Açılan Kategori

Eylül

Eylül

24/25 Eylül 2012

Sabahın kör saati olan 5’de kalktım. Gözlerimden hala uyku akıyor olması normaldi, işin ucunda yolculuk var. Bugünün diğerlerinden biraz farkı olmalıydı. Yarım saat sonra babamı da kral döşeğinden kaldırdıktan sonra havalimanı yolculuğuna hazırdım. Gidelim! Babamın normal olarak gördüğü şeyi, ergenlerde sıklıkla rastlanan “ıyyy” semptonuna yakalanmış halim kaldıramadı. O, yine terliklerini giymişti. Havalimanına gidene kadar tatlı tatlı sohbet, gülüşler… Her şey yolunda gidiyordu. Böyle olması gerekiyordu çünkü herhangi bir durumda pişman olmak istemiyordum. Havaalanında bir müddet bekledikten sonra Betül’ler geldi ve kısa bir aile tanışmasından sonra check-in merasimine geçtik. Günlerdir aklımıza takılan soru bagajımızın kaç kilo geleceğiydi. Korkulan olmadı, bagaj 19.1 kg geldi. Saçma bir sevinç oturdu içime. Fazla gelse ne olacaktı sanki. Her şey parayla! Bekleme bölümüne geçtik ve beklediğim gibi kraliçe anneler hemen kaynaştı. Babalar da benim üzerimden espri yapmaya başladılar. İçimden “Devam et, beni uzun süre göremeyeceksin ne de olsa” diyordum. Epey bir konuşmanın ardından uçuşa yarım saat kala güvenlik kapısına gitmek istediğimi söyledim. Ne kadar erken ayrılırlarsa o kadar iyi olacaktı. Benim için zor bir durum yoktu ortada. Sadece annemin üzülmesine üzülürdüm, ki o da üzülmedi. (umarım öyle olmuştur) Hayatımdaki en önemli kişiye doyasıya sarılamadan ülkeyi terkediyor olmak, erkek de olsam yine de gözlerinin dolmasına sebep olabiliyor. Ona sarılmanın, doyasıya öpmenin benim için en büyük manevi destek olduğunu biliyordum. Şuan bile bu yazıyı yazarken ona sarılamadığım için o kadar pişmanlık duyuyorum ki. Bir erkek için anne, hayatın yarısıdır. Benim için anne demek, cümlelere dökmeye çalıştığımda basit kalıyor ama, arkadaş ve sevgili demek…

Güvenlik aşmasını da geçip içimde yaşadığım üzücü dakikalardan sonra bomboş bir bekleyiş başladı. Oturduğumuz koltuklar piste bakıyordu ve o dakikalarda artık tek ayak üstünde duracağımı biliyordum. Nomore support, no more love… Tam karşıma, piste baktığımda, rüzgarı arkasına almış bir yelken gibi hissediyordum. Tamamı boşluk, beyaz, sessiz ve desteksiz. Uçağımız geldiğinde erasmus yavaş yavaş başlıyordu. Her şeyin sorunuz gideceğini biliyormuş havasıyla, kendine güvenen biriymiş gibi hissediyordum.

