Açılan Kategori

2013

Haziran

14 Haziran 2013

Şuan parça parçayım, parçalarımı sayıyorum. Geride bıraktığım şeyleri düşünüyor, elimde kalanlarla tartıyorum. Bu yıl çok büyük bir imkan yakaladım. Amerika’dan sonra Avrupa’ya ayak bastım. Gidebildiğim her yere gittim. Görebildiğim kadar yabancıyı bir arada gördüm, onlarla aynı dakikalarda aynı yerde bazen de aynı karelerde yer aldım. Ama hala bir şeyler eksik. Hala eksiğim. Kendimi tamamlayamadım. Tamamlamak istedim ama olmadı. Ya hiçbir şeyle yetinemedim ya da doyumsuzluğumun sınırını genişletiyorum.


Vaktimin büyük bir çoğunluğunu burada yazı yazarak harcamak istiyorum aslında. Bakma sen benim burada güncel olarak yazmadığıma. Türkiye’de olduğumda yaşadığım sıradanlığı burada da yaşıyorum aslında. Tamam, o kadar da sıradan değil en azından ama Avrupa standartlarına göre sıradan sayılır. Günlerim yapmam gerekenleri yapmadığım, yapmak istediğim şeyleri de yapamadığım için gelip geçiyor. Sanırım uzun bir hikaye yazmanın vakti geldi. Sadece biraz hayal gücüne ihtiyacım var. (10 dakika sonra) Karakterlerimin farklılığı, hikayemin daha da ilginç ve dikkat çekici olmasını sağlayacaktır. O yüzden hikayemde iki eşcinsel insanın, güzel bir kızı ve yakışıklı bir erkeği anlatacağım.

Hikayenin karakteri, karma karışık düşüncelerin içinde, kazanmaya çalıştığı kişilik savaşını vermekte. İçinde tuttuğu birden fazla kişilik, onu tek bir formda yaşayan normal insanlardan epey bir uzakta durmasına neden oluyor. Adı Ryan. Çöl kumu renginde kısa saçları, bal rengi gözleri, bir direk kadar da olmasa uzun boyuyla modelleri aratmayacak bir fiziğe sahip olan yirmili yaşlarında bir genç. Zamanının büyük bir çoğunluğunu çiftliğinde geçiriyor.

Luna, mankenleri aratmayacak derecedeki güzelliğe sahip olan yirmili yaşlarında bir kız. Kumral saçları, yağmur damlalarıyla yıkanan çimler kadar canlı gözleri, standartlara uygun boy uzunluğu ve zayıflığıyla dikkat çeken bir genç. Geçimlerini ekinlerden elde ettiği para ile geçinen bir anne babanın büyük kızı. Basit zevkleri ve sonsuza kadar mutlu edebilecek derecede olan iyimserliği var. Saf olmak ile iyimser olmak arasındaki o ince çizgide duruyor. Günün yarısını babasının yanında ekinlerle uğraşırken, diğer yarısını da annesine ev işlerinde yardım ederek geçiriyor. Bir küçük kardeşi var. Maria. Çilleri olan küçük ve sevimli bir kız. O da babası ve annesi için elinden geleni yapmaya çalışıyor ama daha on bir yaşında. Çiflikten kırk dakika uzaklıktaki şehir merkezinde bulunan sıradan bir okula gidiyor. Baba, gününü ya bahçede ya da ekinlerin başında güneşe doğru oturup uzun uzun düşünerek geçiriyor. Anne ise klasik ev işleri, evin hemen yanında bulunan kümes hayvanlarıyla ilgilenerek ve keçileri otlatarak zamanını geçiriyor. Luna’nın en çok hoşuna giden şey, çiftliğin hemen ilerisinde, güneşin tam da battığı yerde büyük ağacın dalına uzun iple asılmış büyük teker lastiğinde sallanmak. O salıncakta sallanırken güneşin batışını izlemek için o zamana kadar yapması gereken bütün işleri tamamlıyor ve her gün o anı bekliyor.

Yazının devamı yok.

Mayıs

25 Mayıs 2013

Mutlu anlar dolu bir gündeyim.

 Kuzenim evleniyor,

Yiğenimin büyüdüğünü görüyorum,

Sevdiğim bir arkadaşımın yanındayım,

Defalarca dinleyebileceğim bir albüm buldum,

Hava hem kapalı hem de güneşli,

Sevdiğim elbiseleri giyiyorum…

Daha ne isteyebilirim ki?

Mayıs

23 Mayıs 2013

İnsanların birbiri arkasından konuşup yüzlerine tekar bakabilmelerini anlamak çok zor.

Garip şeyler oluyor. Bay A kendini bir şey sanıyor, evrenin merkezinde olduğunu yansıtmaya çalışıyor. Etrafındaki gezegenlerin beyinlerinin ölü olduğundan da haberi yok. Bay B, Bay A’nın Bay C ile kendisi hakkında konuştuğunu duyuyor ve bunun üzerine bir süre yalnız kalmayı düşünüyor. Kendini dışlanmış gibi hissediyor ve önceki enerjisi bir anda sönüyor. Başka arkadaşlar aramaya çalışıyor ama buldukları da pek iç açıcı değil. Eli kolu bağlı bir şekilde evde oturuyor. Durumun böyle devam edemeyeceğini anlıyor ve bir kek yapıyor. Keki, kendisinin arkasından konuşan Bay A’ya ikram ediyor, gizlice, evdeki kimseye hissettirmeden, sinsice. Yerin kulağı olduğunu hatırlayamıyor ve evin diğer üyelerinden Bay D bunu duyuyor. Dolayısıyla Bay D üzülüyor çünkü insanlığın geldiği durumu görüyor. Çaresizliğin bir erkeğin şerefini lekelediği o anı görüyor, üzülüyor.

