Son 14 gün. Sadece iki haftam kaldı. Bugün akşama kadar bir sorun yoktu. Erkan başkanı olayından sonra karargah binasına çekinerek girdim. Benim yüzümden komutanlar laf yemişti. Konunun benimle bir ilgisi olmayabilir ama sonuç olarak etkilenen yine ben oluyorum. Akşam bölükte pek sevmediğimiz bir komutan nöbetçiydi. Akşam içtiması öyle böyle, bir şekilde alındı ve yukarı çıktım. Ayaklarımı şöyle bir uzattım. Biraz binanın içinde dolaştım. Terhisi yaklaşan iki arkadaş gece tostçusuna giderken beni de çağırdı. İlk başta evet dedim, daha sonradan vazgeçtim. Bir ton vaktimi alacaktı. Zaten gece devriyem vardı, erken yatmam gerekiyordu. Koğuşa geçip yattım. Biraz oyalandıktan sonra uyudum. Biraz uyuduktan sonra hayal meyal içeri birinin girdiğini, lambayı yaktığını gördüm. Daha sonra yüksek bir ses duydum. Firar vardı. Herkes uyandı, yataktan kalktı ve aşağıya içtima alanına gittik. İçtima alındı zar zor. Sevmediğimiz komitan geldi. Bizi sağa sola döndürdü, istikamet verdi, egildik kalktık, bir o yana gittik bir bu yana. Daracık alanda oradan oraya kostuk. Hayvanları dar bir yerde eğitmeye çalışırsın ya, işte öyle oldu bizimkisi de. Duruma şikayetçi olanlar da vardı, alay edercesibe “zevk alıyorum” diyenler de. Bu zevk alan arkadaş yüzünden de istikamet yedik bir güzel. Bölük komutanı gelse de şu duruma bir dur dese dedik içimizden. Neyseki fazla vakit geçmeden geldi. Firar olduğunu sandıkları bölüğe gittiklerini, oradan gece tostçusuna geçtiklerini anlattı. Gece tostçusunda içeride beş on kişinin tost yediğini görmüşler. Ulaştırmaya giden 94/4 geubunun da gizlice kendilerinden kaçtıklarını (neden böyle bir şey yapmışlar anlamadık) söyledi. Biraz nutuk attıktan sonra bizi bıraktılar. Sinirlenmiştim, hayvan gibi oradan oraya sürülmemizi kaldıramamıştım. Kendime yediremedim.
Son 15 gün. Mutlu sona yavaştan yaklaşıyoruz. Asıl hayat 15 sonra başlıyor. Yapmam gerekenler hala kafamda, sırasıyla onları yoluna koymam gerekiyor.
Dün ilginç bir olay oldu. Personel Şube’de bir komutanın verdiği işi şube müdürünün odasındaki bilgisayarda yapıyordum. İşi veren komutan tugaylardan birinden telefon geleceğini, bir astsubayın ismini vereceklerini söyledi. Ben de tamam deyip işime devam ettim. Yapmam gereken işi tam bitirmiştim ki bir telefon çaldı. Komutanın bahsettiği taburdan arıyorlar sandım ve telefona baktım. Komutanın biriydi. Aramızdaki konuşma aynen şu şekilde:
“Şube komutanı orada mı?”
“Hayır komutanın, burada değil.”
“Sen orada mı çalışıyorsun?”
“Evet komutanım.”
“Ne kadar süredir orada çalışıyorsun?”
“İki üç hafta oluyor komutanım”
“Yetkili kim var orada?”
“Uzman çavuş komutanım”
“Üsteğmen (burada yanlış anlıyor) beni arasın.”
“Komutanım, isminizi alabilir miyim?”
“ERKAN BAŞKANI.” – Burada ben şok.
“Emredersiniz komutanım.”
Meğer erkan başkanıyla konuşuyormuşum iki saattir. O şaşkınlıkla üsteğmeni aradım ama bulamadım. Uzmanın yanına gittim ve ona anlattım durumu. Pek sallamadı. Sonra ilerden üsteğmen geldi ve erkan başkanının aradığını söyledim. Sonra da işime devam ettim.
