Açılan Kategori

Arşiv

Mayıs

10 Mayıs 2014

Resmen nazar değdi. Uzun zamandır ders çalışamıyorum. Çoook uzun zamandır… Nazara inanmazdım da son zamanlardan sonra inanır olmaya başladım. İnsanların bakışları, sanki milyonermişim gibi, alıp veremedikleri saçma sapan şeyler var. Ne tür insanlarla karşı karşıyayım bir bilseler. Gereksiz sohbetler mi dersin, basit espriler mi dersin, gereksiz laf sokmaya çalışmalar mı… Hayatım basit, büyük düşünemeyen insanların yanında dura dura sıradanlaşıyor. Kendimi soyutlamam gerekiyor fakat Adana gibi bir yerde düşüncelerime paralel olan insan profili bulmak çok zor. Basit bir duruş sergiliyorum insanların karşısında. İçimde ne büyük düşünceler, fikirler, yaklaşımlar var; gözbebeğimden içeri baksalar bile göremezler onları.

İnsanlar çok basit şekilde yaşıyorlar. Aslında hemen hemen hepsi böyle; zengini orta hallisi fakiri. Herkes bir şeyin peşinden koşuyor, tutmaya çalışıyor. Yaşlılardan başka kimse anlamıyor zamanın nasıl hızlı geçtiğini.

Parası olan insanları gözlemliyorum şu sıralar. Düşünsene, birçok istediğin şeyi alma imkanın var ve bu insanı nasıl rahat hissettiriyor. Ellerde poşetler dolusu eşyalar, altlarda arabalar, üstlerde şık elbiseler, yüzlerde son moda gözlükler… Nereye gidiyorsun, ne yapıyorsun? Her şeye ulaşabiliyorsun, neleri konuşuyorsun? Kimlerle takılıyor, nerelerde sabahlıyorsun? Son olarak, tünelin sonunu görebiliyor musun? Yaşlandığının farkında mısın? Yıllanmıyorsun, yaşlanıyorsun. Er ya da geç yüzün de yerçekimine boyun eğecek, sırtın ağrıyacak, yavaş yürümeye başlayacaksın. En kötüsü de artık çizgilere basmadan yürümeye özen göstermeyeceksin. Bir kez geliyoruz şu dünyaya.

Akşam 7 gibi dışarı çıkmayı düşünüyordum. Dışarıdan gelen o yaz seslerine dayanamayıp atmak istiyordum kendimi dışarı. Yeni aldığım pantolonu ve yeni sayılan tşörtümü giyip güzel güzel yürüyecektim Barajyolu’na doğru. Saçlarım pek iyi durmuyordu, duşa girmeden önce “neden saçımı kesip öyle gitmiyorum” dedim. Saçlarımı kestiğimde kafam daha hafif hissediyordum. Şu şampuan reklamlarında kafalarını bir oraya bir buraya sallayan abiler ablalar gibi hissediyordum kendimi. Makineyi aldım saçlarımı kesmeye başladım. Annem de içeride misafirliğe gelen komşuyla konuşuyordu. Ensemi alamadığım için annemden yardım istiyordum genelde. Gittim çağırdım, geldi, ensemi aldı. Tam tepemde kesilmemiş saçlar vardı, makineyi aldım ve kesmeye çalıştım. Annem de bana yardım ediyordu. Ensem ile sırt kısmını da almasını istedim ve makinenin ucundaki uzunluk aparatını çıkarttım. Annem makineyi tuttuğu gibi başka bir yeri kesti. Makinenin ucunda uzun kesmesini sağlayan aparatın olmadığını görmeden, bilmeyerek saçımı sıfırdan kesti. Kestikten sonra anladı tabiki. Bu kadar saçma bir hatayı yaptı çünkü hiç dikkatli değildi. Her zaman kendi bildiğini yapardı annem. Sen istediğin kadar şey söyle yine de kendi bildiğini yapar annem. Benim saç gitti. Çok sinirlendim çünkü çok basit ama büyük bir hataydı. Çok pis sinirlendim. Bağırdım, çağırdım. Dışarı çıktı. Saçımı yıkadım. Hala çok sinirliyim. Sanırım bir iki hafta boyunca hiç dışarı çıkmayacam annemin sayesinde. Bu kadar basit bir hata yapılamaz. Bugün anladım ki, anne, baba, hiç farketmez. Kendi işini kendin yapacaksın. Dimdik durup kendi başının çaresine bakacaksın. Sanki onlar hiç yokmuş gibi, sanki başka bir ülkede yaşıyormuşsun gibi, sanki evlenmişsin de evine bakıyormuşsun gibi hareket etmem gerekiyor.

Bundan sonra bu tip işlerde kimseye güvenim kalmadı.

Artık yalnız sayılırım.

Nisan

25 Nisan 2014

Kafamda çok fazla düşünce var. Sınav yaklaşıyor, sonuç belli aslında. Son çırpınışları yapıyorum. Adam gibi çalışmadığım bir sınava giriceğim ve bu sınav yüzünden yıl içerisinde saçma sapan zamanlarım oldu. Evde kaldım, arkadaşlardan uzakta kaldım, insanlara ters düştüm. Bazı şeyler değişiyor ama kötü yönde. Kendimi toparlamam gerek. Radikal kararlar almam gerek ama insanın ne zaman ne yapacağı belli olmuyor. Olsa bile dış faktörler yüzünden uygulayamıyorum. Yazılarımda bazen konudan konuya atlıyor, her cümlede başka şeylerden bahsediyorum. Kafamda çok fazla düşünce var.

Geride bıraktığım şeyleri özlüyorum.

Geçen seneden bıraktığım hatta son günler bıraktığım şeyleri… 

Yanlış yere mi düştüm ben?

Mart

11 Mart 2014

Hayatımda almadığım kadar tepkiyi aldım bugün. “Beni tanıyor galiba” dediğim insanlardan beklenmedik tepkiler geldi. Bugün masum bir çocuk hayatını kaybetti. Nedeni Gezi Parkı Olayları’nda ekmek almaya giderken polisin açtığı gaz fişeğiyle ölmesiydi. Allah rahmet eylesin, ölümü herkesi yasa boğdu fakat aklıma sorular takılıyor.

Birincisi: Madem ortada bir eylem var ve polisler var, neden bir insan elini kolunu sallaya sallaya ekmek almaya gider?

İkincisi: Ekmek almaya gidiyor olsun (görgü tanıkları yok) Neden polisin, arbedenin olduğu bir yerden ekmek alıyor? Siz polislerle eylemciler arasında, tam ortasında ekmek almaya gider misiniz?