Durumu şifreliymiş gibi anlatmaya gerek aslında. Evdeki durum öyle karışık ki, yüzsüzlük, bencillik ve kendini beğenmişlik almış başını gidiyor. Kendilerine sorsan öyle değiller ama dışardan bakıldığında pek de öyle değillermiş gibi görünmüyor. Kendilerini hala Türkiye’de nasıllarsa burada da öyleymiş gibi olduklarını sanıyorlar ama bilmiyorlar ki “arkadan konuşma” gibi kötü bir alışkanlığı edindiklerini. Ayrıca şöyle bir durum da var. İki kişinin arasında bir sorun çıktığında diğer iki kişi hiç karışmıyor. “Seninle onun arasında, ona sor, bana değil” tarzında cevap veriyorlar. Bu cevap, olaylardan kaçmanın bir göstergesi. Olaylara ve durumlara tepkisiz olunmayacağını bilmiyorlar. Ne zaman bunu söyleseler, aklıma hep Türkiye’nin genel durumu aklıma geliyor. Hiç kimse, oluşan kötü olaylara bir dur demiyor, tam aksine “Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın” sözünü benimsiyor. Bu böyle olmaz. Herkesin söz hakkı vardır ve doğru ile yanlış, bu şekilde ayırt edilir. Tabi evdeki durumda “Aman kimseyle aram kötü olmasın, aman bana ters davranmasınlar, yalnız kalmayayım.” durumu var. Bunu da dün akşam gördük zaten. Ufuk, arkasından onca söz söyleyen kişiye, söylediklerini duymasına rağmen, kendi elleriyle yaptığı jöleden ikram etti. Olur şey değil. Yüzsüzlüğün bu kadarı. Yalnız kalmaktan korkuyor olabilirsin ama bu demek değil ki “denize düşen yılana sarılır”. Bence Ufuk’un durumu düşünüp tekrar değerlendirmesi gerekiyor.

Her zaman adil yaklaşmaya, saygılı olmaya ve ilgili olmaya çalıştım. Aslında arkadaşlarımı seviyorum ama bazen beni sinirlendiriyorlar. Onları anlamaya çalışıyorum, yaptıklarında mantık arayarak ama olmuyor, bulamıyorum. Önümüzde bir buçuk ay var ve sonrasında çok sevdiğim insanların yanında olacağım. Sadece bunu düşününerek tahammül edebiliyorum bu uzun süreye.

“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.”