Bugün yine bilgisayar başında harıl harıl çalışırken bir komutan girdi içeri. Kimin girdiğibi görmedim, yanımdaki uzman çavuş kalktı diye otomatik olarak kalktım. Kafamı bir çevirdim ki erkan başkanı. Omuzunda çelenki ve yıldızlarıyla gelmiş. Beni gösterip “Bu çocuk yarın bir gün gittiğinde dışarıda asker bilgisayar işinden anlamıyor derse ne olur?” dedi. Ben de “Estafurullah komutanım” dedim. Bunu dedikten sonra gitti. Ortada benlik bir durum yoktu. Komutanlarla ilgiliydi. Bana telefona bak diyen komutan “Erkan başkanıyla sen mi konuştun?” dedi ve ben de olayı anlattım. İşlerimizi halletmeye çalıştık. Saat altı gibi bitti ve hemen yemek yemeye gittim. İçtima daha yeni alınıyordu. Komutandan izin isteyip yemeğe gittim. Yemekten sonra sıraya geçtim. Selim yanıma gelip “Erkan başkanıyla sen mi konuştun?” dedi. Evet dedim. “Aferim, üsteğmeni fırçalamış senin yüzünden” dedi. Sanki suçlu benmişim gibi. Güya bir de üç aydır orada çalışıyorum demişim. Yukarda bu konu yüzünden tartıştık. Daha ne olup bittiğini anlamadan hemen suçlamaya başladı beni. Boş durur muyum? Tabiki hayır. Ben de ağzıma ne gelirse söyledim. Sonra barıştık tabi.
Son 18 gün. On sekiz gün sonra evimde olacağım. Kendi akranlarımın gözünde büyüttüğü askerliği altı ayda bitirip geride bıraktım sayılır.
Beş gün önce çok garip şeyler oldu. Kendimi tutmaya çalıştığım onca gün boşa gitti. Pişman mıyım, sanırım hayır. Gözümün önüne geldikçe biraz garip oluyorum. Neyse. Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da personel şubede çalışıyorum. Gidene kadar orada kalacağım, öyle görünüyor. Zaten disiplin subaylığında pek vakit geçmiyor. Önce iyi gibiydi fakat son günlerde sıkmaya başlamıştı. Yoğun iş, temiz kan gibi geldi. Dün, arama yaptılar. Üzerimizdekilerin hepsini kepin içine koymamızı istediler. Üzerimde ne varsa çıkarıp kepimin içine koydum. Önemli bir şey yoktu, flash disk hariç. Onu da zaten sadece kantinde film izlemek için kullanıyorduk. Komutan geldi, şöyle bir tarafı üstümü, kepin içindeki cüzdanı aldı, içine baktı, geri bıraktı. Bu kadardı işte arama. Normalde oradaki askerlerin yarısının üzerinde cep telefonu vardı. Tabi herkes telefonu bir yerine soktuğu için komutanlar bulamadı, ya da orada olabileceğini düşünemediler. Aramada, soğukta o kadar bekledikten sonra görev yerlerimize salıverdiler bizi.
Havalar soğudu. Henüz emir gelmesine rağmen parka ve uzun kollu gömlek giymemize izin verdiler. Kendileri de giymeye başladı.
Sonbahar biraz geç geldi. Havalar son iki haftaya kadar gayet sıcak geçiyordu. Ta ki sıcak esen rüzgarlar birden soğuyana kadar. Bir müddet sadece soğuk rüzgarlar vardı, daha sonra hava da soğumaya başladı. Yağmurlar rüzgarları takip ettikten sonra anladık kışın yaklaştığını. Baharı göremeden kışa geçiş yaptık. Tugaya geldiğimiz ilk gün güneydeki dağların yarısı karlarla kaplıydı. Yazın karların yüzde doksan sekizi ortada yoktu. Şuan dağın yarısında kar var. Bölüğe geldiğimizde dokuz on aydır askerlik yapan arkadaşlar bize “şu dağdaki karların eridiğini hiç görmedim” derlerdi. Harbiden de öyleymiş. Biz de görmedik. Yazın çok az olmasına rağmen hala kar vardı üzerinde.
Kendimi biraz garip hissediyorum bugünlerde. Askerliğin bitmesine günler kala sanki buradan hiç gitmeyecekmişim gibi, sanki geri dönecekmişim gibi geliyor. Çok çabuk benimsedim sanırım. Hep böyle olmuştu zaten. Bir yerlere, insanlara alıştığım zaman çekip gitmiştim. Bu burukluğu gittiğim çoğu yerde yaşamıştım.