Bu iki soruya dayanarak, “Ekmek almaya giderken vuruldu” düşüncesine inanmıyorum. Ha, gerçekse kanıtlar nerde? Gezi Parkı’nda yaşlısı çocuğu eyleme katıldı. Bundan doğal bir hak yok. Her gün, isterse 365 gün eylem yapsın (365 günDÜR eylem yapsın demiyorum). Gelsin eylemini yapsın insan gibi, geri gitsin evine. Gelsin tekrar yapsın eylemini, basın mensuplarını çağırsın, konuşsun. Ama iki üç gün boyunca bir yeri işgal ederek eylem yapmasın kimse. “Gidersek ağaçları kesecekler” diyorlar. Ya sen gitsen de gitmesen de eninde sonunda eğer bir karar varsa kesecekler o ağaçları. Tamam, biz de ağaçların kesilmesini istemiyoruz, her yer yeşillik olsun istiyoruz – ki bunu benden çok kimse isteyemez –  ama istemenin de bir adabı var. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes aynı haklara sahip değil mi? Peki neden bazı insanlar günlerce eylem yapabiliyor da bazıları sadece bir gün içinde eylem yapabiliyor? Bu kanuna aykırı.

Mart

4 Mart 2014

Yazıya başlamadan önce omuz silktim resmen, bilinçsizce yaptım. Şuan neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyorum, ama gülüyorum ne kadar belli edemesem de. Muzik dinliyorum şuan. Günün belli kısımlarında burada sana yazmak istiyorum. Önceki yazılarımı okuduğunu biliyorum. Şuana kadar kimse yokmuş gibi yazıyordum, arkamı dönmüş, arkamdayken. Bugün hayatımda değişen birşeyin olmadığını farkettim. Uyandım ve pencereden baktım. “Bu ne lan? Dünün aynısı.” Aynı binalar, aynı hava, aynı araba markaları. İçindeki insanların don renkleri bile aynı, süt beyazı. Neden beyaz değil de süt beyazı? Çünkü ben süt beyazıbı seviyorum. Dünyada hiçbir şey gerçek beyaz değil. Beyaza en yakın süt beyazı. (Bana yumurta beyazıyla, rakıyla gelme, yalvarırım) Spotify dinliyorum. Güzel parçalar var burada, çok saçmalar ama sevdim öyle oluşlarını. Pişşt, orda mısın? Şuan uzanmış, telefondan yazıyorum, gece saat bir onbeş. Telefonumun ışığı etrafı aydınlatıyor, perdenin arkasından ışık geliyor.

Kafam benim kafam benim, içindeki sorular benim. Düşünsene, başka bir ülkede, başka bir şablonla dünyaya geldiğini. Ailenin farklı insanlar olduğunu, renginin siyah olduğunu. Şuan kendi halinden o kadar yakınıyorsun ki sihay olduğunda nasıl biri olacağını bile bilmiyorsun. Bilmesen bile bu seni her halikarda korkutuyor, değil mi? Aslında dünyadaki en iyi en uygun formda, senin için en insanlar seçildi. Senin seçmene bile gerek kalmadı, onlar zaten biliyorlardı. Çektiler, koydular seni dar bir alana, dünyaya indiğin ilk kapsüle. Kapsülden çıktın, çıkar çıkmaz insan ağlar mı? Sanki içerde çok mutluydun. Dönüp durup hu anı bekliyordun, hatta sabırsızlanıyordun. Neyse, çıktın içte. Emekledin, yürümeye başladın. Koştun, düştün, kalktın. İlk bisikletini sürdün. Şanslıydın, patenlerin vardı, kimsede yokken. Bi baktın ki ilkokulu bitirmişsin. Bilgisayar diye birşey yapmışlar. İçine de oyun koymuşlar. Sokağa inmene gerek kalmasın diye. Tam da annelere göre birşeydi aslında. Çocukları gözlerinin önünde büyüyecekti. İnternet kafeleri dolaştın sohbet etmek için. Halbuki mahallede buluşuyordunuz önceden. Ne oldu da uzaklaştınız, bir kutuyla yazışmaya başladınız? Ne bir ruh vardı, ne bir his. İnternet garip şey, evet garip. Liseye başladın yepyeni arkadaşların oldu. Zaman çok çabuk geçiyordu saçma sapan işlerle uğraşmış olsan bile. Bir bakmışsın üniversiteye girmişsin. Hala ergensin, unutma. Yavaş yavaş ortam yapıyorsun, arkadaşlarına “kanka” demeyi bir kenara bırakıyorsun. Artık birey oluyorsun. Mezun oluyorsun hemencecik. Ohh bee okul bitti anasını… Bitti de noldu? Hiçbir şey. Hayat daha yeni başlıyor demek isterdim ama o bi defa olur. İş, eş, ev, çocuk, torun derken bir bakmışsın yoksun.

Mart

2 Mart 2014

Bu aralar yeni yeni ders çalışmaya başladım. Adam akıllı ders çalışamıyordum, içimde bir istek yoktu. Yavaş yavaş tempomu artırmaya başlayacağım. Gerçekten zor bir süreç fakat nasıl üstesinden çıkacağımı az çok biliyorum. Bunu biliyorum fakat zamanın yeteceğinden emin değilim. Son zamanlara çok sıkışabilir, üzerimde stres yaratabilir diye korkuyorum. Kafamı az çok toparladım. Bir de evde ders çalışabilmeyi becerebilsem… Ne zaman masaya otursam mutlaka bana engel olan bir şey oluyor. Doğum günleri, akşam yemekleri, arkadaş istekleri çalışmamı engelliyor. Ne zaman dışarı çıkmam gerekse isteksiz olarak çıkıyorum – bazıları hariç. Uzun durduğum zamanlar, birlikte olduğum insanlarla vaktin ne kadar iyi geçtiğini gösteriyor. Gerçeği söylemek gerekirse, kısa durduğum zamanlar diye bir şey yok. Genelde çıktığım zaman hep uzun kalıyorum, arkadaşlarımı seviyorum. Onlarla vakit geçirmeyi seviyorum. Bir kafede oturup bir yandan kahve içip diğer yandan sohbet edip arada sırada da telefonuma bakmayı seviyorum. Bunlar hoş zamanlar. Fakat bunların şuan için benim işime yarayan bir tarafı yok. O yüzden bu tip istekleri yarıda kesip yaptığım işime odaklanmalıyım. Ne kadar çok odaklanırsam o kadar çok ilerlerim. Ne kadar çok tekrarlı çalışma o kadar çok başarı. Bu hafta ikinci sınavlar var ve ben yine düşük puan alacağım – boring. Şimdi ara verdiğim için bu yazıyı yazdım, derse geri dönmem gerekiyor.

Öyle bir yarışa girdim ki… 

Şubat

21 Şubat 2014

Birşeyleri atlıyorum. Geri dönüp baktığımda “bugünkü kafam olsa” diyeceğim çok an olacak… Farkında değilim yaşadıklarımın, zaman akıp giderken dur diyemedim ki farkedeyim, olmaz diyeyim. Hep devam ettik hiç soluk almadan. Üzüldüğümde hiç ilerlemedi, mutluluğumda durmadın zaman. Hep öyle değil miydin, bize karşı gelmez miydin, sevdiklerimizi almaz mıydın bizden, zaman? Alıp götürmez miydin sorgusuz sualsiz, farkettirmeden? Bizi ağlatmaz mıydın? Ağlatmayacak mısın? Sevdiklerimizi almayacak mısın, tekrar? Kayıp gitmeyecek mi onlar da?