Mayıs

12 Mayıs 2013

Paris ve Amsterdam gezisinde neler yaptığımızı ayrıntılarıyla yazmayacağım. Sadece akıllarda kalan birkaç bölümü, Amsterdam’da yaşadığımız ilginç anıları paylaşıyorum. Amsterdam’a Paris’ten otobüsle geldikten sonra durduğumuz yer, apaçık boş bir alan. Adımımı dışarıya attığımda soğuğu öyle bir hissettim ki iliklerime kadar işledi. Ceketimi yanıma almamıştım ve acayip üşüyordum. Sabahın körü olan 6 da gelmiştik ve dışarıda kimse yoktu. Hemen bir tramvaya atladık ve bilet göstermeden şehrin merkezine indik. Rüzgar delicesine esiyordu, soğuktan korunmam lazımdı. Diğerleri pek üşümüyordu. McDonald’s bile kapalıydı ve saat 10 gibi açılacaktı. Bir müddet etrafı gezdik ve araba kiralama yeri bulmaya çalıştık. Öğle vaktine kadar aradık. Bu arada ben içinde sandviçler bulunan poşetimi bir yerde unutmuştum. İçinde ikili priz ve kola falan vardı. Allahtan önemli bir şey yoktu. Çok fazla yürüdük ve  sandal turu yapan bir yere sorduk etrafta oto kiralama var mı diye. Onlar da bize bir adres verdiler ve direk o adrese gittik. İçeri girdik ve adamla konuşmaya başladık. Adam şakacı biri gibi görünmeye çalışıyordu. Böylelerine alışıktım, adamla konuştuk ve uygun fiyata arabayı kiralamak istedik. Akşam 5’te aracımızın geleceğini söyledi. O zamana kadar etrafta dolaştık. O saatte de geldikten sonra arabayı aldık ve şehir turu yaptık. Bir sorunumuz vardı. Amsterdam’da park ücretleri çok pahalıydı. İnsanların bisiklet kullanmasının sebebi de zaten araçlara yapılan bu aptal uygulamaydı. Şehrin hiçbir yerinde ücretsiz park bulamıyorsun. Amsterdamlı birine sorduk ve bize “Buralı olmama rağmen ben bile öyle bir yer bulamıyorum” dedi. Araba bize yük olmuştu. O kadar çok gezmemize rağmen hiç bir yer bulamadık. En son, biz arkadaşlarla arabadan indik, tren istasyonuna gittik ve iki arkadaş şehrin dışında bir yer bulmaya çalıştılar. En son bir yer bulmuşlar ama onlar bulana kadar ben tren istasyonunda kafayı yedim. Vakit geç olmuştu. Birlikte arabaya atladık ve o buldukları yere gittik. Akşam saat 9 ile sabah 9 arası ücretsizmiş. Buldukları yer de Amsterdam’a otobüsle geldiğimiz nokta. Arkadaşlar uyku tulumlarını aldılar ve dışarıda yattılar. Ben de arabanın arka koltuğunda uyumaya çalıştım. Ayaklarım sığmıyordu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Dışarı çok soğuktu. Sabah uyandım ve tuvalete, bir benzin istasyonuna gittim. Arabaya geri döndüğümde herkes hazırdı. Birşeyler atıştırdık ve arabayı dünkü aldığımız saatte adama geri verecektik. O zamana kadar şehir dışında bir yere gitmek istedik. Bir parka gittik. Arabadan indik ve yürümeye başladık. Fotoğraf çekmek için kameramı çıkardığımda makinenin açılmadığını farkettim. Sonra da aklıma bir şimşek çaktı. Bataryayı önceki gün istasyonda şarja bağlamıştık ve orada unutmuştuk. Diğerleri çoktan birileri almıştır falan dedi ama ben inanıyordum, ya görevliler görüp almıştı, ya da hala orada duruyordu. Arkadaşlar geri dönmek istemediler çünkü şehirden epey bir uzaktı ve çalınmış olduğuna inanıyorlardı. Ben de mecburen gezintinin bitmesini bekledim. Aslında bulunduğumuz yer parktan ziyade yağmur ormanlarına benziyordu. Çok büyüktü ve büyük ağaçlar vardı. Hafif de yağmur atıştırıyordu. Toprak kokusunu alıyor, ağaçların yeşilliği amazondaymış gibi hissettiriyordu. Patikanın kahverengi görüntüsüyle ağaçların yemyeşil görüntüsü mükemmelliği oluşturuyordu. Çok etkilendim. İlk defa bir gezide böyle bir güzellik görüyordum. Binaları gezmekten bıkmıştım ve bu bana çok iyi gelmişti. Bir yandan bulunduğumuz bu yeri tamamen dolaşmak istiyor, bir yandan da istasyonda kalan bataryayı bir an önce almak istiyordum. Ortaya başka bir şey de çıktı. Telefonumu arabada unutmuştum ve bu benim 3. büyük unutkanlığım olmuştu. Birden kendimden, aklımdan şüphelenmeye başladım. Unutkanlık mı başlıyordu ne? Bir ara keçilerin, tavukların olduğu güzel bir çiftliğe girdik. Turistik bir çiftlik olduğundan yapıya epey bir özen göstermişler. Tıpkı filmlerdeki gibi bir çiftlikti. Keçileri, tavukları gördükten sonra yola devam ettik. Bizimkiler ille de Hollanda ineği görelim diye tutturdular ve parkın diğer ucundaki yere doğru yürüdük. Yarım saat yürüdük ve sonunda haritada inek resmi gösteren noktaya vardık. Ortada ne inek