Son birkaç gündür erken terhis olayı kısa dönemler ve uzun dönemler arasında konuşulan tek konu oldu. O hak etti bu hak etmedi konuşmaları dönüyor ortada. Uzun dönemler arasında kimin hak edip kimin hak etmediğini bilmiyorum ama kısa dönemlerde… Personel şubede çalışırken erken terhis emrinin yayınlanması gerektiğini söyledi komutan. Bölüklerin erken terhisi hak eden kişilerin listesini göndermelerini istedik. Hatta bu emri benle uzman bir çavuş yazdık. Perşembe günü yayınladık, cuma günü kimlerin erken terhis alacakları belli oldu. Uzun dönemlerin arasında kura çekilmişti ve yedi sekiz kişi arasında sadece üç kişi seçildi. İçlerinden biri değiştirildi komutanın emriyle. Kısa dönemlerin arasında kura yapılmamıştı. Kimseye verilmeyeceği ortadaydı. En azından bir kişiye verebilirlerdi diye düşündük ama öyle olmadı. Cuma liste Personel Şubeye gönderildi, pazartesi günü yazılı sınav yapıldı. Ayrıca şınav barfiks gibi sporla ilgili yapılması gerekenleri de yaptırdılar. Sınava girecek olan askerler karargah binasının ilerisinde bekliyorlardı. Erken terhisin elinden kayıp gittiğini düşünen Selim Can, komutanına hemen bir saki çekti, ağladı. Komutanı da hemen bizim bölük komutanıyla konuştu ve Selim’in listeye girmesini sağladı. Yapılan şey kesinlikle haksızlıktı. Kısa dönemlerin arasında da kura çekilmesi gerekiyordu. Bizim emeklerimiz de o dakikada yok sayılmıştı. Saatlerce o sıcak güneşin altında yaptığım çim sulama, hazır kıta durumlarında yerlerde sürünmelerim, denetlemelerde kafamı patlatıp öğrenmeye çalıştığım boktan bilgiler, denetlemede komutanın yüzünü kara çıkarmama çabam, tören günlerinde yaptığım amele işler, her pazartesi sabahı güneşin altında üniformaları, kaskları, eldivenleri giyip bir saat boyunca sabit bir şekilde durup tugay komutanını sadece on saniye için beklemem… Bütün bunlar tamamen unutulmuştu. Ben başkalarının gözünde hiç çalışmamıştım. Disiplin Subaylığı’nda, sadece iş olduğunda çalışan asker gibiydim onların gözünde. Komutanlar sadece şunu bilirler. Bir kişi eğer komutanın gözü önünde çalışıyorsa o kişi çalışıyordur. İşte bu yüzden kaybettik biz. Kesinlikle üç günün hesabını yapmıyorum. Bana dokunan tek şey, insanlara şans verilmeden onların elinden haklarının alınmasıydı. Kimin hak edip kimin etmediği benim umurumda bile değil. Eğer kura çekilmiş olsaydı, “şans işte” der ve bunu kendime yedirirdim. Ama kimseye o hak – ya da şans – verilmedi. Ben kendimi hiçbir zaman başkalarına anlatmaya çalışmadım. Sadece yapmam gerekeni yaptım, elimden geldiğince. Başkaları yaptıkları işleri ballandıra ballandıra anlatırken, ben sadece dinlemekle kalıyordum. Çünkü benim yaptığım iş benim için pek bir şey ifade etmiyordu, anlatmaya değer işler değildi gözümde, ama onların yaptığı iş onlara göre çoktu ve anlatmaya değerdi. Selim’in erken terhisi almasına karşı çıkmıyorum. Benim karşı çıktığım tek şey, ismini komutanlara gidip yazdırmış olması. Ben o kadar düşmedim. Ne yaptıysam yapmam gerektiği için yaptım. Bir de şöyle bir durum var. Bölük komutanı, beni başka bir yere verseydi, oradaki işleri de yapacaktım. Yapmak zorundaydım da. Tıpkı Selim gibi. Selim de orada olduğu için oranın işlerini yapmak zorundaydı. Ben de orada olsaydım ben de yapmak zorunda olurdum. Şu son günlerde Personel Şube’de çalıştığım gibi çalışabilirdim bütün askerlik boyunca. Ama olmadı işte. Benim işim de parça parçaydı, bütün değildi. Eğer birleştirilebilseydi, şu anki çalışma temposu gibi olabilirdi. Tekrar üstüne bastırarak söylemek istiyorum. Selim’in erken teskereyi almasına bir itirazım yok, onun erken teskereyi alış şekline itirazım var. Yoksa Selim benim en yakın arkadaşım sayılır. Neden almasını istemeyeyim ki? Kura ile çekilseydi ve ona çıksaydı, konuşmalar buralara kadar gelmezdi. Kura çekildi ve ona çıktı olurdu.