Beni ben yapan insanlardan ayrılmak istemiyorum; değişmelerini, gitmelerini istemiyorum.

Yine cüret edeceksin, tutup kollarından götüreceksin… Geride beni bırakarak, üzülmemi istercesine…

Üzeceksin, hem de çok. Sevdiklerimi elimden aldın, yine alacaksın…

Şubat

16 Şubat 2014

Gece erken uyudum. Bir buçuk falandı yattığımda. Sabah on gibi kalkarim diye alarmı kurmuştum fakat kalkamadım. Hala kalkamıyorum, anlamıyorum nedenini. Aslında biliyorum neden öyle olduğunu da bilmemezlikten geliyorum. Planlı gitmiyorum. Plan yapmadan çalışmam, hatta çoğu kez denemişimdir plan yapmayı ama hiç birine tam anlamıyla uyamadım. Plansızlığım beni kötüye götürüyor. Ders çalışamıyorum. Bugün bir arkadaşın doğum günü var. Normalde dündü ama bugün kutlayacaklarını söylemişlerdi, beni de davet ettiler. Burkay’la birlikte gidecektik yemeğe, Gökhan da bizi alacaktı. Yemekten önce evde olanlar beni etkiledi. Konu, kuş. Evet, muhabbet kuşum bugünkü konum oldu. Onu rahat uçabilmesi için salona koymuş annemler. Ben de salonda çalışayim dedim, bir önceki gün orada güzelce çalışabilmiştim. Kuş arada sırada omuzuma konuyor, seviyordum. Hoşuma da gidiyordu fakat onun yüzünden vakit kaybediyor, ders çalışamıyordum. Birkaç kere omuzuma kondu, etrafta uçuştu ve durmadan yanıma geldi. Ders çalışamadım. Kafesine koymak için masanın üzerindeki dantel kare şeklindeki örtüyü aldım ve onu yakalamaya çalıştım. Yakalamak istediğimi daha o örtüyü elime alınca anlayan kuş, bir pencereden diğerine uçmaya başladı. Ben konduğu pencereye gittikçe o başkasına gidiyor, gittiği pencereye gidince de eski pencereye gidiyordu. Böyle yapınca genelde sonuç onun adına kötü oluyordu, ben sinirleniyordum, olan ona oluyordu. Annemin balkona çamaşır asmak için önceden getirdiği seleyi kullandım. Amacım seleyi kafes olarak kullanım onu daha kolay yakalamaktı. Birkaç kere yakalıyor gibi oldum ama hep kaçmayı başardı. Pencerelerden sonra annemin büyük bir bitkisi var, ona konuyordu. En son tam yakaladım dedim ve gerçekten de yakaladım. Kaçacaktı az kalsın ama seleyi hemen bitkiden kurtarıp yere kapattım. Kuşu elimle yakalayıp kafesine koyacaktım. Sadece bunu yapacaktım, evet, ama tam elimle yakalayacakken kaçmaya çalıştı ve ben yanlışlıkla seleyı hafif kaldırdım ve kafası az birşey seleye çarptı. Birden saçma sapan yürümeye başladı ve kafasını çevirdi. Burun kısmındsn kan gelmişti. Sele yüzünden burnu kanamıştı. Bunun olmasına ben sebep olmuştum. Beni seviyordu, sadece kafese girmek istemiyordu ama ben zorla kafese sokmak istedim. Benim yüzümden oldu, elimi yumruk yaptım ve yere bir yumruk attım. Evet, bu benim suçumdu. O anda, sevdiğim insanlara, şeylere zarar verdiğimi farkettim. Zarar veriyordum, dolaylı ya da dolaysız. Kuş da benim yüzümden bu hala gelmişti. Hemen burnunu yıkamak için çeşmenin başına gittim. Gagasınin üzerine su tuttum, biraz ıslandı vücudu. O kadar ıslanmışken yıkayım dedim ve hayvanı yıkadım. Suyun soğuk olduğunu unutmuşum, o soğuk, aslında ılıktı, suda hayvan daha da kötü oldu. Üşüdü, çırpındı. Hemen havluyla nazik bir biçimde sardım ve kuruladım. Fön makinesini de aldım yanıma, odama geçtim. Kurutmaya başladım. Burnunun kanla tıkalı olduğunu farkettim, kurumuştu ama. Tüyleri de kuruyunca salondaki kafese koydum. Kafesi de alıp masanın üzerine koydum. Öyle duruyordu hafiften titreyerek. Ben de test çözmeye çalışıyordum. Kafeste olmasına gönlüm razı olmadı, ne de olsa bütün bunlar hep benim onu kafese koyma isteğimle başlamıştı. Bıraktım ve bitkinin üzerine uçtu. Ben de hazırlanıp dışarı çıktım.

Özür dilerim.

Şubat

1 Şubat 2014

Zaman çok hızlı geçiyor. Daha dün gibi yaşıyorum Berlin’de bavulumu metroda çekiştirirkenki rezilliğimi. Mutluydum Polonya’da, Avrupa’da, burada olmamalıydım kesinlikle. Kimsenin bana karışmadığı, saçma sapan davransam bile hoşgörüyle karşılanılan ben, yaşadığım topraklarda bu kadar rahat değilim. Türkçe benim dilim değilmiş gibi geliyor bazen. İngilizce konuşmak istiyorum bilen biriyle. Hatta öyle anlar oluyor ki Türkçe konuştuğumda araya ingilizce kelimeler serpiştiriyor, arkadaşlarım tarafından uyarılıyorum. Olmam gereken topraklarda değil gibi hissediyorum. Nerede o saygı, sessiz sakin sokaklar, kırmızıda duran arabalar, zamanında gelen tramvaylar, otobüsler, kaldırımlar…

Günlerim çok sıkıcı geçiyor. Boş boşuna zaman harcamışçasına suçluyorum kendimi. Tamam, zaman harcıyorum, o zaman mantıklı bir biçimde harcamalıyım diyorum kendime. Stratejik düşünmem gerekiyor, beni ben yapan planlarım.

Ders çalışmam gerekiyor ama istediğim gibi çalışamıyorum. Bir yandan sosyal medyadaki bütün haberleri okuyasım geliyor, diğer yandan da geleceğini düşün, garanti iş bu düşüncesi geliyor. İki arada sıkışmış hissediyorum. Son zamanlarda zaten arkadaş olarak bir eksiğim var. Tam anlamıyla kendime uygun gördüğüm birini bulamadım. (zaten hiç bulamamıştım, “kimseyi beğenmeyen ben” mükemmelim ya!) Yine de bir kaç arkadaşım var, samimiyetine güvendiğim.

Bugün bir albüm buldum, içinden bir parça dinledim, müthiş. Şuan yazarken bile onu dinliyorum. Beni bulunduğum yerden alıp başka bir yere, ait olduğum bir yere götürüyor gibi.