Uçağa binmeden önce başladığımız noktanın yerini belirlemek için bir fotoğraf çekip internete yükledim. Cam kenarına geçtim ve yanı başımda Betül oturdu. Onun ilk uçak deneyimi olacaktı, benimse daha önceden birçok kez vardı deneyimim. Uçakla yolculuk yapmayı sevdiğimi, kalkarken bedenimi koltuğa yapıştırmasını ve yutkunmamı bile engellemesini seviyordum. Antalya’ya uçuyorduk. Vardığımızda beni şaşırtan ilk şey hava alanının büyüklüğü oldu. Antalya’daki hava limanının bu kadar büyük olmasının nedenini bir süre sonra hemen kaptık. Antalya’nın, denizi olan küçük Berlin sandık. Dış hatlarda bu kadar sarışın insan görmek oldukça şaşırttı. Almanların bu kadar sarı olduğunu bilmezdim. Biraz vakit geçirdikten sonra atıştırmalık bir şeyler yedik ve Berlin uçuşuna 1 saat kala gatelerin bekleme odasına geçtik. Gittikçe kalabalıklaşan salonda yanımıza yaşlı bir türk çift oturdu. Bir müddet tatlı tatlı konuştuk. O kadar kibarlardı ki, kadına “Saçınız bok gibi olmuş” desem oturur ağlardı. Uçağa binerken Betül’e bu kez kendisinin cam kenarına oturmasını istedim. Gidene kadar, ara sıra müzik dinledik, konuştuk, Almanlarla alay ettik, uyuduk, uyandık… Bir ara, Betül’ün altımızda kalan ülke için “Şuan hava parçalı bulutlu” esprisi, ikimizi de gülme krizine sokmuştu. Berlin’e vardığımızda pilotun uçağı indirmeyeceği tuttu. Yağmur yağıyordu. Yağmurun olması bizim için iyi bir durum değildi çünkü Berlin’e indikten sonrası yoktu bizim planımızda. Polskibus’lardan birine binip direk Lodz’da olacaktık. Durum beklediğimiz gibi olmadı. Hava limanında yaklaşık iki saat yolunmayı bekleyen tavuk gibi oradan oraya gidiyor, Polonya’ya nasıl geçeceğimizi öğrenmeye çalışıyorduk. Çıkıştaki minibüslerin Polonya’ya gittiklerini öğrendik ve işin aslını daha iyi öğrenebilmek için yanlarına gittik. Hiçbiri Lodz’a gitmiyordu. Gitse bile güvenli bir yolculuk gibi de görünmüyordu. Bir ara “En azından Lodz’a yakın bir yere gitsek, orada mutlaka otobüs buluruz” diye düşündük. Lodz’a en yakın şehirler Varşova ve Poznan. Poznan’a gidecek olan minibüsü bizden önce gelenler kapmıştı. Şoförlere ingilizce soru sorduğumuzda ya adam gibi cevap veremiyorlardı ya da hiç ilgilenmiyorlardı. Bir şoför ile konuştuk. Poznan’a gidecek olan minibüs için “Ne zaman geleceğini bilmiyorum… Belki 1 belki 3 belki de 5-6 saat sonra gelir.” dedi. İşimizi şansa bırakamazdık.