Kafam karışık. Saçma sapan şeyler yüzünden kafamı karıştırıyor olmam canımı sıkıyor. Düşünmem gereken daha önemli şeyler varken basit şeyler üzerinde yoğunlaşmam, kendime yakıştıramadığım bir durum. İleriyi ve sonrasını düşünmem gerek.
Yanmam lazım.
Daha yol almam lazım.
Yirmi liramı kaybettim.
Bugün epey yorucu bir gündü. Disiplin Subaylığı’ndan, karargah binasındaki personel şubeye geçtim. Yarbayın isteği/emri üzerine artık oradayım. Çok yoğun bir şube. Diğer şubeler akşam saat altıda paydos derken personel şube en az yediye kadar kapılarını kapatmamış oluyor. Son üç gündür orada çalışıyorum. Şubede çalışan komutanlar da en az yarbay kadar iyi insanlar.
Personel şubede olmanın şöyle bir yararı var. Hemen hemen her şeyden haberin oluyor. Komutanlar yanına gelip çekinirmişçesine izin kağıtlarını rica edebiliyorlar. İşlerini halletmeni sağlamak için tatlı sözler sarfediyorlar. Özellikle resmi tatil günleri, bayramlar yaklaştığında. Geçen gün terhis olmayı bekleyen askerlerin merakla beklediği erken terhis emrini yazdık. Pek önemsiz bir şeymiş gibi hazırladık komutanla. “Bir iki soru sorar, veririz.” gibi sohbetler döndü. O derece gereksiz ve önemsiz. Bölükte erken terhisi bekleyen birkaç kişi var. Bunlardan bir tanesi uzun dönemlerden Oğuz, diğeri de kısa dönemlerden Selim Can. Oğuz bölükteki işlerin çoğunu halleden bir yazıcı. O olmadan yazıhane işlemiyor şu aralar. Komutanlar bütün işleri Oğuz’un üstüne yıktıkları için, o gittiğinde ne yapacaklarını bilmiyorlar. Yeni gelen arkadaşlar da pek oralı değil gibi duruyor. Bunu zaten hem davranışlarıyla hem de sözleriyle belli ediyorlar. Neyse. Dün hazırladığımız Erken Terhis Emri, bugün yayımlandı. Komutan uzun dönemlerden terhis olacak kişilerin arasında kura çekilmesini söylemiş. Kura çekmişler ve ödülü kapan üç kişi arasında Oğuz yok. Şaşırdık. Ne zaman görsek çalışan bu arkadaş nasıl olur da bu ödüle layık görülmez? Hani kura olayını geçiyorum, kapalı kapı arkasında kura çekilmez, ama en azından hakeden insanlardan bir tanesine verilmesi gerektiğini düşünmüştüm. Beni çok bağlamıyor ama insan seyirci de kalamıyor. Öğle yemeğini yedikten sonra merakla yukarıya çıktım, Selim Can’ı görmek için. Onun o mort olmuş yüzünü görmek istiyordum, haha. Kendine bu kadar güvenen Selim Can, nasıl olur da erken terhis alamaz, lol. Şaka maka, Selim de hakediyordu (tabi yedi kişinin beşi de erken terhis verilmesi gerekseydi; yedi kişiden sadece beşi doğru dürüst çalıştı) fakat bunu her seferinde insanların gözüne sokması, millette ters etki yaptı. Artık insanlar “Selim Can almasın diye o kuraya girecem” diyordu, lol. Şimdi şunu açık açık söyleyeyim. Selim, benim en yakın arkadaşım. Arada sırada birbirimizi gıcık ediyoruz, doğru, fakat bu kesinlikle aramızdaki mesafeyi etkilemiyor. Bazen o gününde olmuyor, bazen de ben. Ama mutlaka uyuştuğumuz bir gün oluyor, eğlenip gülebiliyoruz.