Yarın çok çalışmam gerekiyor fakat tam olarak neye çalışacağımı bile bilmiyorum. Birşeylere çalışıyorum ama yararlı olduğundan emin değilim. Planımı yaptım ama ne kadar yararlı olacak bilmiyorum. İleriki konulara çalışacam, beni ileriye götürüyormuş hissini yakalıyorum.

Ocak

23 Ocak 2014

Aynı şeyler, aynı insanlar, aynı mekan, farklı zamanlar. Bizi bir arada tutan şey ne?

Ocak

22 Ocak 2014

Zaman çok hızlı geçiyor, ayak uyduramıyorum. Bir yarışın içindeyim, nehir gibi, zamanla akıp gidiyor. O kadar yoruyor ki yazmak bile ağır geliyor.

Aralık

31 Aralık 2013

Bu yılın en son günündeyiz. Çok şey yazmak istiyorum, üşeniyor muyum, bilmiyorum. Şuan bitirmem gereken bir iş var. Bitsin, dönecem.

Kasım

18 Kasım 2013

Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum. Muhabbet kuşunu eğitmeye çalışıyordum kendimce fakat kendime hakim olamadım sanırım. Hayvanı biraz incittim.

Henüz bir aylık. Kanatları ağırlığını rahatça taşıyor, her yere uçmaya çalışıyor. Sabahları biraz huysuz oluyor ama akşamları ele avuca sığmıyor. Elime konduğunda başını etrafa ucatarak uçmak istediği yeri hedefliyor ve atılıyor. Dönüyor dolaşıyor aynı yere, balon lambaya konuyor. Balon lambanın ortasındaki deliklerden düşerek balonun içine düşüyor. Oradan da kafasını aşağı inmek istiyorcasına çıkarıyor ve çıkmaya çalışıyor. Devamlı aynı şey… Elimle çıkarıyorum, uçuyor, lambanın üzerine konuyor, içine düşüyor, çıkarıyorum ve yine uçuyor… Dört beş kere böyle uçunca, sinirlenip ilk önce balon lambayı çıkardım. Sonra, tekrar uçtu, lambayı bulamadı, etrafta tur attı, kilden yapılmış bir duvar şablonuna kondu. Onu da kaldırdım ve tekrar uçmasını sağladım. Kitaplığa kondu. Kitaplığı örttüm. Etrafta defalarca döndü ve perdeye çarptı, düştü. Tekrar aldım, tekrar uçurttum. Döndü dolaştı, başka bir şeye konmaya çalıştı ama başaramadı. Uçmaya devam etti, perdeye çarptı yere düştü. Dört beş kere yerden aldım ve uçurttum. Elime kondu ve döndürerek uçmasını sağlamaya çalıştım. Bu kötüydü, yapmamam gerekiyordu, biliyordum. Kontrolümü kaybetmiştim, elimde sımsıkı tutunuyordu ve ben de hızla dönüyordum. Bir anda, tutunamadı, duvara çarptı. Ne olduğunu ben bile anlayamadım. Yapmak istediğim şey bu değildi aslında. Neden yaptığımı da bilmiyorum. Kendimi kontrol edemiyorum. Duvara çarptı, yere düştü. Kafasını çarptığını düşündüm o hızla, belki de öyle olmuştu. Yerden aldım, iyiydi, iyi görünüyordu. Parmağıma kondu. Anlamıştı. Uçtuğunda tutunacak yeri olmadığını ve uçmanın bazen zararlı olduğunu anlamıştı. Ben de anlamıştım. Sabrımın taştığında neler yapabileceğimi görmüştüm. İçimdeki “zarar verme” içgüdüsü uyanmıştı. Evet… Zarar veriyorum. Bunu yaparken de acı çekiyorum. Kendimi kötü hissediyorum. O küçük kuşa bunu nasıl yapabildiğimi hala aklım almıyor. Canım çok sıkkın. Kafesinden ceza olsun diye aynasını çıkarmıştım. Aynayı bulamadı ve kafesin sol üst kısmına çıkarak tellere tutundu, öylece uyumaya çalıştı. Onu öyle görünce “Neden böyle bir şey yaptın Caner?” dedim kendime. Dayanamadım faha fazla. Sevdiği aynasını kafesine yerleştirdim ve elimle onu aynasının ayaklığına yerleştirdim. Şuan üzerinde ve uyumaya çalışıyor.

Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Hemde hiç.

Ekim

27 Ekim 2013

Gazipaşa’daydım, kulağımda müzik, otobüsü bekliyordum. Aniden sağ tarafımda genç bir çocuk belirdi. “Kaç numarayı bekliyorsun?” dedi. 5 ya da 6 dedim. Biraz garip gelecek ama senden bir iyilik isteyecem dedi. Kız arkadaşım şuan Atatürk caddesinde ve benim cebimde para yok dedi. Utanıyorum ama yok işte dedi elindeki sigarayı tüttüre tüttüre. Sen hangi otobüsü bekliyorsun dedim. “İtimat… Ama buradan geçmez” dedi. Biraz düşündüm, bekledim ve dönüp kısa bir gülüşle tekrar “buradan geçmez ama” dedi. Pek inanmamıştım, doğruyu söyleme ihtimalini düşündüm. Otobüsümün yavaş yavaş geldiğini farkettim. Söylediklerinin doğru olup olmadığına karar vermem gerekiyordu. Eğer doğru olduğuna inansaydım 1 lira, yalan söylediğini düşünseydim hiç para vermeyecektim. Cüzdanımdan çıkarıp 50 kuruş verdim. 1 ile 0’ın ortası. Diğerlerinden de alırsın, olur biter dedim. Otobüsün merdivenlerinden çıkarken “Elimdeki sigardan dolayı tereddüt ettin, o yüzden az verdin değil mi?” dedi.

“Hayır, verdim.. İnsanlık için.”

