne kadar çok yeri gezerseniz o kadar kardasınızdır. Hazırlandık, çıkana kadar saat onbir buçuk olmuştu. Gideceğimiz ilk yer dün gece çok fazla göremediğimiz Dancing House oldu. Gündüz gözü ile de bir görelim dedik. Köprünün karşısına geçtik ve yolumuza devam ettik. Nehrin kenarından gidiyorduk ve gözümüze nehre dik düşen sokaklar çarpıyordu. Kahvaltı yapmadan çıktığımız için ve Christmas’a denk geldiği için hemen hemen heryer kapalıydı. Bu günün böyle olacağını biliyorduk. Şansımıza açık bir market bulduk. Atıştırmalık ekmek, peynir tarzında şeyler aldık ve karşı tarafta bulunan parka doğru yürüdük. Parkta bulunan heykeller sıradışıydı. Aldıklarımızı bir güzel mideye indirdikten sonra parkın epey bir yukarısında, tepede bulunan tv kulesine gidecektik. Tabi oraya gidebilmek için ya parkı sonuna kadar yılan şeklinde yürüyerek çıkacak ya da funikulara binecektik. İlk defa finukulara bindim. Prag’a gelmeden önce internette bunun fotoğrafını görmüştüm. Herneyse, bilet alıp up uzun sırada bekledikten sonra yukarıya çıktık. İki dakikalık bir çıkış için dünyanın parasını vermek bize az da olsa koymuştu ama aslında bu bizim için bir artıydı. Ayaklarımızda hal kalmaması daha da kötüydü, gezdiğimiz yerlerden tatmin olmazdık, yorgun olsaydık. Finukulardan indikten sonra az birşey yürüdük ve kale gibi bir yere girdik. Biraz daha ilerledikten sonra karşımıza Eyfel Kulesi gibi bir tv kulesi çıktı. Çok güzel görünüyordu. Bu böyleyse, Eiffel nasıldır diye düşündüm içimden. İçeriye girdik ve karşımıza bir kasa çıktı. Yukarıya çıkışlar ücretliydi, yaklaşık 15 TL falandı. Bazı arkadaşlar çıkmak istemedi. İsteyenlerle yukarı kadar çıktık. Şehrin yukarıdan görüntüsü çok iyiydi. Etkileyiciydi, epey bir fotoğraf ve bir iki tane video çektim. Ufuk, ben, Onur ve Seda ile yukarıdaydık. Ufuk’un ilginç isteğini yapacaktık aşağıya inerken. Bizden aşağıdaki bir kattan kendisinin fotoğrafını çekmemizi istedi. Aşağıya indik ve videoya aldık. Yukarıdan bize kollarını açarak bakıyordu. Bizim fotoğraf çektiğimizi sanıyordu. Halbuki videoya alıyorduk. Kamerayı Onur’a verdim ve Ufuk’a elimle hareket çektim. Hiç birşey olmamış gibi yoluma devam ettim ve videoyu kestim. Aşağıya indik ve bizimkilerle buluştuk. Yola devam ettik. Patikalardan yürüdük. Şehrin mükemmel görüntüsü patikalardan bile görünüyordu. Prag çok güzeldi. Abartmak istemiyorum ama güzeldi. Patikalarda fotoğraf çeke çeke, konuşa konuşa, gülüşe gülüşe devam ettik. Yukarıdan aşağıya inip başka bir tepeye çıktık. Tepenin solunda bir klise vardı. Yine bilinen bir klise olmalı ki ziyaretçileri fazlaydı. Mimari olarak da etkileyici görünüyordu. İçeriye girdik ve avludaki büyük aslan heykeli espri konusu oldu. Emre aslanın üstüne çıktı ve kızlar gülmeye başladı. İyi bir izlenim değil aslında. Ne anlama geldiğini bilmediğin bir heykelin üzerine oturmak büyük bir saygısızlık. Kaleye varmadan önce başka bir kliseyi görmeye gittik. Yine benzer bir klisedir diye pek de aldırmadım. İçeriye de bir bakalım gelmişken dedim. İçeri bir girdik, hayatımda böyle bir kliseyi daha önce görmediğimi farkettim. Mükemmel, hatta en mükemmel, en en, o derece, bir kliseydi. Avlusu o kadar güzeldi ve yeşildi ki. Heykelleriyle birlikte güzelliği