Yağmur yağıyordu, hava soğuktu. Karşı taraftaki büfeden su almak istedik. Ellerimizde sırtımızda yüklerle yağmurun altında karşıya geçtik. Su almak istedik ama fiyatını gördükten sonra yutkunduk. O tükürük bile bize yeterdi o fiyatları gördükten sonra. Yanımızdaki adamların sesleri kulağımı cırmalıyordu. İstemeden de olsa dinledik. Önümüzde bulunan altı yedi Audi son model arabalardan bahsediyorlardı. Almanca bilmiyordum ama adamların bakışları arabalardan bahsettiklerini onaylıyordu. Üşümemek için içeriye girdik. Yorulmuştuk. Birden çaresizlik duygusu içime oturdu ve ne yapacağımı bilemedim. Bir banka oturduk ve sakin kafayla düşünmeye başladık. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Ailemi aradım ve Berlin’e indiğimizi haber verdim. Annemle konuştuğumda bana en son “Havaalanında vakit kaybetme” dedi. Kafama o anda bir şey dank etti. Haklıydı. Öyle boş boş bekleyemezdik. Karşımızda 25 yaşlarında güzel bir bayan görevli vardı. Polonya’ya geçmek istediğimizi ve Polskibus’ların olduğunu anlattım. O da bizi yukarı kattaki acentelere götürdü. Yürüyen merdivenlere kadar götürdükten sonra tekrar görev yerine döndü. Ajanslardan birine girip Polonya’ya gitmek istediğimizi anlattık. Almanlar iyi insanlar. Genç olan bir acente görevlisi bize bütün otobüslerin geçtiği ikinci büyük terminale gitmemizi önerdi ve otobüs-tren saatlerinin bulunduğu bir belgeyi yazıcıdan çıktı alıp nasıl gideceğimizi anlattı. Dosdoğru bize yardımcı olan yaşlı bir görevlinin yanına gittik. Bizi otobüse bindirdi. Çok yardımcı oldu, sağolsun 🙂 Otobüste de nerede inmemiz gerektiğini güzel bir Alman bayan sordum. Aynı durakta ineceğini anladık ve birlikte indik. Trene geçerken Betül’ün çantasını taşımasında yardımcı oldu. Bize nerede beklememiz gerektiğini söyledi. Zaten kendi trenine de ucu ucuna yetişti. Trende yine emin olmak için birilerine nerede ineceğimi sordum. Bu Almanlar iyi insanlar, hemen yardımcı oldular. Terminali  bulana kadar yine yürüdük. Yağmur atıştırıyordu tabi ki. Hiçbir işimiz yolunda gitmiyordu zaten. Her işimizi zorlaya zorlaya halledebiliyorduk, hiç kolay değildi. Terminale vardığımızda biraz şaşırmıştım. “Bütün otobüslerin geçtiği yer bura mı lan?” dedim içimden. Harbiden de öyleydi. Adana’daki otobüs terminalinden daha küçük duruyordu. Dışarıdaki vezneye en yakın seferin kaçta olduğunu sorduk. Cevap 23:45. Saat: 17:30. O kadar saat gel de bekle o soğuk yerde. Neyse ki az da olsa sıcak olan kapalı bir yer yapmışlar yolcular için. Biraz düşündükten sonra bileti almaya karar verdik. Tekrar çantaları bavulları toplayıp vezneye gittik. Veznedeki bayan, biletimizi ayarlarken yan veznede bekleyen üç adamın türkçe konuştuğunu farkettik. Tabi bunu tek farkeden biz değildik. Veznedeki Alman da farketti. Bize dönüp on günlüğüne Türkiye’ye tatile gittiğini anlattı. Hatta tatil yaptığı yerdeki insanların “Nerelisin?” sorusuna “Berlin’denim” cevabının üstüne “Ooo… Little İstanbul” dediklerini bile anlattı. Neşemiz yerine gelmişti az da olsa bu şirin bayanın sayesinde. İçeriye tekrar geçtik ve beklemeye devam ettik. Tam karşımızda Türk iki genç duruyordu. Arada sırada bize bakıyorlardı. Karnımız acıktı, atıştırdık. Uykumuz geldi, o sert zemini olan banklarda uyuduk. Orada beklerken, dünyanın ne kadar büyük olduğunu bir kez daha net bir şekilde anladım. Tek ayak üzerinde desteksiz de durabileceğimi anladım. Otobüsümüzün kalkacağı perona 15 dakika önceden gittik ve biraz soğukta bekledik. Harbiden de soğuktu yani. Otobüs geldiğinde “Bu mu lan otobüs?” dedim. Ne bileyim, biraz daha lüks bir şey bekliyordum, ne de olsa 50 euro vermiştik. Otobüs güzergahı Berlin – Opole – Lodz’du ve 11 saat sürüyordu. Sanırım biz benzine verdik bu parayı, lüks bizim neyimize, o saatten sonra. Bilet bulduğumuza şükrediyorduk. İsteyen istediği yere