Bugün personel şubede saat ona kadar çalıştık. Cuma günü olduğu için altı gibi biter sanıyordum ama öyle olmadı. Akşam yemeğini bile yiyemedim. Sırf kaçırılan bir asker yüzünden akşam saat ona kadar bekledik. Erkan başkanı bile evine gitmedi, o derece önemli bir durumdu. Elimde bir iş vardı, yarbayın erkan başkanına çıkarması gereken. Kitap gibi bir şey hazırlamamız gerekiyordu. Zar zor hazırladık dokümanı. Yarbay da komutana imzaya çıkardı. Yirmi dakika geçtikten sonra yarbay yanımıza geldi. Komutanın bir ton hata bulduğunu söyledi. Tabi yıkılmıştık, saat sekize geliyordu. Kaçırılan çocukla ilgili haber gelinceye kadar vaktimiz vardı. Bir yandan o çocuğun olayının peşinde koşarken bir yandan da şu doküman işini hallettik. Saat dokuz buçuk gibi bizim bölük astsubayı geldi ve komutana benimle konuşmak istediğini söyledi. Dışarı çıkıp yanına gittim. Astsubay bana “Burada olduğunu çavuşa söyledin mi?” dedi. Ben de “Evet komutanım, haber vermiştim.” dedim. Tekrar sordu: “Ne zaman haber verdin?” dedi. Ben de “Saat beş altı gibi.” dedim. Bütün hazır kıta ekibi, araca binmiş hazır bir biçimde bekliyordu. Bir tek ben yoktum aralarında. Komutan çavuşa dönüp biraz laf söyledi. O da pek bir şey söyleyemedi. Sonrasında bana “Sen gidebilirsin, bağlantını koparma burayla” dedi ve selam çakıp gittim. Saat onda paydos verdik. Yarbayla birlikte kilitledik olayı ve Dis.Sb.lığına gittik. Elimdeki eski dokumanı bıraktım ve iyi akşamlar diyip bölüğe gittim. Karnım açtı, tost yemeye gitmeliydim. Bölük astsubayının yanına gidip tostçuya gitmek için izin istedim. Kendisi de tost istedi. Tostçuya gidip iç tost yaptırdım, oradaki yakın arkadaşımla fazla konuşamadan bölüğe geçtim. Komutanın tostunu verdim, kendi tostumu da bölüğün karanlık bir yerinde mideye indirdim, kimse görüp canı çekmesin diye.
Yorucu bir gündü. Telefona biraz baktıktan sonra dayanamayıp kapattım. Başımı yana çevirdiğim gibi uyumuşum.
Perşembe günü Kurban Bayramı vardı. Sabahın kör saati olan altıda uyandık, bayramlıklarımızı (kamuflaj) giyip kahvaltıya geçtik. İçtimamızı aldık, tören alanına doğru, uygun adımla yürüdük. Örnek bir bölüğüz, lütfen. Tören alanındaki yerimizi aldıktan sonra birbirimizle bayramlaştık, sarıldık, koklaştık. Bulunduğumuz yerin tam önüne – çimlerde sıralanmıştık – bir masa, üzerinde kolonya ve çeker tabağı vardı. Tugay komutanı geldiğinde iyi saki çekilebilmesi için uygun bir ortam hazırlanmıştı. Askerlerin arasından komutanla bayramlaşmak için bir er, onbaşı ve çavuş seçildi. Çavuş, flamayı tutan arkadaştı. O gidince flamayı benim elime tutuşturdu. Flamadan anlayan başka biri vardı, ona seslendiğimde pek de oralı olmadı, bildiğin kaçtı. Neyse, beş metre ötedeki flamacı ne yaparsa ben de aynısını yapacaktım. Göz ucuyla hep onu takip ettim. Komutan geldi, bizim komutanlar da yanımda duruyordu. Bir iki hata yaptık, flamayı kaldırırken. Yeniydim, yapabileceğim bir şey yok. Bu zamana kadar verselerdi elimize flamayı, öğrenirdik nasıl tutulması gerektiğini. Tugay komutanı sırayla komutanların ellerini sıkarak bayramlaştı. Tabi bu arada flamanın dik olması gerekiyormuş, ben yine yanlış yaptım. Kafam diğer taraftaki flamacılardaydı. Onlar yatay halde tutuyorlardı, benim bir yanımdaki hariç. Yatay halde olanlara inanarak ben de yatay tuttum. Bölük komutanı, hazır ola geç deyince ben de flamayı dik hale getirdim. Tugay komutanı gelip geçti, komutanlar bizimle bayramlaşmaya başladılar. Hata yapıp yapmamak çok da umurumda değildi açıkçası, tören de zaten çok önemli değildi. Komutanlar bizimle de bayramlaştıktan sonra bölüğe gittik. Hazır kıta olduğumuz için kamuflajları çıkarmadık, aşağıya inip oturduk.