Ekim

19 Ekim 2013

Akşam arkadaşlarla buluşacaz. Onca yıllır arkadaş olduğum insanlar… Bazılarında fiziki açıdan bir değişiklik varken düşünsel olarak hala bir pozitif gelişme yok malesef. İyiler ama daha iyi olabilirler. Dışarıya pek çıkasım yok açıkçası ama evde durup da bir şeyle uğraşılmıyor. Artık canım daha fazla sıkılmaya başladı. Dışarı çıktığımda da yapılacak pek bir şey yok malesef. Bütün kafeler aynı insanların aynı masalarda oturduğu, masalarındaki kül tablalarının bir gidip bir geldiği mekanlar haline gelmiş. İçkiler dolup boşalıyor, sohbetler sıkıcı, insanlar artist, ergen ya da daha fazlası… Peki bu ortamdan benim beklentim neler? Özgün şeyler aslında. Erkeklerin kızları kestiği düşüncesinin yer almadığı, Mercedes’lerini BMW’lerini hava atmak için kapının önüne parketmeyen insanların sadece eş dostla ilgilendiği bir yerde olmak istiyorum. Ütopik bir istek mi? Türkiye şartlarına göre, evet. Şehir neresi olursa olsun, hangi ortam olursa olsun, insanları mekanlardan soğutan mutlaka bir şey oluyor. Konu dağılıyor, hemen toparlıyorum. Arkadaşlarla dışarı çıkacaz, bir arkadaşın doğum günü en azından bir yere gider, birşeyler içer sohbet ederiz diye düşündük. Mekan ayarlama işi denen bir şey var bizde. Nereden geldiğini ve nasıl oluştuğunu anlayamadığım saçma bir şey işte. Görev gibi görünüyor ama değil. Buluşmayı ayarlamaları için arkadaşlarla konuştum. Biri doğum günü olan o bayan arkadaşın gelemeyeceğini, evde olması gerektiğini, bir mekanda masa rezerve ettiğini ama bu bayan arkadaş gelmeyince diğer bayan arkadaşın da gelmek istemediğini, bu yüzden de rezervasyonu iptal etmek zorunda olduğunu anlattı. Daha da bir şeyler söylüyordu fakat sözünü keserek “Bana gideceğiniz yeri mesaj olarak atın, ben oraya geleyim” dedim üstüne bastıra bastıra. Tamam dedi ve telefonu kapattı. Bu arkadaşlar mekan bulamamış ve bizim evin önüne gelmişler. Beni aramışlar defalarca, uzun bir süre beklemişler ve çekip Ziyapaşa’daki bir mekana gitmişler. Telefon edip neredesiniz dediğimde Ziyapaşa’daki bir mekana gidiyoruz, seni o kadar aradık, evinin önüne geldik ama sen telefonu açmadın dedi arkadaşlardan biri. Durumu kafamda hemen bir değerlendirdim. “Gideceğiniz yeri mesaj atın” cümlesi gayet basit bir cümleydi. Anlaşılabilirdi. Bastıra bastıra söylenmesi de hafızada kalıcı olmasını sağlıyordu – ki zaten benim yapmaya çalıştığım da oydu. Bana çok büyük bir iyilik yaptıklarını sanıyorlardı fakat öyle değildi. Tam tersine, sözümün dinlenmediği hissine kapıldım. Beni dinleyip bir mekana otursalardı bir sorun çıkmayacaktı. Ben de işim bittiğinde, hazırlanıp gelecektim. Olayı ben büyütüyormuşum düşüncesine kapılınılabilir fakat bunu yapan asıl onlar. Her neyse… Gittikleri mekan Ziyapaşa’da, arkadaşların yaşadıkları semtin tam tersinde, şehrin diğer ucunda sayılır. Yaklaşık 2 ay önce kendilirini farklılık olsun diye Ziyapaşa’daki bir mekana götürmüştüm. “Niye bu kadar uzağa geldik oturmak için, Özal’da da mekanlar vardı.” diyip bir ton laf soktular. En son eve dönerken de “Sizinle bir daha Ziyapaşa’ya gelmem” dedim. Bugün de arayıp bana “Ziyapaşa’ya gidiyoruz” diyorlar. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu… Bana bir ton şey söyledi telefonda, ben de “Siz devam edin, ben gelmiyorum” dedim. Haklıydım, madem önceden böyle düşünüyordunuz, şimdi ne oldu da oraya gidiyorsunuz diye düşündüm. Sinirlenip Barajyolu’na gittim. Oradan da Özal’a kadar yürüdüm. Eve doğru dönerken bir arkadaşımla karşılaştım. Geri dönüp tekrar Özal’a doğru konuşa konuşa yürüdük. Sinirim az da olsa geçti onunla konuşurken. Epey bir yürüdükten sonra da eve geçtim. Arkadaşlardan biri apartmanın girişinde bulunan zillerin fotoğrafını çekip Facebook’a yüklemiş. Yani bunu yapmasının ne gereği var. Ne demeye çalışıyorsun? Ya işte benim böyle saçma sapan düşünen arkadaşlarım oldu hep. Davranışlarının gerçekten de farkında olan bir allahın kulu yok etrafta. Olanlar da benden yaşça büyük işte. Sanırım sonunda onlarla takılıp onlarla öleceğim.

Sözün önemi bilinmeli. Bazen bir başkası için önemli olan bir cümle başkası için önemsizmiş gibi gelebilir, dikkat edilemeyebilir. Eğer bastırıla bastırıla ima edilen bir durum varsa ortada, bu durum dikkatle düşünülmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Aksi halde karşı tarafla bir soruna yol açabilir.

Ekim

17 Ekim 2013

Bayramın üçüncü günü. Canımdan çok sevdiğim yiğenim İpek’in bizdeki son günü. Sadece iki gün kalmaları bile yetti aslında ama içten içten “yetmedi” hissine kapılıyorum. Sabah yiğenimle salonda otururken ansızın dışarıdan gelen bir çığlığa, ardından gelen ablamın “Bir şey oldu” bağırışına ve daha sonrasında da feryatlara tanık olduk. Pencereden dışarı çıktığımızda, yerde bir adam yatıyordu. Başından epey bir kan akmış, hareketsizce öyle oracıkta yatıyordu. Hemen ambulansı aradık. Kadının biri “Babam… Babam.” diye ferhatlar içinde etrafta dolaşıyordu. Ne olduğunu anlayamadık. Araba mı çarpmıştı, yoksa yanlışlıkla apartmandan mı düşmüştü, nolmuştu? Etrafa baktık çarpan bir araba var mı diye ama göremedik. Birkaç kişi, nabız var mı diye adamı sort üstü çevirdiler. Biraz zaman geçtikten sonra ambulans geldi. Hemen ardından bir tane daha. Sağlık görevlisi nabzı yokladı fakat iş işten geçmişti. Adam orada can vermişti. Hemen üstünü birkaç gazete kağıdı koydular. Herkes şok geçirdi. Annesi “Damdan atladı” diye bağırıyordu sesi çıkabildiğince. Polisler etrafı kuşattı, savcının ve adli tıptan yetkililerin gelmesini beklediler. Adam resmen orada yatıyordu. İlk defa böyle bir şeye tanık oluyordum ve son zamanlarda aldığım ölüm haberleri beni kötü bir şekilde etkilemişti. Artık biri öldüğünde gözümden yaş akmaya başlıyordu. Uzun bir zaman geçtikten sonra adli tıptan birkaç kişi geldi. Ölen kişinin bedeninin etrafını inceleme yapmak için çevirdiler. Ellerindeki bir cihazla ölçüm yapıyorlardı. İntihar mı etti, yoksa biri tarafından iteklendi mi? Uzun bir süre inceleme yaptılar. Daha sonrasını da takip edemedim.

Gazete haberinde öğrendik nedenini. Yerde “yaşlı” olduğunu sandığımız adam yirmi beş yaşında gencecik biriymiş. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Maliye okuyormuş ve geçen yıl psikolojik nedenlerden dolayı okula ara vermiş. Bir yıldır Adana’da psikolojik tedavi görmüş fakat tedavinin olumlu bir etkisi olmamış. Televizyon izlerken annesine “Dolaşmaya çıkıyorum” demiş ve ayakkabısını giyip beşinci katında oturdukları apartmanın damına çıkmış. Oradan da kendini boşluğa bırakmış. İşte gencecik bir hayat ve belki de onunla süre gelecek olan hayatlar birden yokoluverdi. Neler yaşıyor insanlar, nelere katlanılıyor, nelerden vazgeçiliyor. Üzerimizde büyük bir etki bıraktı bugün.