tamamlıyorlardı. Kendimi çok huzurlu hissettim birden. Çok fazla vakit kaybetmemek için orayı da hızlı bir şekilde gezip kaleye vardık. Kalenin içinde görmediğimiz tek bir yer kalmıştı, The Golden Lane. Sıradan bir sokaktır diye düşünmüştüm ama yine ve yine önyargıyla yaklaştığım bir yerin görmeye değer bir güzelliğe sahip olduğunu anladım. Sokak çok dardı, evleri daha da dardı. Ev dediğim şey resmen düz bir katmış. Merdivenler o kadar dardı ki inenlere sürtüne sürtüne zar zor çıktık. Katta, çok eski savaşlarda kullanılan silahlardan tutun, şovalyelerin demir minherlerine, saraylarda soyluların giydiği elbiselere kadar herşey vardı. Hatta bir küçük odasında işkence aletleri bile vardı. Orası da etkileyiciydi. Hava kararmıştı ve karmınız acıkmıştı. Nehrin karşısında kalan son bir yer kalmıştı görmediğimiz, Franz Kafka Müzesi. Grubun yarısı yemek yemek için bir yere gittiler ve biz de ilk önce müzeyi görmeye gittik ama tam biz vardığımızda kapı kapanmıştı. En azından geleneksel bir yemek yemek için bir restoran sorarız diye içerideki görevliye seslendik. Kadın geldi ve bize bir öneride bulunamadı. Arkamızdan yaşlı bir teyze çıkageldi ve görevli genç kadınla konuşmaya başladı. Kadın o kadar yaşlıydı ki, biz heralde yolda giderken ölür diye düşündük. Meğer kadın önceden rehbermiş, bir çok dil biliyormuş. Bizi yavaş yavaş geleneksel bir yemek yiyebileceğimiz restorana götürdü. Bir yere geldik ve yaşlı kadın içerideki garsona seslenmeye çalıştı. Kapının kapalı olmasından dolayı garson duymuyordu çağrıyı. Kapıyı açtım ve garsonla yaşlı kadın konuşmaya başladı. Kadın buranın, bizim için ucuz ve geleneksel bir yer olduğunu söyledi. Kadına teşekkür ettik ve içeri girdik. Menüye baktık. Bize göre yine pahalıydı ve içinde hemen hemen hep domuz eti vardı. Biz de dışarı çıktık. Charles Köprüsü’nden geçtik ve kalabalık bir sokaktan geçtik. Restoranlara bakarken bir adam bize nereli olduğumuzu sordu. Türkiye diyince hemen bildiği Türkçe kelimeleri söylemeye başladı. Turistleri böyle etkilemeye çalışıyorlardı. Az da olsa bizimkiler etkilenmişti ve asıl önemli olan içeride yapılan yemeklerdi. Hem uygun fiyata hem de gelenekseldi. Sonradan öğrendik aslında yediğimiz yemeğin geleneksel olmadığını. Gulaş yemiştik ve bu yemek Macarlar’a özgü bir yemekti. Yemeğimizi yedik, karnımız doydu ve üstüne tatlımızı yedik. Bu arada grubun diğer üyeleri de geldi ve restorandan ayrıldık. Hostele yürüdük. Ayaklarımızda hal kalmamıştı. Bunun üstüne bir de Ufuk ve Kemal’le güreş yaptım. Güreşten sonra dışarı çıktık. Gökçen uzun bir süredir dışarı çıkıp jazz dinlemek istiyordu. Gece dışarı çıktık. İlk önce meydana gittik. Güya meydanın çevresinde bir yerdeydi. İlk başta epey bir dolandık ve sonunda başka bir yerde bulduk. Canlı müzik vardı ama paralıydı. Ayrıca kalabalıktı. Biz Türkler, Polonya’da ucuza alıştığımız için normal gelen fiyatlar bile bize pahalı geliyordu. Halbuki herkesin parası vardı. Jazz kulübünün bira içilen yerine geçtik ve uzun uzun sohbet ettik. İyi olmuştu benim için. Tekrar hostele gittik ve bilgisayar odasında, bizimkilerle görüştüm. Yaptığımız şeyleri anlattım ve gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladığında odaya geçtim.
Aralık