Gecenin yorgunluğundan sonra güzel bir duş almak vardı ama hostelde bu imkansızdı. Hostelin parasını ödedikten sonra Auschwitz’e gidebilmek için yola çıktık. Bizi yine sisli bir hava karşılamıştı ki zaten alışmıştık bir günde. Şehir merkezine kadar yürüdük ve Old Town’ın yukarısındaki Krakow Glowny’e geldik. Tren istasyonunun hemen yanında bulunan otobüs terminalini bulana kadar anamız ağladı. Karmaşık bir yerde değildi ama çok fazla yürümek bizi bıktırmıştı. Artık yürüyerek seyahat etmekten de gezmekten de nefret eder hale geldik. Otobüste zaman geçirmek, en azından pencereden etrafa bakarak, yürümeden seyahat etmenin hayaliyle terminale girdik. İngilizce bilen birinin olması – ki information center’di – bizi şaşırtmıştı biraz. Kadına Auschwitz’e nasıl gidebiliriz diye sorduk ve aşağıdan bineceksiniz, bilet parasını kaptana vereceksiniz dedi. biz de hiç bilet almadan aşağıdaki Auschwitz yazan perona yürüdük. Sırada bekleyenlerin bazılarının elinde bilet olamasına şaşırdık. Şoförün “Öncelikle biletliler” demesiyle anladık ancak. Biletliler bindikten sonra sırayla biz de bindik ama bizden sonra gelen bir çift vardı ve önümüze kaynadılar. Bizimkilerde bana dönmüş “Bunlar önümüze kaynıyor ya!” diye şikayette bulunuyorlardı. Be arkadaş onlara söylesene bana niye söylüyorsun? Çifte söyledim ama İngilizce bilmiyorlardı. Otobüse bindik ve üç kişi ayakta kaldık. Çifte çok sinirlenmiştim. Arkada bizimkiler beşli koltuğu altılı yaptılar ve öylece sıkış tıkış gittik. Yol bir saat sürmesine rağmen önceki günün yorgunluğuyla uyumuşum. Auschwitz’e geldiğimizde yarı baygın gibiydim. İnip kalabalığı (4-5 kişi) takip ettik. Beş – altı dakikadan sonra asıl yere geldik. Kahvaltımızı dışarıda yaptıktan sonra etrafımızda dolaşan insanların yakalarında kart olduğunu farkettik. Grup kartlarıydı ve bu kişiler rehber eşliğinde içeriyi gezeceklerdi. İçeriye girip sorduğumuzda girişlerin standart (öğrenci – sivil farketmiyor) bilet ücretinin 30 PLN olduğunu öğrendik. Kadın bizim öğrenci olduğumuzu hatta zavallılar gibi baktığımızı farketmiş olmalı ki bize acıyıp “3’ten sonra ücretsiz. İsterseniz o zamana kadar Birkenau’ya gidin.” dedi ve elimize bir kağıt verdi. Kağıtta otobüs saatleri yazıyordu. Biz, tabi bilmediğimizden, dışarıya çıkıp bir adama sorduk. Adam “Sizi oraya götürürüm” dedi. Götürdü, götürmesine de toplamda 20 PLN’den de olduk. Fazla bir şey değildi de normalde otobüs varken para verip gitmek insanı enayiymiş gibi hissettiriyor. Birkenau’ya girdik. Ücretsiz olmasının nedeni sadece büyük bir alan ve tarihten kalma barakaların olmasıydı. Sessiz ve acı bir tarih yatıyordu. İçeriye girdiğimizde dikkatimizi ilk iki sıra paralel halde yerleştirilmiş tren rayları ve tel örgülerle çevrili alanlar çekti. Tellerin beton demirlere temas ettiği yerlerde yalıtkanlığı sağlayan porselen fincanlar (adı fincan mı bilmiyorum) vardı. İki yanında da boylu boyunca çukur olan topraklı yolu takip ettik. İsrailden gelen öğrenciler sırtlarında bayraklarıyla etrafta dolaşıyorlardı, sayıları epey bir fazlaydı. Düz gittikten sonra sola döndük. Aslında Birkenau’da ve diğer Auschwitz bölgelerinde nelerin yaşandığını bilmiyorduk. Arkadaşların söyledikleri kulaktan dolma bilgilerle dolaşıyorduk