oturduğu için biz de en arkada iki orta yaşlı kadının yanına oturduk. İkişerli koltuklara, çoğunluğu kadınlar olmak üzere, yayıla yayıla oturmuşlardı. Hatta bazıları yatıyordu. En arkaya, pencerenin yanına ben geçtim. Betül de hemen yanımdaydı. Geceyi, yanımızdaki kızıl saçlı, İngilizce bilmeyen, arada sırada bize bakıp gülen bir kadın oturuyordu. Onun yanında da sarışın bir başka kadın. Kızıl saçlı olan, 4 saat sonra bilmediğimiz bir yerde indi. Sarışın olan Polonyalı kadın, ön taraftaki bir başka kadınla sohbet etmeye başladı. Gecenin kör ışığında öyle bir lehçe konuşuyorlardı ki leh olsam anlamazdım valla. Çok hızlıydı. Kadının sohbet arasında her şeye “Tak (Evet)” demesi ve o söyleyişi, ağaçkakan kuşunun duvarı delmesi gibi beynimizi deliyordu. Opole vardıktan sonra aktarma yaptık. Yaşlı, kızıl saçlı bir kadın, bizim yabancı olduğumuzu farketti ve bizle lehçe konuşmaya başladı. Kadına “Sorry” dememize rağmen lehçe konuşmaya devam etti. Bize almanca “Almanca biliyor musunuz?” diye sordu, bizim hayır cevabımızın üstüne tekrar lehçe konuşmaya başladı. Bu kez farklıydı. Beden dilini kullanarak lehçe konuşuyordu 🙂 Centra Centra diye yırtıyordu kendini. Biz de “tak tak (Lehçe’de Evet anlamında)” diyorduk. Otobüse binmemize rağmen kadın hala konuşmaya devam ediyordu. Arkadaki başka bir yaşlı amcamız kadının çırpınışını gördükten sonra yanımıza geldi ve “Spanish? Deutch? English?” dedi ve içimden “Ohh… Seçeneklerin arasında İngilizce de var” dedim. Amcam o yaşına kadar 3 dil öğrenmiş, helan olsun. Gideceğimiz yeri anlattık ve adam bize ineceğimiz yeri göstereceğini söyledi. İlk defa bir seyahatimiz gönül rahatlığıyla bitiyordu. Berlin’deki terminalde beklerken Kasia (mentörümüz)’e saat 10’da orada olacağımıza dair bir mail atmıştık. Fakat Lodz’a varış saatimiz 11’i bulmuştu. Yaşlı adam, yurda gidebilmenin en kolay ve uygun yolunun taksiye binmek olduğunu söyledi ve bizi taksiye bindirdi. Taksiyle giderken Kasia’yı taksicinin telefonundan aradık ve yurda gidiyor olduğumuzu söyledim. Yurda vardık ve hemen elimize bir iki belge tutuşturdular. Belgeleri doldurduktan sonra Kasia geldi ve kendisiyle tanıştık. Kız bizi bir saat beklediğini, az kalsın eve gideceğini söyledi. Biz de üzgün olduğumuzu belirttik. Anlayış gösterdi – ki göstermeliydi, bir buçuk günümüzü yolda geçirmiştik – ve yurt görevlisinden oda anahtarlarımızı aldık. Asansörle ilk önce üçüncü kata, Betül’ün odasını görmeye gittiler, ben de beşinci kata kendi eşyalarımı bırakmaya gittim. Kata vardığımda “Kötü ya” dedim içimden. Koridorun görüntüsü harbiden kötü, hala öyle. Odama gittim, içeriden ses geliyordu. İlk önce kapıyı çaldım sonra anahtarla kilidi açtım ki ne göreyim? İki tane erkek, üstleri soyunmuş bir vaziyette tam ben kapıyı açınca onlar üstlerini giyiniyormuş :O “Göğsümüzü traş ediyoruz, biraz bekleyebilir misin?” dedi kapıyı açan. “Ben de önemli değil, sadece eşyalarımı bırakacam” dedim ve eşyalarımı içeri bıraktım. Aşağıya, Betüllerin yanına gittim. Onların başına da aynı olay gelmiş. Bu kez kapıyı açan, Betül’ün kalacağı odaya erkenden gelen kızın boxerlı sevgilisi… Şok oldu kız tabi müslüman bir ülkeden gelince. Aşağıya indik ve durumları anlattık. Ayrıca Betül ve benim aynı dersleri aldığımızı, aynı bilgisayarı kullanmak zorunda olduğumuzu da belirttim. Bize biraz zaman verin dediler ve bekledik lobide. Müdüre, bizi yanına çağırdı ve odalarımızı değiştirdiler. Sekizinci katta iki çapraz oda verdi. Sekizinci kat yenileniyordu ve beşinci kata on basardı. Müdüre benim odamı gösterdiğinde “Çhoggiiiyiiyyaaa” dedim. Sonra da Betül’ün odasına gittik. Onun odası arka tarafa bakıyordu. Manzarası yoktu ama kesinlikle üçüncü ve beşinci katlardaki odalardan kat ve kat güzellerdi. Eşyalarımızı yerleştirdik, biraz atıştırdık ve uyumak için odalarımıza çekildik.