vardı, ne de onu otlatan sahibi. Sadece ineklerin bıraktığı koca koca  dışkılar vardı. Yarım saat yürüdük arabaya dönebilmek için. Arabaya vardığımızda hemen telefona baktım. Sürücü koltuğunun altına saklanmış, öylece beni bekliyordu. Aldım ve cebime attım. Sonra da hemen istasyona gittik. Dön dolaş istasyona vardık ve hemen arabadan inip bataryayı prize taktığımız yere gittik. Düşündüğüm gibiydi. Batarya hala orada duruyordu. İnanmanın gücünü o dakikada anladım. Diğerleri, onun orada olduğuna inanamadıklar ve şaşırdılar. Bataryayı aldık ve hemen oto kiralamacıya gittik. Sorunu anlattık ve adam arabayı geri aldı, para ile ilgili bir sıkıntımız olmadı. Herşeyi hallettikten sonra adamların bilgisayarlarını kullanıp hostellere baktık. Bir tane bulmuştuk ve kişi başı 33 Euro’ydu. Yapabileceğimiz bir şey yoktu. Arabayı vermeseydik, bu kez park ücreti vermek zorunda kalacaktık. Arabayı verdik ve hemen hostele gittik. Hostele çantalarımızı bıraktık ve birşeyler atıştırıp bisiklet kiralamaya gittik. Bisikletlerimizi 10 euroya kiraladıktan sonra çehirde bir tura çıktık. Bisiklet kiralamamız iyi oldu. Arada sırada birbirimizi kaybettik ve ayrıldık. Akşama kadar Ufuk’la takıldık ve yağmur yağmaya başladığında hostele dönmeye karar verdik. Hosteli bulana kadar ıslandık. Bisikletlerimizi güvenli yerlere park edip kilitledik ve hostele geçtik. Odaya geçtik. Diğerleri de geldi. Oda 4 kişilikti ve 3 kişi ayırtmıştık biz normalde. Ertuğrul ile aşağıya inip hintli adam ile konuştuk ve bize artık 33 euroluk yerlerinin olmadığını söyledi. Ertuğrulu içeriye nasıl gizli sokabiliriz planı yaptık. Ertuğ normal bir şekilde içeri girdi ve uyuduk öyle. Sabah lobideki mutfağa gittiğimizde yiyeceklerimizi koyduğumuz poşetlerin yırtık olduğunu farkettik. Foursqaure’de okuduğum bir yoruma göre odalarda fare vardı ve bu durumun nedenini ortaya koyduyordu. Hintli resepsiyonun yanına gittim ve odalarda fare olduğunu söyledim. O da bana imzaladığımız sözleşmeyi gösterdi ve sözleşmede “Yerlere yiyeceklerinizi koymayın, gerekirse lobiye bırakabilirsiniz” yazıyordu. Üstüne adam bir de Ertuğ’yu odaya gizli gizli sokmaya çalıştığımızı söyledi ve kamera kaydının olduğunu üstüne bastıra bastıra belirtti. Beni aptal yarine koymayın dedi ve ben de asıl sorunun odalarda farenin olması olduğunu söyledim. Sonra da konuşmamız bitti ve eşyalarımızı alıp check-out yaptık. Bisikletlere bindik ve şehir turu attık akşama kadar. Akşam bisikletleri verdik ve istasyona gittik. Kiralık kasalardan eşyalarımızı aldıktan sonra trene binip Eindhoven’e vardık. Trenden indikten sonra koştura koştura otobüs durağına gittik. Sürücüye bileti nereden alabileceğimizi sordum ve kadın (ki kadın olduğu belli değildi) bize “Bugün şanslı gününüz, otobüsteki bilet mekinesi bozuk ve büfe de kapalı” dedi. O kadar mutlu olduk ki orada, kadın bile şaşırdı. Otobüse oturup uzun bir yolun bitmesini bekledik. Havaalanına vardık ve güzel bir gerçekle karşılaştık. Biz havaalanında uyumayı planlıyorduk ama havaalanı saat 12’de kapanıp gece saat 4’de açılıyormuş. O kadar saat bu soğukta ne yapacaktık? Hava hem esiyor hem de hafiften yağmur yağıyordu. Etrafta oturabileceğimiz, vakit harcayacağımız bir yer aramaya başladık. Bilet makinelerinin olduğu, üstü kapalı bir yere yerleştik. Kapalı bir alan değildi burası, bildiğin açıktı ama üstü kapalıydı sadece. Ertuğ hemen çantasındaki süngerimsi şeyi çıkardı ve üzerine oturduk. Uyku tulumunu da üzerimize örttük, uyumaya çalıştık. Dört kişi bir ucunda ben diğer ucunda Onur, tulumu çeke çeke uyumaya çalıştık. Köşelerdeydik ve tulum bizi tamamen kavramıyordu. Bir ara uyuya kalmışım ve sağ ayağım tamamen buz kesilmiş. Sanırım ona uyanmışım. Yarım saat vardı 4’e. O zamana kadar ayakta ısınmaya çalıştım. Saat 4 e geldiğinde havaalanının kapıları hala açılmamıştı. İnsanlar huzursuz olmuştu. Yolcular da kapıda bekliyordu o saatte. 15 dakika gecikmeyle kapılar açıldı ve içeriye yürüdük. Bir masaya oturduk ve check-in vaktini bekledik. Şu ana kadar hiç bu kadar rezil olmamıştım sanırım. Avrupa ülkesi dediğimiz ülkelerin böyle saçma uygulamaları da olabiliyormuş. Nedeni beni ilgilendirmez ama 12’de kapatıp 4’de açmak gelen yolcunun içeride uyumasını engellemeye çalışmak gibi göründü bize.