etrafta. Sadece katliamların yapıldığını ve yaklaşık 1.5 milyon insanın burada esir gibi çalıştırıldığını ve yüz binlercesinin de katledildiğini biliyordum. Gelmeden önce bunları bilmemiz gerekiyordu. Araştırmalıydık, utandım kendimden. Aslında buraya geleceğimiz önceden bile belli değildi ama yine de kendimi pişman hissediyordum. Sol tarafta yıkılmış yapılar bulunuyordu. Her anıtın önünde İngilizce de dahil olmak üzere üç açıklama ve fotoğraflar bulunuyordu. Tablolarda, gaz odaları ile ilgili bilgiler de bulunuyordu. Yapının bölümleriyle ilgili birkaç özel bilgiydi hepsi. O an birden gözümün önüne geldi. Ölüme gittiğinden bile haberi olmayan insanları o merdivende düşünürken buldum kendimi. Olayın, daha doğrusu katliamın yapıldığı yapının en başına, merdivenin önüne geldim. Çok fazla mum ve bir de küçük çelenk vardı. Merdivenlerden kimse inmesin diye de üstü parmaklıklarla kapatılmıştı. O merdivenden yüz binlerce insan geçmişti ve hepsi katledilmişti. İnsanlığın yüz karasıydı bu. Yıkılmış yapının ve etrafındaki mumların birkaç fotoğrafını çektim. Yapının yanında iki tane birbirine çapraz çukurlar vardı. O çukurlara, katledilen, gaz odasında ölen insanların külleri dökülüyormuş. Çukurların önünde üç adet mezar taşına benzer mermerler vardı. Mermerlerin üzerinde üç farklı dilde yazılmış yazılar, etrafında ise çiçekler vardı. Mermerlerden sonra Yahudilerin kaldığı barakalara gittik. Çok fazla baraka vardı ama sadece bir tanesi ziyaretçilere açıktı. İçeri girdik ve üçer katlı ranzaları gördük. Ranza diyorum ama bunların hepsi tahtadan ve kerpiç duvardan yapılmış yerlerdi. Tahtalar kerpiç duvarların aralarına çakılmış. Barakayı gezerken bizle birlikte ingilizce rehber eşliğinde gelen bir grup vardı. Hemen aralarına kaynadım ve anlamaya çalıştım. Rehberden öğrendiğim bilgiye göre üç katlı ranzalardan en üstte yatanın mevkisi daha iyi oluyormuş. Yazarlar, doktorlar hep üçüncü katta yatıyormuş. Ranzaların katları arasındaki mesafe yaklaşık 80 cm kadar vardı. Çok kötü etkilenmiştim. Dışarı çıkıp biraz daha dolaştık. Orada bulunduğumuza dair kendi fotoğraflarımızı da – gülmeyerek – çekildikten sonra sola döndüğümüz yerde bulunan anıta fotoğraf çekmediğimizden dolayı tekrar gitmek istedik. Gidene kadar tren yolunda yürüdük ve orada da fotoğraf çekildik. Anıtın yanına giderken topraklı yoldan gelen kocaman bir kabile de bizle aynı yere gidiyordu. Fotoğrafları çektik ve geri dönmeye çalıştık. (Gülfem is away) Gülfem’i bekledikten sonra yola devam ettik. Karşı çaprazdan ilahi söyleye söyleye gelen Yahudileri gördük ve ilahileri çok etkileyiciydi, güzel söylüyorlardı. Diğer arkadaşlarla buluştuktan sonra otobüs durağına gittik. Otobüsle önceki yere geldik ve biraz atıştırdıktan sonra içeriyi gezmeye başladık. Gözüme ilk girişte yazan ve hemen hemen herkesin bildiği “Arbeit macht frei” yazısı yazıyordu. Anlamı “Çalışmak insanı özgürleştirir.” Fotoğraf çekildik ve devam ettik. Biraz etrafta avanak avanak foto çekildikten sonra bir binanın içine girdik. İlk girdiğimiz binanın içinde ülkelere göre ayrılmış (Fransa – Belçika) odalar gördük. Fazla durmadık. Bir sonrakinde belgelerin bulunduğu, ölenlerin isimlerinin bulunduğu kağıtlar, vesikalık fotoğraflar… İkinci binanın