Eylül

13 Eylül 2012

Şu sıralar bir yandan teknoloji bloglarını takip etmeye çalışıyor bir yandan da vize işlemlerimle uğraşıyorum. Son bir iki gündür de İpek ile uğraşıyorum. Yiğenim benim, cennetten bir parça resmen. Bugün ateşi vardı, şimdi içeride uyuyor. Arada sırada kontrol ediyorum.

Ankara’ya ne zaman gelsem bir yerlerde güneşte ayna gibi parlayan cam kuleler inşa ediliyor. Ankara’nın neden bu kadar gereksiz ve pahalı olduğunu her gelişimde söylüyorum. Geçen gün Panora’ya navigasyon cihazı almak için gittik. Gelmişken de ablam, Antalya’da gördüğü çakma bir çantanın gerçeğine bakmak için Vakko’ya girdi. Sosyete tarzı yerlerden hiç hoşlanmam. Bu yüzden içeriye pek girmedim. Vitrindeki ürünlere bile bakıldığında ürünlerin moda ile alakası olmadığını görülüyor. Ablamın düşüncesi de aynıydı. Biraz daha dolaştık ve birden kendimizi Burberry’de bulduk. Gösterişli bir mağazası vardı, diğerlerinden farklı olarak. Masada deri bir eldiven gördük ve gözümüz içinden sarkan etikete takıldı. Fiyatına baktık, baktık, baktık… O etikette 900 lira yazıyordu. Eldiveni bu kadar olan markanın çantası ne kadar olur diye merak ettik, keşke etmeseydik. Sokakta görsem pazarda alınmış diyeceğim çanta, 2800 liralık etikete sahipti. Bu markaları ayakta tutan, marka takıntılı, modadan anlamayan, fakirleri düşünmeyen, narsist, sayko insanlardan o anda nefret ettim. Paranın gözü kör olsun lafını biliriz ama bu sözde ince bir anlam var. Değerli, yani değeri olan bir şeyi satın alan paranın gözü kör olsun. Böyle saçma sapan gereksiz, değersiz ürünleri alan paranın değil. Aslında bir yönden de alsınlar diyorum, alsınlar ki paraları boşuna gitsin, ne de olsa parası olan akıllı diye bir durum yok.

Bugün Ankara şehir gezmesindeydik, Betül ile. Tabi buna saat 2’de karar verdik. O zamana kadar uyuyan ben, bir saat içerisinde hazırlanıp Kızılay’a Betül ile buluşmaya gitti. Kızılay’dan Tandoğan’a Anıtkabir’i gezmeye gittik. Ankara’da görülmesi gereken en anlamlı ve en güzel yer Anıtkabir’dir. Kabir’e giden yol bile gözüme o kadar güzel göründü ki… Tabi Anıtkabir’e gelir gelmez insanın içinde bir ülkücü kıpırdanmalar olur. Yukarıya, Aslanlı Yol’a gelene kadar bir çok turist gördük ve onlar bile etkilenmiş bir şekilde yürüyorlardı. Betül’ün Ankara’ya, dolayısıyla Anıtkabir’e ilk gelişi olduğu için devamlı onun fotolarını çektim. Şansımız yaver gitti ve askerlerin nöbet değişimlerini gördük. Aslanlı Yol’da fotoğraf çektik ve askerlerin diğer nöbet değişimlerini görmek için hızlıca hareket ettik. Askerler yerlerini devrederlerken herkes, ellerindeki kamera ve fotoğraf makinesiyle o anı kaydetmeye çalışıyordu. Saat 5’e gelmeseydi, müzeyi de gezecektik. Etrafta bir kaç iyi fotoğraflar çektikten sonra eve koyulduk.

