Ekim

24 Ekim 2014

Etrafımda cevabını bildiği halde soru soran insanlar görüyorum. Soruyorum evrene, insan neden cevabını bildiği soruları sormak ister ki? “Emin olmak” için olamaz. Sormadan önce “teyit etmek için soruyorum” kalıbı olması gerek. Türkçe’nin gerçekten de içine ediyorlar. Etrafımdaki insanlara beni İngilizce yazılar yazan, paylaşımlar yapan, müzik dinleyen biri olarak biliyorlar. Normalde abuk subuk kurallara uymadan konuşması gereken benken, neden diğerleri sadece Türkçe konuşmalarına rağmen dil kurallarına uymuyor ki? Örneğin karşındaki biriyle konuşurken kelimeleri söylerken yaptığın inişler çıkışlar bile çok önemli. Normal kurallara dikkat etmeyen biri bunları düşünmez bile. Ona göre konuşmak sadece karşısındakinin anlaması için. Oysa konuşmak bundan fazlası.

Dil o kadar mükemmel bir şey ki. Etkileşim gibi. Yani hayvanların insanları anlayamaması, hayvanların kendi üst cinslerini bile anlayamaması tamamen ilginç bir olay. Şuan aklıma geldi de dünyadaki bütün canlılar, bitkiler hariç, aynı frekansta ve aynı şekilde konuşmuş olsaydı nasıl bir dünya olurdu acaba? Düşünsene kebap yerken gözünün içine bakan kedi “abe bi parça ver bea” deseydi, ne düşünürdük? Garip. Bu tip düşünceleri kurcalıyınca aslında tabiatın sadece tek bir parçası olduğumuzu farkediyorum. Dünyayı kendi etrafımızda çeviriyoruz, fiziksel olarak bizden güçlü hayvanlar olmasına rağmen onları halt etmeyi başarabiliyoruz. Bu da bize dünyanın kendi etrafımızda dönüyormuş izlenimini veriyor. Halbuki biz dünyanın etrafında dönüyoruz. Yıldızlar kadar fazla canlı türünün etrafında sadece kendimizi görüyoruz.

Dün gece geç bir vakitte, bütün evlerin ışıkları sönmüşken, gökyüzüne baktım. Yıldızları gördüm. O kadar mükemmel bir şey ki gökyüzü ve ötesi, bana ne kadar küçük olduğumu ve kurulan düzenin içinde gelip geçici bir rol aldığımı anlatıyor. Yıldızlar, “dünyaları katsan bir ben etmez” derken bile küçücük kaldığını gösteriyor. Evet, uzaktan bakınca güneş bile çok küçük. Kendimizden bahsetmiyorum bile.

Şuan Spotify’dan Your Favourite Coffeehouse isimli listeyi dinliyorum. Az önce, bağımlısı olduğum oyunu oynadıktan sonra beni öylesine sakinleştirdi ki. Uluslararası bir oyun. Ruslar, Fransızlar, Danimarkalılar, Hollandalılar, Amerikalılar, Türkler vb. birçok insanla iletişim içinde oluyorsun ve onların yaptıkları basit hatalar yüzünden küplere biniyorsun. Çünkü takım halinde hareket etmen gerekiyor ve onların davranışlarının ucu sana dokunuyor. Bu yüzden sinirlenip ekrana yumruk atmak bile isteyebiliyorsun. Ben – ki soğukkanlı biri olan ben – bile dayanamıyorum bazen. İşte o sinirli olduğum oyunlardan birini bitirdikten sonra Spotify’dan müzik dinlemeye başladım ve beni anında sakinleştirdi. Hiç ummuyordum aslında.

Bugünlerde hep evdeyim. Yaklaşık iki haftadır hep evde takılıyorum. Aslında yaptığım bir şey yok ama evdeyim işte. Sanırım evde olmayı seviyorum artık. Önceden ev diyince tüylerim diken diken olurdu, “O ne ya, evde mi oturacaksın?” diyordum arkadaşlara. Meğer öyle de olabiliyormuş. Sanırım şu otobüs biletlerinin iki lira olması cebimi iyi yaktı. Herzaman yakmıyor tabi ama bindiğim zaman hissediyorum o acıyı. İnsanları resmen soyuyorlar. Milyon liralık paralarla oynayan insanlar birleşip milletin cebindeki elli kuruşa göz dikiyorlar.

Para parayı çekmiyor aslında. Parası olan parası olmayanı soymaya çalışıyor.