Yaşamak, herşeye rağmen güzel.

Eylül

17 Eylül 2013

5 yıl önceki durumumu hatırlıyorum. Yeni bir hayata başlıyorken kafamdaki her şeyi bir kenara atmış halde bulmuştum kendimi. Okul arkadaşlarımı unutmuş, tamamen o yıl karşıma çıkacak insanlara odaklıyordum kendimi. Bambaşka bir çevre edinmiştim kendime. Kendi kabuğumu kırıp adını bile bilmediğim yerlere gidiyordum. Başkaları için pek büyük olmayan, benim için pik yapan bir dönemdi bu.

Etkileyiciydi, şaşırtıcıydı, kırıcıydı, acımasızdı, eğlenceliydi.

Bütün duyguları bir arada yaşadığım hiçbir dönem olmamıştı hayatımda. O yıl, geçmişe dönüp baktığımda, gözlerimin kapalı olduğunu ve görmeyi istemediğim şeyleri görmemeye çalıştığımı farkettim. İnsanlarla olan ilişkilerimin nasıl bozulabileceğini, ortam ve ortak arkadaşlar olmadan kendi kendi çabamla bir kişi ile arkadaş olamayacağımı anladım. Üç aylık bir mevsim vardı ki, beni bir yerden alıp başka bir yere fırlatan, düştüğüm yerde gözlerimin açılmasına neden olan, görmeye başladıktan sonra da yalnızlığımın nelere mal olacağını anlamamı sağlayan bir mevsimdi bu.

Etkileyiciydi. Şehri yeni yeni tanımaya başlıyordum. Yeni arkadaşlarım olmuştu ve onlarla gerçekten de eğleniyordum. Hiç unutulmayacak anlarımız oldu. Koridor sohbetlerimiz, dersin bitmesini istememize; derste yapılan espriler de tenefüslerin ortadan kalkmasını istememize neden oluyordu. Anlatması bile karışık bir durumdu işte. Yaşanılası.

Şaşırtıcıydı. Öyle insanlar vardı ki, televizyon şovlarında aptal rolü yapan insanların gerçekten de aptal olabilme ihtimalini düşünmemize neden oluyorlardı. Ellerinden geldiğince saçmalamaya, gerektiğinden fazla konuşmaya ve konuşulmaması gereken yerlerde konuşmaya çalışan insanlardı. Beni şaşırtıyorlardı çünkü hayatımda hiç böyle insanlarla karşılaşmamıştım. Bazen kafalarına sıkıp insanlığı bu utançtan kurtarmak istiyordum. Malesef yapamadım, çünkü kendi rızalrıyla çekip gittiler.

Kırıcıydı. Yeni biriyle tanışmaya çalışmak ne kadar garip olabilirdi ki? Diğer arkadaşların tarafından geçici bir süreliğine dışlanmış olmanın yanında bu gayet normal bir durumdu. Büyük sınava aylar kala yabancı bir diziye başlamıştım. Güzel gidiyordu aslında, her şey yerli yerindeydi. Günlük hedeflediğim çalışma saatimi tamamladıktan sonra bilgisayar karşısında bu diziyi izlemeye başlıyordum. Bazen tek bir bölüm yetmiyordu. İki, daha sonra üç bölüm izlemeye başladım. Gecenin geç saatlerine kadar izliyordum. Sabahın kör vaktinde kalkacağımın da farkındaydım tabiki. Beni diziye çeken bir karakter vardı. Tam anlamıyla olmayı istediğim bir kişilikti. Bir sabah, dershanenin kapısından içeri girerken arkadan gördüğüm kumral saçlı bir kafa dikkatimi çekti. Bu kişiyi görmemle hayatım az da olsa değişti. Belki o sabah biraz daha geç gelseydim ve o kişiyi görmeseydim, şuan kafamda o unutulmayan anılar olmazdı. Kendimi daha iyi hisseder, o vakitlerde sınava kendimi daha fazla verebilirdim. Onunla tanışmak için gösterdiğim özeni, kendimi daha da geliştirmekte kullanabilirdim. Saçma sapan şeyler yaparak kendi kişiliğimin incimesine neden oldum. Sonradan pişman olduğum davranışlar sergiledim. Bir çok şey yaşandı ama en kötüsü son dakika atılan iki adet mesajdı: “Artık seninle arkadaş olmak istemiyorum…”

İnsanlarla arkadaş kalmak çaba gerektiriyor. Onlarla sıfırdan bir arkadaşlık kurmak da cesaret, güç, zaman ve kendine güven gerektiriyor. Bunlardan bir tanesi olmadığında, kırılıyoruz.

Acımasızdı. İlginç bir dönemdeydik. Herkes hedefine ulaşmak için bir şeyler çabalamaya çalışırken, duygularını geride bulundurmayı tercih ediyordu. Duygusal açıdan herhangi bir açıklık gösterdiğinde, başkaları tarafından yaralanabilirdin. Ben saklayamadım. Belki de saklamak istemedim. Sonuç olarak ne oldu? Kendime olan saygımı yitirdim.

Eğlenceliydi, ama bir yere kadar.

Bu dönemin beni en çok etkileyen dönem olacağı, aklımın ucundan bile geçmezdi. Nasıl bilebilirdim ki? Saftım, gerçekleri göremez bir durumdaydım önceleri. O zamana kadar beni böylesine yaralayan kimse olmamıştı. Kişinin kendisine olan saygısının ne anlama geldiğini, incindiğinde nasıl hissettirdiğini bilmiyordum. Arkadaşlarımın her zaman, benim için en önemli şey olduğunu düşünüyordum, ta ki zor anlarımda yalnız bırakılana kadar.

Yalnızdım… Hiç olmadığım kadar.

Eylül

15 Eylül 2013

Gece geç saatlere kadar Osman’la konuştuk. Türlü türlü konular hakkında konuştuktan sonra bir ara sevgili muhabbeti geçti. Gecenin dördüydü. Su içmek için içeri gittiğimde Osman da balkona çıkmıştı. Odada göremeyince balkona baktım. Orada, “L” biçimli balkonun orta köşesinde, ayaklarını duvara uzatmış, elinde telefonuyla, öyle boş boş oturuyordu. Ciddi bir derdi olduğunu farketmiştim. Bana ayrıldığı sevgilisinden bahsetti. Kız arkadaşının attığı mesajları ve bu mesajlardan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Bu konuşmalar Osman’ın özeli olduğu için buraya yazmıyorum.