Olmadı Hollanda, bizimle değilsin.

Nisan

26 Nisan 2013

Bugün benim doğum günüm. Facebook da olmasa kimse bilmeyecek hani. Çok normal bir durum, insan hangi birinin doğum gününü hatırlayabilir ki? Hem şu bulunduğumuz dönemde kim zamanı takip ediyor ki? Geceden başladı arkadaşlar kutlamaya. “İyi ki doğdun…” tarzında basit cümlelerle belirttiler dileklerini. Normaldir ya, Facebook sonuçta bu. Yazmasan ayıp olur tarzında iletilerdi bunlar. Ama bazıları vardı ki, onlar benim hayatımın vazgeçilmez parçaları, benim için güzel dilekler yazıp fotoğraf oluşturmuşlar. Hele aralarında biri vardı ki, beni derinden etkileyen. Bir “bayan arkadaş”tan öte bir arkadaş. Birbirimize olan saygımız ve sevgimiz, aramıza kötülükler girse bile düzelen bir arkadaşlığımızla can buluyor.

Bugün benim doğum günüm. Öğlen uykudan uyandıktan sonra bilgisayarımı kontrol ettim. Facebook’ta duvarıma doğum günü iletisi yazan arkadaşlara, olabildiğince erkenden cevap yazmak istedim. Çünkü onlar benim için önemli insanlar. Tanıdıklarım, tanımadıklarım… Benim hayatımı renklendiren insanlar… Mevlana gibi ne olursan ol yine gel felsefesini güden bir insan olunca arkadaşlara karşı hoşgörülü olmam, onlara değer vermem gayet normal geliyor. Hepsine cevap yazdıktan sonra öğlen kahvaltısı yapıp bilgisayarın başına geçtim. Biraz Türkiye’deki arkadaşlarımla konuştuktan sonra Sencer mesaj attı ve yurda gelmemi söyledi. Benim de aklıma, Gülfem’i de alıp oradan bir saatliğine bir yere gider, oturur sohbet diye düşünüyordum. Evde kimse yoktu. Çıkmadan önce Gözde bana “Duvarına bir video paylaştım” diye mesaj yazmıştı. Ben de tam giyinmiş, yola çıkmıştım. Yarım saat sonra arkadaşın bilgisayarından bakarım diye yanıtladım. Vakit biraz geçmişti, yaklaşık yarım saat gecikmeyle gidiyordum yurda. Sencer bana yazıyordu nerede kaldın diye. Normalde böyle sormaz, bilirim kendisini. Bu işin içinde bir iş var. Kendi birşeyler hazırlamış yurtta, başkalarını da çağırmış, bana sürpriz yapacak diye düşündüm. Yurda gittim, asansörle dokuzuncu kata çıktım ve Sencer’in odasına doğru ilerledim. Şöyle göz ucuyla mutfağa baktım ama kimse yoktu. Oraya bakmamın sebebi de daha önceden Sencer’in oda arkadaşına mutfakta sürpriz doğum günü partisi düzenlememizdi. Sencer odasında hazırlanmış oturuyordu. Hemen dışarıya çıktık. Pasaz Lodzki’ye doğru yürüdük ve yolun üzerindeki bir marketten iki limonlu bira aldık. Parkta oturup içecektik. Hemen yolun karşısına geçtik ve parka sınırı olan apartmanın avlusuna girdik. Yüksek olan duvarın üzerinden atladık. Aşağı atlarken duvar elimi biraz çizdi. Çaktırmamaya çalıştım ama canım yanmıştı. (Bu arada, canımın yanması hoşuma gider.) Parkta biraz dolaştıktan sonra oturacak bir bank bulduk, oturduk. Sencer, aldığımız biraların tapalarını açmaya çalıştı ama bir türlü beceremedi. Sonunda çöp kutusunun demirine kuvvetlice vurdu ve tapa açıldı. Oturup biraları yavaş yavaş izlerken, doğanın mükemmel güzelliği hakkında konuştuk. Doğa, her zaman beni güzelliğiyle büyüler. Sencer şu ana kadar, doğaya benim baktığım gibi bakan, gören ve seven tek erkek arkadaşım. Onunla otur, konuş doğayı saatlerce. .. Parkta bir saat kadar kaldıktan sonra birden “Hadi size gidelim, sizinkiler çoktan hazırlanmıştır.” dedi. Hemen çaktık tabi. Sonuçta birşeyler bekleyen bir insana ufacık bir kıvılcım bile versen, beyni hemen alevlenir. Birayı bitiremedim bile. Hemen yola çıktık. Tramvaya bindik ve duraktan apartmana kadar yürüdük. Merdivenlerden yukarı çıkarken Sencer telefonla birilerine birşeyler yazıyor, bir yandan da benim onun önüne geçmemi engelliyordu. Kapıya geldiğimizde bana hemen merdivene saklanmamı söyledi. Kapının önündeki merdivene geçtim. Kapı, merdivenlerin bir kısmını göremeyecek kadar içerde olduğundan, biraz duvara yapışarak merdivene oturdum. Sencer kapıyı çaldı ve Osman çıktı karşısına. “Caner nerede?” diye sorarken Sencer beni işaret etti gözleriyle. Ayağa kalkıp içeri girdim. Sencer erken getirmişti beni. İçeri geçtim ve millete bir hoşgeldin dedim. Mutfağa geçtim, Onur ve Gülfem pastanın çikolatasını yapıyorlardı daha. Ben evden geç çıktğım için onlar da anca markete girip eve gelmişler. Pasta konusunda onlara yardım ettim. Bir yandan konuşuyor bir yandan da pastanın bitmesine yardımcı oluyordum. Diğer arkadaşlar da içerde oturuyorlardı. Pastayı yaptık, balkona soğuması için bıraktık ve Ufuk’un odasına geçtik. Millet açmış türküyü oynuyorlardı. Bu arada da Osman’ın arkadaşı Zoe’de onları izliyordu. Bizimkiler bir ara kolbastı oynamaya başlayınca Zoe gözlerine inanamadı. Ona az buçuk açıklamaya çalışsam da yüzündeki o şaşkın ifade yine de kaybolmadı. Pasta soğumuştu, Gülfemler pastanın üzerine kremayı da sıkıp desenini de çizmişlerdi. Artık pastayı kesme vakti gelmişti. Herkes içeri geçti ve en son ben geçerken “İyi ki doğdun Steve!!!” demeye başladılar. Bu Steve olayı kesinlikle Sencer’in başının altından çıkıyordu. Elimdeki birkaç aletin, iPhone, iPad ve Macbook Pro’nun Apple marka olmasını devamlı tatlı bir alay konusu olmuştu Sencer’de. İşin ilginci ev arkadaşlarım, marketten mum almayı unutmuşlar. Birkaç arkadaşın çakmaklarını pastanın yanına tutmasıyla mumları da üflemiş gibi oldum. Ne komikti ama! Pastayı doğum günü çocuğunun yapması, mum yerine çakmak üflemem. Pastayı onlar yapsaydı ve pastanın üstünde mum olsaydı eminim bu kadar orjinal olmazdı. Bir ara Mike aradı ve komşuların gürültüden rahatsiz olduklarını söyledi. Ben de bugünün doğum günümün olduğunu arkadaşlarımın da bana sürpriz düzenledilerini söyleyip özür diledim. O da eşi ve kendi adına doğum günümü kutladı. Biraz sohbet edelim, pastaları yiyelim derken millet yavaş yavaş gitmeye başladı. Gece daha yeni başlıyordu. Dışarıya, kulüplere gidecektik. Çıkmadan yarım saat önce babam aradı ve bilgisayarın başına geçtim. Hayatımdaki en önemli insanlar, annem ve babam, doğum günümü kutladı. Çok mutlu olmuştum. Annem bana bir ara “Arkadaşının yaptığı video çok güzel olmuş” dedi. Ben de merak ettim ve konumamız bittikten sonra videoya baktım. Tam da dışarı çıkmak üzereydik. Videoyu izlerken gözlerim doldu. Sonuna kadar izledim ve bilgisayarı kapattım. Lavaboya gittim ve çok ilginçtir, ağlamaya başladım. Çok duygulanmışım, tutamadım kendimi. Arkadaşlar içeriden bana sesleniyorlardı. Hemen kendime gelip üstümü giyindim ve dışarı çıktık. Dışarıda yaşadığımız olaylar da başka bir eğlenceydi zaten. Onur ve Ufuk, Ahmet’i buldukları bir alışveriş arabasına bindirdiler ve zemini berbat olan kaldırımda sürmeye başladılar. Ardından eski taş parkelerden yapılmış yola hızla koşturmaya başladılar. Bağıra bağıra sürüyorlardı ve Sencer ve ben de eğlene eğlene arkalarından geliyorduk. Bir yandan koşup bir yandan da videoya alıyordum. En sonunda alışveriş arabasını iki yolun kesiştiği yerin tam ortasına, yani yolun ortasına bırakıp yürümeye devam ettik. Bizimkiler bir ara duvara işiyorlardı. Sonra bir ses duyduk alışveriş arabasını bıraktığımız yerden geliyordu bu ses. Koşmaya başladık. Köşeyi dönene kadar koştuk ve sonra yürümeye devam ettik. Kulüplere girip biraz eğlendikten sonra Sencerle eve döndük. O yürüyerek yurduna döndü ben de otobüsle eve. Ev arkadaşlarım da biraz daha başka bir kulübe geçtiler ve sonra da eve döndüler. Gün, benim hem basit hem de eğlenceli geçmişti.

Videonu izledikten sonra çok duygulandım, kendimi tutamadım ve gözümden yaşlar döküldü. Dostluğunun değerini bu gözyaşlarıyla anladım. Hayatımda beni böyle etkileyen hiç bayan arkadaşım olmamıştı. Sana çok şey borçluyum,

Gözde.

Nisan

24 Nisan 2013

Kendimi okumaya vurmam gerekiyor. Unutabilmek için.

“İki günlük arkadaşlığı, 

yalnızlığımda yanımda olanı, 

“Dostum” sandığımdan kaybetmişimdir genelde.”

2009

Nisan

23 Nisan 2013

Sözde Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Ulus kalmış mı ortada onu bir tartışmak lazım. Bugün geç kalktım, huysuzum. Benimle evlenmek isteyen birinin ben yokmuşum gibi davranması lehine olur. Kendimi bu kadar umutsuz, vurdumduymaz hissetmezdim. Bugün üzerimde bir mutsuzluk var. Hayatım siyahlaştı, renkli olan tek şey geçmişim. Bana beni fişekleyen biri lazım. Sanırım sevgili bulmanın vakti geldi. Yalnızlık bu kadar mı kötü bir şey?

