Eylül

3 Eylül 2014

Birçok şeyden uzağım, kafa dinliyorum. Hava sıcak, denizin tadı hala ağzımda. Güneşin yakan ışınlarından uzak, sandalyeye oturmuş, ayakları balkon demirlerine uzatmış, denizi izliyorum. Kulağımda her zamanki gibi bir çift kulaklık, hüzünlü-sakin parçaların bulunduğu listeyi dinliyorum. Kendimi güvende hissediyorum. Rahatım, keyfim yerinde. Aslında şuan yazdıklarım, yeğenimin huysuzluk çıkarana kadarki geçen zamanda olanlar. Geçen hafta bebek bakıyorduk, bu hafta çocuk. Yeğenim yaklaşık dört yaşında. Annesinden ve babasından uzakta, yıl içerisinde çok az gördüğü annanesi ve dayısıyla birlikte birkaç gün geçiriyor. Onun hakkında yazabileceğim çok şey var ama konuyu burada kapatıyorum.

Kaldığım yerde hemen hemen herkes emekli. Şehir hayatından elini eteğini çekmiş insanlar, gelip burada yazlık sahibi olmuşlar, oh ne ala. Onlara baktıkça biraz kendi geleceğimi düşünüyorum. Nasıl olacak, nerede olacağım, eşim nasıl biri olacak, çocuklarım, ailem… Daha önümde uzun yıllar var fakat kendimi geleceğimi düşünmekten alı koyamıyorum. Anı fazla yaşayamıyorum. Geçmişe bakınca şunu daha net görebiliyorum. Bugüne kadar zamanımı hep daha ileriyi düşünmekle geçirmişim. Her defasında daha da ileri düşünmüşüm, bu böyle gitmiş. “further and further” mantığıyla ilerlemişim.

Çok fazla düşündüğümü söylüyorlar. E düşünürüm tabi, beyin bedava. İnsanlar hakkında da, geleceğim hakkında da, günlük olaylar hakkında da çok düşünüyorum. Bir şeyi yapmadan, özellikle söylemeden önce ortaya çıkacak etkileri düşünerek hareket ediyorum. Bazen eziyet gibi geliyor., kendimi özgür hissetmediğimi farkediyorum. Yoksa ben hayatımı başkalarına göre mi yaşıyorum? Mesela, arkadaşlarım olmadan yapamam diyorum, mümkün olduğunca onların isteklerini ön planda tutuyorum. Peki, kendi isteklerim? Gerçekte ne yapmak istediğimi sorguluyor muyum? Sanırım hayır. O kadar uzun zaman olmuş ki “ne istiyorum” sorusunu sormayalı, resmen unutmuşum kendimi.

Gün geçtikçe hayattan beklentilerim azalıyor. Öyle bir hızda azalıyor ki yarın bir gün biter diye korkuyorum. Yapılacak pek bir şey kalmayınca insanların neler yaptıklarını gayet iyi biliyorum. Onlardan biri olmamak için uğraş içerisindeyim ama lanet olası şu ülkede bu pek de mümkün değil. Hele de insanlarıyla hiç mümkün değil. Standartları olmayan insanların ne tür beklentileri olabilir ki? Kocaman bir sıfır.

Bazı şeyleri kafamdan silmeye başlıyorum. İlk önce insanların yüzleri, daha sonra anıları, en son aşamada da isimleri siliniyor. Örneğin, dershanede tanıştığım bir arkadaşım. O zamanlar o kadar çok etkilenmiştim ki, geriye dönüp baktığımda nasıl o derece etkilendiğimi anlayamıyorum. Düşün, o derece etkilenmeme rağmen, yüzünü hayal meyal hatırlıyor, ismi neydi diye hatırlamaya çalışıyorum (beyin jimnastiği). Şu zamanlarda yaşadığım olayları da olaylarda adı geçen insanları da bu şekilde siliyorum kafamda. Çok uzak değil, yaklaşık dört-beş yılda onlar da kafamdan silinir gider. İnsan aklı sonuçta, yap dersen yapar. Sil dersen siler. Ha, belki biraz zor olur çünkü ortada başka arkadaşlar var, muhtemelen arada sırada isimleri geçer ama sohbet sonunda her şey eskisi gibi olur.

Şuan mükemmel bir şarkı dinliyorum. Dershane zamanımda yaşadığım kötü zamanı birlikte atlattığım kişinin, superhero’mun, Imogen Heap’imin şarkısı: The Walk.

It’s not meant to be like this, not what I planned at all,

I don’t want to feel like this,

No it’s not meant to be like this, it’s just what I don’t need,

Why make me feel like this, it’s definitely all your fault.