üst katında bir ziyaretçi defteri bulduk. Deftere aralarında Türklerin de bulunduğu pek çok kişi yazı yazmış. Betül’le ben de bir şeyler yazdık ve binadan ayrıldık. Üçüncü girdiğimiz binada ilk katta çanaklar çömlekler, ikinci katta ölenlerin ayakkabıları, bavulları… Binanın bir katında ise kadınların köklerinden kesilmiş saçlarının bulunduğu koskocaman bir cam bölüm vardı. Betül bana bu kata gelen ve bunları gören bir kızın saçlarını tutarak ağladığını ve sevgilisinin de onu teselli etmeye çalıştığını söyledi. Çok, çok kötüydü. Girdiğimiz diğer binada da Birkenau’daki gaz odalarının maketi bulunuyordu. Biraz daha gezdikten sonra saat beşe yaklaşıyordu. Son olarak bir yere daha girdik. Burada da katledilen insanların cesetlerinin yakıldığı ocaklar bulunuyordu. Dışarı çıktık ve diğerlerini bekledik. Saat 5:30 gibi de tren istasyonuna doğru yürüdük.
İstasyona vardığımızda tek bir vezne açıktı. Tam biz geldik vezne kapandı. Dışarı çıktık, yeni gelen treni gördük. Şişman bir adama Krakow’a gidebilmek için hangi trene binmemiz gerektiğini sorduk. Adam diğerleri gibi İngilizce bilmiyordu. Bizi İngilizce bilen bir arkadaşına doğru götürdü. O adam ise yeni gelen trenin Krakow’a gitmediğini söyledi. O esnada bir çocuk trene biniyordu. Hemen bir arkadaş trene binip sormaya çalıştı. Biz de trene bindik ve çocuğa Krakow’a gitmek istediğimizi söyledik. O da bizle aynı yere gideceğini ve oraya gidebilmek için bu trenin gittiği istasyonda aktarma yapmamız gerektiğini söyledi. Er ya da geç Krakow’a gitmek istiyorduk ve yanımızda da İngilizce bilen biri olduğu ve aynı yere gittiğimiz için şanslı hissediyorduk. Çocuk bize çok yardımcı oldu. Biletimiz yoktu, içeri bir arkadaşla gidip bize bilet aldılar. Sonra da oturup sohbet etmeye başladık. Halil’i andırıyordu. Uzun boylu (benden uzun değil) ve komikti. Adı Szymon’du. O kadar çok konuştuk ve güldük ki… Uzun yürüyüşlerden sonra yorulmuştuk, konuşmak için bile enerjimiz kalmamıştı. Sessizlik… Bir ara çocuk çantasından kalem defter çıkardı ve bir şeyler yazmaya başladı. Şarkı falan yazıyordu sanırım. Bitirdikten sonra kağıdı bize gösterdi ve okumamızı istedi. Kağıtta şarkı sözü yazıyordu ve sözlerin içinde de bizden bahsediyordu. Çok hoşuma gitmişti bu hareketi. Bir tek benim değil herkesin hoşuna gitmişti. Müzik gruplarından bahsetti, söz yazdıklarını söyledi. Cebinden de bir vesikalık fotoğraf çıkarıp Betül’e verdi. Aktarma yapacağımız tren istasyonuna vardık ve orada da espriler havada uçuşuyordu. Başrolde her zamanki gibi Kadir vardı. Çocuk, Kadir’in yaptığı tiplemelere çok gülüyordu, bizle beraber. Hava çok soğuktu. Tren geldiğinde hemen bir köşe kaptık ve ısınmaya çalıştık. Yine sessizlik kaplamıştı ortamı. Betül bir ara tuvalete gitmeliyim dedi. Çocuk Betül’ün dediğini anlamaya çalışıyordu. Betül birden “I have to pee” deyince Szymon da “I have to pee too” diye bağırdı. Çok gülmüştük. “O zaman ilk önce tuvalet bulmalıyız” dedi. Espri bir süre döndü öyle. Krakow’a indiğimizde ilk işimiz tuvalet bulmaktı. Tren istasyonuna girdik ve biletlerimizi de aldık. Tuvaletten sonra, bizle takılmak isteyip istemediğini sorduk. Tamam ama öncelikle yemek yiyelim dedi ve bizi Stare Miasta’ya doğru yürüttü. Hemen Barbakan’ın