Bugün yine ona benzeyen birine baktım. İçim yine gitti, gitti gitti. Düşünmek istemiyorum, dört yıl geçti aradan, hala unutamıyorum. Unutmak istiyorum, onun için istiyorum, kendim için istiyorum. Daha fazla düşünmek istemiyorum, seni, yaptıklarını. Bu aşık olmak değil, çünkü ben aşık olamam.

Ben karışık biriyim. Duygularım aniden değişir. Hiç beklemediğim bir anda öldürme hissi besleyebilir, bir anda bunu yok edebilirim. Bazen kız gibi başkalarını düşünür, bazen adam gibi soğukkanlı olabilirim. Şekilden şekile girmek gibi.

Beni mutlu eden pek bir şey yok. Arkadaşlarımı severim, onlarla vakit geçiririm ama bu beni mutlu etmez. Sadece mutlu olacakmışım gibi hissederim. En son ne zaman mutlu olduğumu bile hatırlamıyorum.

Şu aralar evde ruh gibi dolaşmayı tercih ediyorum. Fakat yapmam gereken çok şey var. Başta okulla ilgili dersler, projeler. Bunları bir an önce halletmem gerekiyor ki tatilde kafam rahat olsun.

Yarın Dr. Miller ile proje hakkında konuşmam gerekiyor.

Ben bir seri katil olabilirim. İşinde başarılı bir mühendis de. İşlerin yolunda gitmesini sağlayan bir çalışan da. Evinde ekran karşısında ömrünü harcayan bir bekar da.

Sorunum yok gibi. Hatta benim yerimde bir başkası olsa, onu mutlu edebilecek bir çok sebebe sahibim. Elimdekinin kıymetini bilmiyor değilim. O kıymetler bana normal geliyor, tek sorun bu. Onca satır bahsettiğim gibi, artık beni mutlu eden şeyler yok. Sadece hayatın akışına kapıldım, gidiyorum.

Mutlak mutluluğu arıyorum. Bunun bazı felsefeleri benimsemekten geçtiğini yavaş yavaş biraz daha iyi anlıyorum. Örneğin Hinduizm. Merak saldım ama bununla ilgili hiç kitap okumuyorum. Merak var ama okuma yok. Mükemmel.

Kitap okumam gerekiyor. Hatta birazdan kitap okumaya başlayacağım. Vakit geç oldu.

Nisan

17 Nisan 2013

Bugün noldu biliyor musun? Kendimi yine boşta hissettim. Kendimi diğerlerinden ayırmam gerekiyor. Ben bir başkası değilim, adım, soyadım farklı ve benim gibi değiller. Farklı olmaya çalışmayacağım, zaten öyleyim. Sadece bunun çizgilerini biraz daha koyulaştırmam gerekiyor. Zamanın gösterdiği yolda bu çizgilerin arasında ilerlemem gerekiyor. Bazen kafamı çeviriyor ve başkaları ile uğraşıyorum. Aslında ortada önemli olması gereken başka şeyler var. İnsanlardan bana ne? Onların negatif sinyallerinin beni etkilemesine izin vermeden yoluma devam etmem gerekiyor. Her ne kadar onlar bana bunu bilerek ya da bilmeyerek göndermeye çalışsalar da.

Ben yoluma devam ediyorum. Bu yolda beni ilgilendiren şeyler, ailem, arkadaşlarım ve geleceğim. Şuan için seveceğim/sevebileceğim kişiye bile önem vermiyorken başkaları neden? Artık o başkaları yok hayatımda. Eskiden etkilediler, şuan etkiliyorlar ama daha fazla etkileyemeyecekler. Çünkü, orta okulda sınırlarda yaşayan ben, geri döndü.

Benden saygı bekliyorsan, gel al.

Nisan

16 Nisan 2013

Günlerden 4sqDay. İstanbul’daki Foursquare Türkiye ekibinin oluşturduğu etkinliğin afişlerini günlerdir görüyorum. Canla başla çalışmışlar gibi görünüyor. Bu durumda benim de katkımın olmasını isterdim ama ortada şöyle bir durum var. Bir arkadaş ortamında ya da herhangi bir kuruluşta, özgeçmişi (mezun olduğu okul-üniversite, çalıştığı iş, kimin arkadaşı olduğu, parası olup olmadığı) pek sağlam değilse, dışarı itilmeye hazır olmalısınız. İlk başlarda bu bütünün bir parçası olmayı istersiniz fakat yavaş yavaş size söz hakkı vermemeye başlanır, daha sonra da savunduğunuz düşünceleriniz yargılanır, yanlış olduğuna karar verilir. Eğer diğerlerinden daha gençseniz, tecrübesizlik ile yargılanırsınız. Bu tutum, aslında karşı tarafın yaratıcılığının bittiğinin, artık başka bir yönden bakamadığının ve yapabildiğinin sadece, yukarıya çıkmaya çalışan insanların ayaklarından tutarak başarmasını engellemek. Bunun önüne geçmek için atılması gereken en temel adım, kişi şeçerken dikkat ettikleri özelliklerin üstünde özelliklere sahip bir insan tarafından hata yapıldığının söylenmesi, kabul ettirilmesidir. Neyse, bu durumdan sıkılmış bir durumdayım, konuyu değiştirmek için paragraf atlıyorum.

Günlük yaşadığım şeylerden bahsedeyim. Gittikçe başkaları için sıkıcı olmaya başlayan fakat benim için mutlu ve hızlı geçen günlerimiz biraz boş. Sadece boş olması beni tedirgin ediyor, sonuçta son sınıftayım ve yapmam gereken şeyler var. İngilizceyi daha da ileriye götürmek, ikinci dile çalışmayı sürdürmek, projeye başlamak – ki bu, benim elimde olan bir durum değil -, günlük haberleri okumak ve ekonomiyi takip etmek, günlük – aylık yapmam gereken işler haline gelmeli. Ama yapamıyorum çünkü beni bunlara başlamaya itecek olan gücü bulamıyorum. Her gün plan yapılıyor ama hiç uymuyorum. Plan yapmada bugün, bir adım öteye gittiğimi düşünüyorum. Aslında basit bir durum. “İlk önce sevdiğin şeylerden başlayacaksın”. Anladım ki eğer bir düzene girmek istiyorsam, ilk önce kişisel zorunluluklarımı değil, sevdiğim aktiviteleri yapmam gerekiyor. Zaman durumuna alışa alışa zorunluluklarımı da zamanla bu plana sokabileceğimi farkettim. Umarım bu düşüncem beni yalancı çıkarmaz.