Arkadaşlarımda nedenini anlayamadığım şöyle bir düşünce var. “Ben aileme yük oluyorum.” Bir insan ailesine nasıl yük olabilir ki? Eninde sonunda bir iş bulup çalışacaksın. Vakti geldiğinde de evlenip yuvanı kuracaksın. Ailen bu süreç içerisinde her zaman yanında olacak. Onlarsız bir şeyler yaptığında kendini bağımsız bir birey gibi hissedeceksin, doğru, fakat bu onların var oldukları gerçeğini de saklayamaz.

Osman’la ilgili olan sohbetimizden sonra konu Emre’ye geldi. Emre’nin yaptığı davranışlar kafamı meşgul ediyordu. Neden böyle davranmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Bir yandan anlayışla karşılarken diğer bir yandan da kızgınlığımı dile getiriyordum. Onun hakkında daha fazla bir bilgiye ihtiyacım vardı. Bu yüzden Osman’la ve Berk’le onun bu davranışları hakkında uzunlamasına konuştum. Sonuçta o bizden biriydi. Biz dört kişiydik.

Sabah ilk kalkan Berk ve Can olmuştu. Can’ın sınavı vardı. Abisiyle vedalaştıktan sonra dershaneye gitti. Berk de ortalıkta bir şeyler yapıyordu. Uykulu olduğum için bu anları hayal meyal hatırlıyorum. Osman’ın da bir ara kaltığını gördüm. Berk’e kahvaltı hazırlamada yardımcı olmak için içeri gitti. Daha sonra Emre’yi aradı ve Emre’nin geleceğini söyledi. Bu konuşmalar gerçekleşirken ben hala miskin miskin kanepede yatıyordum. Yarım saat sonra kalktım. Telefonuma kulaklığı taktım ve müziğimi dinlemeye başladım. Tuvalete gitmek için koridordan geçerken yanımdan Emre geçti. Pek aldırmadım, devam ettim. Evde dolaşırken yüzüne bakmamaya çalışıyordum, kızgındım. Berk’ler kahvaltıyı hazırlamıştı, geçip oturduk. Kahvaltımızı yaparken bir yandan Berk iPad ile Youtube’den müzik açıyordu. Bana “Kanka bu senin için.“, “Türkiye’nin en çok izlenen videosu…” diyerek videoları gösteriyor, ben de her zamanki gibi “Öff bu ne ya, ne kadar banal” şeklinde takıldım. “Değiştir şu müziği, bu ne be!” şeklinde de çıkışıyordum bazen. Tabi bunları yapmamın sebebi, ortama biraz renk katmaktı. Bazen ortama muhalefet olacaksın ki sohbetin tadı çıksın. Osman her zamanki gibi ne muhalefet olmaya ne de desteklemeye yelteniyordu. Emre de son zamanlarda bana karşı yaptığı zıtlığı devam ettiriyordu. Ne desem onun tersi bir şey söylemeye çalışıyordu. Tabi sert bir biçimde değil, gıcık olurcasına. Kahvaltıyı yaptıktan sonra Emre her zamanki gibi çekip gitti. İnsan bir “yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sorar, ama o da yok işte. Paşalar gibi içeriye geçip oturdu. Çok da önemli değildi bizim için. Alışmıştık bu duruma son birkaç haftadır. Avrupa’da olduğum süre içerisinde çok şey değişmiş olmalı ki bazen arkadaşlarımın neden böyle davrandıklarını bile anlayamaz oldum. Berk’in yola çıkma vakti gelmişti. Bavulunu salondan aldı, kapının ağzına getirdi. Ben ve Osman da çantalarımızı kapının önüne getirdik. Osman’a bugünkü planının ne olduğunu sordum. Daha sonra da “Şu Carrefour’un oradaki outletlere gidelim mi?” dedim. Kapının hemen ağzında sanki ben sadece Osman’la gitmek istiyormuşum gibi bir tavır takındım. Emre de hemen sol tarafımda, bizi dinliyordu. Böyle söylememin amacı, kendisinin az da olsa vazgeçilmez olduğunu düşünmesiydi. Bunu farketmiştik. Buna ters bir hareket yaparsak, kendini sorgulayıp böyle olmadığını farkedebilirdi. Sonuçta bu dört kişiden dördü de normal insanlardı. Hiçbirimiz, bir diğerimize üstün gelmeye hiç ama hiç çalışmamıştık. Böyle bir şeyi düşünemezdik bile. Evden çıktık, apartmanın önünde durduk. Berk’le vedalaşma vakti gelmişti. Osman ve ben, Berk’le vedalaştıktan sonra Emre ile de o gün için vedalaşmayı düşünüyorduk ki birden dönüp arabaya doğru ilerledi. Buna rağmen biz “Görüşürüz” dedik arkasından biraz yüksek sesle. Sonra da Osman’la oradan ayrıldık.

Eylül

13 Eylül 2013

If I run away I’d never have the change to go very far. How could they hear the beating of my heart? When it grows cold the secret that I hide when I grow old. How could they hear, when will they learn, how could they know?

Eylül

12 Eylül 2013

Koştuğum ilk günden beri uzun bir uykum olmuyor. Günlük beş saat uykuyla yetinmek zorunda kalıyorum. Staj süresince yaptığım iş yoğun değil aslında, hatta şu sıralar hiçbir şey yapmıyor gibiyim. Fakat şöyle bir durum var. İş yapmasan bile insan çok iş yapmışcasına gibi yoruluyor. Oturduğumuz anlarda devamlı bir şeyleri öğrenmeye çalışıyor az da olsa kafa patlatıyoruz. Ofisteki mühendislerle geçirdiğim vakit gerçekten eğlenceli. Bazen gülmekten nefes alamadığımız anlar oluyor. Tam alışıyorsun onlara, ayrılmak zorunda kalıyorsun. Herşey güzel giderken birden yok oluyor. Onlar işlerine sen hiç yokmuşsun gibi devam ediyorlar.

Bugün bir ara çok sıkıldığımı farkettim. Gözlerimden uyku akıyor, uyumamaya çalışıyordum. Karın aç olunca, başka şeylerle de ilgilenmek istemedim. Vurdum kafamı kitaba, baktım sadece kitapla olmuyor, üstüne fabrikanın bize verdiği tşörtü örttüm ve tekrar vurdum kafayı. Yarım saat uyumuşum öyle, kitabın üzerinde, zavallı gibi. Hiç alakam yoktur benim masa üzerine kafayı koyup uyumak gibi. Demekki epey bir ağırlık çökmüş ki, devrilmişim bilinçsizce. Bir ara uyandım, kafamı kaldırdım, taşıyamıyor gibi olunca tekrar vurdum kafayı kitaba. Bu kez fazla uyumuşum. Rüya bile görmüştüm, o derece. Bir saat sonra kalkıp arkadaşla yemeğe gittik.

Staj defterini yazmam için başka bir arkadaştan yapılmış olanı almam gerekiyordu. Okuldan bir arkadaşa geçen gün mesaj atmıştım. Hatta aramıştım ama ulaşamamıştım. Tekrar arayayim dedim ama açmadı. Görmemiştir belki diyerekten iyimser bir davranışla bir iki saat sonra tekrar aradım. Bu, onu son arayışımdı. Açmadığını görünce bana bir konuda sinirlenmiş olma olasılığını düşündüm ama sonra fazla umursamadım.