oradaki KFC’ye girdik. Erkekler yukarı katta oturuyordu. Üst katta yer kalmadığı için biz de aşağı kattaki sakatlar için ayrılmış olan yere oturduk, dört kişi. Konuşma arasında kendinin sigara içmediğini ama ot içtiğinden bahsetti. Kızlar o kısmı yakalayamadı, anlamadılar. Birden şaşırdım. Onun gibi sevimli bir çocuğun ot tüttürmekle ne ilgisi olur diye düşündüm. Ufuk yukarıdan geldi ve bir tur atalım şu sokakta dedi. KFC’nin bulunduğu sokak Krakow’un en meşhur sokaklarından bir tanesi. Sokakta diskolar, gece kulüpleri de bulunuyordu. Ufukla dışarı çıktık ve bir tur yapıp geldik. Geldiğimizde bizimkiler çapraz masadaki Türk bir adamla konuşuyordu. Karısının Krakow’lu olduğunu ve Hollanda’da yaşadıklarından bahsetti. Gezi için oradalarmış. Kadir ile Ali yukarıda interneti kullanıyorlardı. Geri kalanlarla Stare Miasta’ya gittik. Gülfem Hard Rock Cafe’yi görünce dayanamadı ve içeri girdi. Biz de o gelene kadar etrafı gezdik. Bize tam ortadaki büyük binanın ne olduğunu anlattı. Meydanda büyük bir çember çizdikten sonra Gülfem’in yanına gittik. Gülfem hala oradaydı, kız resmen açık olmuştu HRC’e. Kasadaki görevliyle uzun uzun konuştuk. Szymon ile de konuşuyordu ama çocuk istifini hiç bozmadan İngilizce konuşuyordu hala. Halbuki karşısındaki de Polonya’lıydı. Birden pelerinli beş tane adama rastladık. Bir tanesi elimdeki profesyonel makineyi görünce bu çocuk iyi çeker diye düşünerek bana kompak fotoğraf makinelerini verdi. Ben de “Tamam çekerim ama sonra da birlikte çekilecez” diyerek pazarlık ettim. epey eğlenceli anlardı. Oradan geçen bir grup da onlarla fotoğraf çekilmek istedi ama ben hemen araya girerek “İlk önce biz” dedim. İspanyollardan biri “O bize daha cazibeli göründü” dedi. Ben de “Olmaz öyle” diye esprili bir şekilde karşılık verdim. Fotoğraf makinemi o bayanlardan birine verdim ve o da pelerinli İspanyollarla bizi çekti. Güzel bir kareydi ve sohbet etmeye başladık. “Nerelisin?” “Türkiye!” “Owww… I love Turkey!!” diye bağıra bağıra konuşuyorduk. Tekrar fotoğraf çekmelerini bu kez benim makinemle çekilmek istediklerini söylediler. Ben de kabul edip çektim fotoğraflarını. Bize bunu email ile gönderirsin dediler ama email adreslerini bile vermeyecekti az kalsın. Kendim istedim adamın email adresini. Telefonumu verdim ve yazdı. O kadar uzundu ki heceleseydik sabah olurdu. Sonra ben de diğerlerinden daha çok konuştuğum İspanyol ile fotoğraf çekilmek istedim. Adam elime diğer arkadaşının gitarını da tutuşturdu ve birlikte foto çekildik. O anlar kesinlikle çok eğlenceliydi. Hiç unutmam sanırım. Daha sonra da onların yanından ayrıldık. Fazla zamanımız kalmamıştı. İstasyona doğru yol aldık. Szymon hala bizim yanımızdaydı ve elindeki ağır çantaya rağmen bizle hala yürüyordu. İstasyona kadar yürüdük, hatta perona kadar bile geldi. Trenimiz geldiğinde, Szymon’dan da ayrılma vakti gelmişti. Türk usulü sarıldık ve vedalaştık. Szymon’u Facebook’tan eklemiştim bile 😉 Bizle gelebilseydi keşke diye düşündüm o anda. Eğlenceli ve farklı bir kişilikti. Trene bindik ve vagon vagon dolaştıktan sonra bir kompartımana geçtik ve uzun bir süre ingilizce grammer ile ilgili konuştuktan sonra vagondaki Polonyalı adam kopartmanı terk etti. Biraz daha konuştuktan sonra da sızdık.