Yavaş yavaş mezun olma seviyesine ulaşıyorum. Geriye dönüp baktığımda, daha dün defter kaplama heyecanında, kalem açma yarışında, kalemlik alma sevincindeydim. Zaman nasıl geçmiş ki biz onu farkedememişiz. Su gibi akmıyor, şimşek gibi çakıyor mübarek. Şimdilik yazacaklarım bu kadar. Daha fazla aklıma bir olay – durum – tutum gelmiyor. Bir sonraki yazıda görüşürüz.

Mart

18 Mart 2013

Bugünün pek fazla bir önemi yok ama yine de sırf yazmak için yazıyorum. Sabah – bana göre – 12’de kalkmışım. Final projesi için Tamer Özün’ü aramam gerekiyordu. Artık aramam lazım diyordum kendi kendime. Sakal traşı olup duşumu da aldıktan sonra çamaşırlarımı makineye attım ve o arada da yumurtamın kaynamasını bekliyordum. Kahvaltımı hazırladım ve kahvaltıyı telefon görüşmesini yaptıktan sonra rahat rahat yaparım diye düşünerek bir anda Tamer Bey’i arayayım dedim. Aramadan önce bir kağıda nelerden bahsetmem gerektiğini not aldım ve telefona sarıldım. “Bir işi ya o anda yapacaksın, ya da hiç yapmayacaksın” felsefesini uyguladım ve Tamer Bey ile konuştum. Musait olmadığını ama saat altı gibi aramamı istedi. Sesi çok iyi geliyordu. Bazı şeyleri aştığını bildiğin insanlar olur ya, onların sesine benziyordu – nasıl oluyorsa artık. Kahvaltıma döndüm. Biraz da lehçe çalıştıktan sonra Ufuk ile okula gittik. Lehçe dersinde Onur’un da dediği gibi komik şeyler dönüyor. Farklı ülkelerden gelen insanların bilmedikleri bir dili öğrenmeye çalışması harbiden komik bir durum. Fransızların ve Almanların dilleri dönmüyor, söylemeye çalışırken de ortaya güldürücü sesler çıkıyor. Dersten sonra Galeria Lodzka’ya uğradık. Klasik bir eylem olan Tesco’ya gitme işini de hallettik. Güzel bir kırmızı küçük defter, dört adet tükenmez kalem ve birkaç yiyecek şeyler aldıktan sonra yukarı yemek yemeye çıktık. Benim herzamanki seçimim McDonald’s iki Big Mac Burger. Bir afiyetle yedikten sonra eve döndük ve öyle böyle biraz daha vaktimiz geçti. Saat dokuz gibi İspanya için uçak biletlerini almaya kalktık. On gün sonraki bir haftalık tatilimiz için bu gezi epey bir pahalı olacaktı. Yaklaşık dörtyüz euroya mal oluyordu. Uçak biletlerini almaya çalışırken bir de baktık ki Madrid’den Porto (Portekiz)’ya ucuz uçak bileti var. O gün de Galatasaray ve Real Madrid’in büyük karşılaşması var. Normalde Madrid’de bu maçı izleyecektik ama Porto olayı ortaya çıkınca bundan vazgeçtik. Tabi Osman hariç. Aslında bu İspanya gezisi onun fikriydi. İngilizcesinin iyi olmaması nedeniyle yanında başkalarının olmasını istiyordu. Bizim gezi amaçlı oraya gitmemiz onun işine geliyordu. Porto’ya ucuz biletin olduğunu öğrenince diğer arkadaşlar da birer birer o bileti aldı. Herkesin içinde bir mutluluk vardı. Espriler havada uçuşmaya başladı. O mutluluk enerjisini alabiliyordum. Gezinin nasıl olacağını bilmiyorum ama İspanya’ya gitmek, oraları görmek için sabırsızlanıyorum. Umarım o bir hafta yağmurlu geçmez.