Ankara gerçekten gereksiz pahalı bir şehir. Evlerin uçuk fiyatları, ulaşımın pahalı olması… Buna rağmen buradaki insanların hemen hemen hepsinin altında Mercedes, BMW, Volvo gibi arabalar var. Gerçekten bu kadar parayı hakettikleri gibi mi kazanıyorlar yoksa Ankara’da yaşamalarının bir nedeni mi var?

Eylül

5 Eylül 2012

İnsanlar değişir” gibi basit iki kelime ile başlamak istemezdim. Bugün karşılaştıklarım karşısında hayatın sürprizlerle dolu olduğunu, aynı zamanda bu sürprizlerin başkaları tarafından mükemmel bir gelişme olduğunu hissetmelerine seyirci oluyorum. Ufak şeylerden mutlu olabilen insanlardan bahsediyorum. Sevgili bulduklarında ya da sevdiği kişiyi bulduklarında, birden, dünyanın en mutlu insanı oluveriyorlar. Kendimde mi sorun var diye merak etmiyor değilim. Tek mutlu olamayan, doyumsuz, ben olamam.

Bakmakla görmek arasında büyük fark olduğu gibi görmek ve izlemek arasında da büyük bir fark var. İzlemek, gördüğünü anlamaya çalışmaktır. İnsanların bulundukları ortamda nasıl davrandıklarını anlamaya çalışıyoruz. Kulüplerde, ipsiz sapsız insanların toplanıp eğlenme amaçlı birbirini yediklerini, bu durumu aşan insanların da evlerinde, eşleriyle birlikte vakit geçirdiklerini görüyoruz. Yirmili yaşlardaki gençlerin kız arkadaş edinmeye çalıştığını, ortamları merak ettiklerini ve ortada hiç bir neden olmamasına rağmen içki içtiklerini görmekteyiz. “İçki içmek için bir neden mi gerekir?” sorusuna “Kola içmeyi seven bir kişinin bira, rakı içmesi, normal mi?” sorusunu verebiliriz. Kendimizi küçükken büyük, mutsuzken mutlu, başarısızken başarılı, parasızken paralı gösterme eğilimimiz hep vardı, var olacak da.

Doyumsuz olmamdan bahsediyordum. Hiçbir şeyin beni artık mutlu etmediğini anladım. İnsanı mutlu edebilecek en değerli şeyin sevgi olduğunu ve beni de ileride mutlu edebilecek tek şeyin bu olduğunu düşünürdüm. Yalan!İnsan mutlu olmak için yaşar.” “Bütün o zorluklar gelecekte mutlu yaşamak içindir.” sözlerini geri teperek şu sözleri yazıyorum. Şuan olmak istediğim tek şey iş kolik olmak. Eğer insanlarımız bu güne yaşanabilir bir ortam bırakılmışsa, bizim de geleceğe yaşanabilir bir ortam hazırlamamız gerek.

Bazıları için “” olayı can sıkıcı olabiliyor, delirtici derecede rahatsızlık duyanlar bile var. “Hayat şartları yüzünden olmadı” diyenler de var. Yaşaman için bir hak verildi ve yaşıyorsun. Yaşadığın vakit içerisinde seni ileriye götürecek insanlarla tanışmalısın. Bu kişileri bulman, zorla da olsa sohbet edip onlarla arkadaş olman gerekiyor. Burada, kişiliğinde olması gereken, ileride işine yarayacak en önemli özellik cesaret olacaktır.

Bana “birbirimizi ileriye götürebilecek insanlar” lazım. Bizim bir lobi kurmamız lazım. Ayakta tek başımıza durabilmemiz, başkalarına uzanabilmemiz, onlara yardım edebilmemiz gerek bir ağaç misali.

Bizim biz olmamız, birbirimizi haklı gördüğümüz anlarda desteklememiz, haksız gördüğümüz durumlarda da eleştirmemiz gerekir.

“Dostunu başkalarının yanında öv, baş başa kalınca yerin dibine sok.”