Son günlerde günde sekiz dokuz kilometre yürüyüş ve koşu yapmaya başladım. Ayaklarım ağrımasına rağmen hırs yapmıştım. Amacıma ulaşacaktım. Kafamı dağıtmak için iyi gelecekti. Koşuya evden başlıyor, Turgut Özal Bulvarı’na kadar devam ediyordum. Yeni aldığım ayakkabımın sol ayağımı incittiğine aldırış etmeden devam ediyordum koşmaya. İşin ilginci, koşu bittikten sonra Özal’da oturan arkadaşlarla basketbol oynamaya gidiyorduk. Bendeki salaklık ayrı bir kategoride. Bedenimin acı çekmesine izin veriyormuşum gibi hissediyordum. Hergün ayaklarımda acı olmasına rağmen koymaya devam etmem bunun bir kanıtı, göstergesiydi. Basketboldan sonra yarım saat dinlenip geldiğim istikametten giderek eve varıyordum. Bugün, birlikte basketbol oynadığım arkadaşlardan biri aradı. “Akşam Berk’lere gidiyor musunuz? Basketbol oynayalım.” dedi. “Tamam, zaten ben de Osman’la Berklere gideceğiz bugün” dedim. “Tamam o zaman akşama görüşürüz.” dedi ve kapattı. Bu akşam da bir planım vardı önceki üç gün gibi. İş yerinden çıktıktan sonra servislerin olduğu bölüme geldim. Parmak izi ile çalışan teknolojik kapılarımız var. stajyer olduğum için ben geçerken çalışmadı. Büyük servis aracına bindim, her zaman oturduğum kolduğa, önden beşinci sağ taraf cam kenarına, kuruldum. Kulaklığımı taktım ve diğerlerine nazaran yavaş giden otobüsün kalkmasını bekledim. Salim de arka tarafıma oturdu ve bu kez onunla fazla konuşmadık. Daha doğrusu ben iletişime geçmedim, az da olsa uyumak istiyordum. Evde uyumayı düşündüm bir ara ama bana zaman kaybettireceğini gördüğümden vazgeçtim ve otobüste uyudum. İneceğim yeri kaçırmamak için ara sıra uyanıyordum. İndim, eve doğru yürüdüm. Yine ben yine kafamdan çıkmayan düşüncelerim… Yemeğimi yedim, biraz da olsa dinlendim. Aile toplantısına bile katıldım. Osman’la aynı saatte aynı yerde olmam gerekiyordu. Toplantımız bittikten sonra hemen üstümü değiştirip ayakkabımı giydim. Yanıma para almayı unutuyordum. Masanın üstündeki kağıt beş lirayı ayakkabımın içine koydum. Önceki gün de bunu yapmıştım. Osman aradı ve atar yaptı. Hemen dışarı çıktım ve bulvarın üzerinde yürüdüm. Osman’ı aradığımda kardeşiyle diğer yoldan gittiklerini söyledi. Ben de bunun üstüne atar yaparak, “Siz oradan yürüyün!” dedim. Uzun yolu seçmiştim. Yaklaşık dört kilometreydi koşmam gereken mesafe. Canla başla koştum. Koşunun sonunda sevdiğim insanlarla buluşup basketbol oynayacaktım. Berklerin evlerine yaklaştığımda epey bir yorulmuştum. Oturursam geri kalkamayacağımı biliyordum. Onları aradım ve hazırlanmalarını söyledim. Ben Berklere gelene kadar onlar da hazırlanacak, elimdeki telefonu bırakacak ve hemen basket sahasına gidecektik. Berk’in “Baskete mi gidiyoruz? Haberim yok baskete gideceğimizden.” demesinin üzerine sinirlendim. Apartmandan içeri girdim ve kapının önüne geldiğimde Berk karşımdaydı. “Dört kişiyiz, sen, ben, Osman ve Orhun (kardeşi). Can’a sordum gelmiyecem dedi. Emre de yok.” dedi. Birden aklıma Emre’nin beni arayıp bugün baskete gidelim dediği an geldi. “Aradınız mı?” dedim. “Osman aradı ama gelemeyeceğini, arkadaşlarıyla şuan Adnan Menderes’te olduğunu söyledi” dedi Berk. İşte o an bizim, onun arkadaşları olmadığımız duygusuna kapıldım. Bu tip bir şey bekliyordum ama bu kadar erken olacağını hiç düşünmemiştim. Üzüldüm, kırıldım, sinirlendim. Birine bir yere gitme sözü verip de bu sözü tutamıyorsan, o kişiye en kısa sürede neden gelemediğini anlatman gerekir. Bir ara bizi çantada keklik olarak gördüğünü düşündüm. Belki de hala öyle düşünüyordur. Bu durum, son zamanda yaptığı davranışlarla da birleşince, durum biraz daha netleşiyor. Son yıllarda takıldığı insanların onun üzerinde etkisi çok. İyi yönde geliştiğini gözlerimizle gördük ve bu dördümüzün hoşuna gitti. Psikolojik olarak iyiye gidiyor gibi görünüyordu ama davranışsal olarak pek de öyle değilmiş.

Ben de kulüplerde gezmesini, eğlenmesini, barlarda para harcamasını biliyorum ama bunun ilelebet olmayacağını, bir müddet sonra sıkıntı yaratacağını biliyorum. Herkes eğlenmek ister, kızlarla takılmak ister, ben hariç. Gelecekte neler olabileceğini görebiliyorum. Arkadaşlarla vakit geçirmenin, onlarla eğlenmenin ne kadar önemli olduğunu ve ileride de bunun ne derece önemli olacağını biliyorum. Eğer kulüplere gidip her gece geç saatlere kadar eğlenen biri olursam, bundan yaklaşık 5 yıl sonra bulunduğum konum, arkadaşlarımın yanı olur. Gece boş beleş kızlarla takılmanın, insanı en az onlar kadar boş yaptığını, kendim için en önemli olan şeyin, arkadaşlarım olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimi görürdüm. İşte bunu farkettiğim anda, geriye dönüp yaptığım şeylere bakarak pişman olabilirdim.

Onların yanında olmayı seçtim. En az onlar kadar saf, gerçekçi ve saygı dolu biri olmayı seçtim. Kulüplere gitmektense sıradan bir kafede arka tarafta pek görünmeyen masalarda oturmayı seven insanları seçtim. Kendini farklı göstermiyorlardı. Oldukları gibi görünmeleri, beni onlara çeken bir diğer nedendi.

Arkadaşlarımla geçirdiğim vakti, ailemle geçirdiğim vakte değişmem dediğim günler vardı eskiden. Saçma sapan şeylerle uğraştığımızı bile bile yine de devam ederdim. Başkaları tarafından normal görünmeyen düşüncelere ve davranışlara sahiplerdi ama onları eşsiz ve farklı yapan zaten bunlardı. Benim için değerli olduklarını bilmelerini istemiyorum, hissetmelerini sağlıyorum.