Mart

15 Mart 2013

Günlerden cuma. Cumaları ve salıları ders yok, saat kaçta kalkarsan kalk. 12’de kalktım. Diğer ev arkadaşlarım da kalmıştı. Kahvaltı hazırlayacağız diye ilk önce mutfakta kalan kirli tabakları yıkadık, sonra da yerleri sildik. Osman ve Ufuk da dersi oldukları için hemen çıktılar. Ufuk’un bana, pişirdiği yumurtalardan bir tanesini bırakması, aramızda yaşanan soğuk-sıcak arkadaşlık ilişkisinin standart bir göstergesiydi. Ne sıcak davranıyor, ne de soğuk. Onur ile kahvaltımızı yaptıktan ve biraz da sohbet ettikten sonra bilgisayarlarımızın başına geçtik her zamanki gibi. Yine saçma sapan zaman öldürme çabaları, geçen saatler ve gereksiz bilgiler. Bir ara annem ve İpek’le konuştum, onlara evi gösterdim genel hatlarıyla. Daha sonra, Ayhan abinin yanına gitmeye karar verdik. Ona göstermemiz gereken bir sözleşme vardı ve bu sözleşmenin lehçeden türkçeye çevrilmesi gerekiyordu. Ayhan abinin restoranına gittiğimizde kendisi yoktu. Hemen türkçe bilmeyen çalışanı Ayhan abiyi aradı ve bize verdi. Onur kendisiyle konuştu. Şaşırtıcı olan şey, Ayhan abinin o kadar konuşabilmesine rağmen lehçe okuyamaması ve yazamamasıydı. Dışarı çıkıp McDonald’s’ta yemek yedik. Eve döndük ve yine bilgisayarların başına geçtik. Bir ara Osman ile Sencer gelmiş ve Sencer bize geldiğini hissettirmeden Osman’ın odasına geçmiş. Saatler ilerledi ve arkadaşlar yine her gece oldukları gibi dışarıya çıkmaya karar verdiler. Aslında benim de yapacak bir şeyim yoktu. Evde oturup ya film izleyecektim ya da dizi. Onlarla birlikte gideyim bakalım bir gün dedim. Önceden Real’den aldığım 10 zl’lik küçük fındık vodkasını içmek istedim. Tadı berbattı. Yine de içinde vodka var diye içtim. Kafamızın az çok biraz mayhoş olması gerekiyordu. Hazırlandık, birşeyler içtik ve hemen yola koyulduk. M3 otobüsüne binecektik ve durağa kadar yürüdük. Onur sarhoş numarası yapıyordu ama bazen harbiden öyle olduğunu düşünüyordum. Durağa gidene kadar güle güle kahkaha ata ata gitti. Otobüse bikdik, gideceğimiz yere gittik ve Piotrkowska’ya vardık. Osman ile Sencer iki kızın kollarından tutup yanlarında götürmeye çalıştı. Kızlar da zaten eğlenecek adamlar arıyorlarmış gibi çok fazla itiraz etmeden geldiler. Başka bir cluba gitmek istedi kızlar ve gittiler. Eninde sonunda biz de o cluba gidecektik. İlk önce Koko’ya gittik. Alt kat kapalıydı ve pek sarmadı. Sonra Czekolade’ye gittik. Alt kat  normaldi, kalabalıktı. Girdik eğlendik. Hatta yolda bizimkilerle birlikte gelen uzun boylu kızla bile epey bir dans ettik, ta ki Sencer’in hastanelik durumda olduğunu duyuncaya kadar. Hemen Olga’ya durumdan bahsettim ve Onurlarla hemen çıktık. Otobüse atladık ve okulun biraz uzağında indik. Büyük ve hızlı adımlarla sekizinci yurda gittik. Kapıdaki görevli Osman’ı tanıdığı için kapıyı açtı. Normalde kesinlikle böyle bir şey yapmazlar. Sencer’in katına çıktığımızda Sencer mutfak kapısının önüne, yere oturmuş, yanında bir galon su ile duruyordu öylesine. Gözler gitmişti, zoom olmuştu resmen. Ama mantıklı konuşabiliyordu. Bize kan kustuğunu söyledi. Hemen üstünü başını giydirip hastaneye götürdük. Hastaneye girdik girmesine de ne bir doktor bulabildik ne de bir hemşire. Normal bir insan bile durmuyordu, sanki terkedilmişti. Montları verilen bir yerden adam çıktı ve bizi acil bölümüne götürdü. Camı yüksek sesle tıkladık ve içerdek bir iki yaşlı kadın geldi. İngilizce bilmeleri imkansızdı. Bize saçma sapan lehçe birşeyler söyledikten sonra sinirlenip dışarı çıktık. Apteka açıktı, hemen sormaya gittim. Meğer sadece ışıkları yanıyormuş. Onurlar da otobüsten inen bir adamı yanlarına alıp hastaneye tekrar götürüyorlardı. Bende hemen koşar adımlarla onları takip ettim ve içeri girdik. Adam, David, hemen durumu anlattı hemşirelere. Hemşire de doktoru çağırdı. David bize epey bir yardım etti. Doktor geldi, serum bağladı ve gitti. Sencer bir kez daha kustu ama daha iyi görünüyordu. David ile biraz daha konuştuktan sonra bana son durumla ilgili bilgi vermem için telefon numarasını verdi. Hemşireler ha bire lehçe birşeyler söyledikte David’in gitmesi de zorlaşıyordu. En son hemşirelerden birinin gitmeniz gerekiyor demesiyle Sencer’i orada bırakıp çıktık dışarıya. David’e çok teşekkür ettik ve soğuk günde, biraz yürüdükten sonra tramvaya bindik ve eve vardık.

Şubat

21 Şubat 2013

Haftaya yuvadan ayrılıyorum. Eski Ben’e göre bu durumda abartılacak bir şey yok. Yeni Ben öyle hissetmiyor ama. Ailemi tekrar bırakıp gitmek beni üzüyor. Onlarsız geçecek beş aya nasıl katlanacağım, bilemiyorum. Onlar benim herşeyim. Arkadaşlarım, akrabalarım… Ayrılmak istemiyorum.

Ocak

24 Ocak 2013

Bugün için yüzüme bir dalga gibi çarpan gerçek, ailemi sevdiğimin fakat onları düşünmediğim. Arkadaşlarla koridorların sonundaki merdiven boşluğunda oturup sıcak sütlü kahve içtik ve konu Ege’deki gezdilen yerlere geldi. Arkadaşlar bir bir gezdikleri kenar tatil merkezlerinden bahsetti. Yok oranın denizi daha iyi, aslında ben Ölüdeniz’in suyunu hiç sevmedim, çok sıcak… Bencillik edip kendimi düşündüm. Amerika’ya kadar gittim, burnumun dibindeki yerlere gidemedim dedim içimden. Daha sonra aklıma vurdu gerçek. Onlar aileleriyle gitmişlerdi. Ben hiç ailemle tek başımıza gidemedik. Çocuklukta gitmiş olabiliriz ama o zamanla bu zaman bambaşka. Şimdi onların bu tatşle ihtiyaçları varken hala çalıştıklarını düşündüm. Hala kendimi düşünüyordum. Yeni alınan bilgisayarımı düşünüyordum. Ne salak bir durum. Ne kadar acınası bir durum benim için. Onları sevmem belki onlar için en büyük mutluluk ama bundan daha fazlası gerek. Onların rahatını düşünmem gerekiyor. Yirmi üç yıldır onlar beni düşündü, rahatımı düşündü, geleceğimi düşündü. Ben onların ne rahatlarını, ne de geleceklerini düşünebildim. Başka insanlar yazın yazlıklarında haatlarını sürdürürken, ailemin klimanın altında terlemeden çalıştıklarını gördüm. Utandım, üzüldüm.