Bayramın ikinci gününde çarşıdaydık. Her zamanki sıkıcı çarşı, o gün biraz daha sıkıcıydı. İnternet kafeye gidip biraz takıldık. Yemek yeyip başka arkadaşlara takılmaya gittik. Sonunda da tugaya geri döndük. Ne yapabilirdik ki? Aynı şeyler işte.
Bugün internette takılırken askere gelmeden önce devamlı takip ettiğim bir bloga baktım. Kendi kafa yapımı hemen unuttuğumu farkettim. O cool düşünce sistemini geride bırakalı çok olmuş ki unutmuşum, haha. Ulan ne oldu bana? Vizyondan uzaklaşmaya mı başlamışım? İstanbul’daki mekanlara takılma vaktim gelmiş de geçiyor. Beni çizgimden çıkarmışlar, hehe. Yavaş yavaş buradakilerden uzaklaşıp önceden olduğum “Ben, Caner”e dönmem gerekiyor.
Soundcloud’da bir parça buldum: Alessia Cara – Here. Ses, lirik yeterince iyi. Bira, vodka, rakı hikaye… Bana parça lazım.
Let’s get high.
Hi there. I’m back. Today is the same day with yesterday. There is no action, no surprise; only usual things. In short, it’s ordinary. I’m getting bored day by day. I just wanna **** off, so away from here. Told it before, everything becoming useless, senseless, freaking odd. Already missed family, bffs, relatives etc. Being away from here is gonna be better for me after this hundred and thirty six days. I can see the end of the tunnel even there is thirty six days remaining.
I seriously don’t know what to do after a month. Maybe, resting, going somewhere else or staying home. Staying home is proper, yep.
Nowadays, I listen to Imogen Heap’s thouching, inspring musics. I admire her. Today, I hope, I’ll receive my smartphone. I sense there will be some problem. Don’t wanna be demoralised because of that.
My head is confused. Don’t know what to do after these bluries spinning in my mind. No future effections on my eyes, can set my mind free. I’ve never felt like this before. Everything becomes senseless and I guess I hit the wall so badly. Too much confusion chasing me with doubts. With exceptions, not so many, life sucks. Where is my God? Standing over there, staring and laughing? Prove you still there. Show your grace.
Deep into that darkness peering,
long I stood there, wondering, fearing, doubting, dreaming
dreams no mortal ever dared to dream before.
Şaka maka askerlik bitmek üzere. Son zamanlarda eve gittiğimde neler hissedeceğimi tahmin etmeye çalışıyorum. Ayaklarımı uzatıp geniş ekran televizyonda film izlemeyi, tv karşısında uyuya kalmayı istiyorum. Sabah kahvaltısına geç kalmayı, kahvaltıda süt, kızarmış ekmek gibi askeride bulunmayan şeylerden yemek istiyorum.
Harbiden, askerlik geldi de geçiyor. Hiç bu kadar kolay olacağını düşünmüyordum. İlk zamanlar çok zordu, epey bir sıkıntı çektik, doğru, ama onu da atlattık üstesinden geldik. Şuan tam tamına kırk gün sayıyorum. Allah izin verirse kırk gün sonra evde olacağım.
Bu yazısı yazarken birden içtima sesi geldi. “Bu saatte içtima mı alınırmış?” dedik. Birinin firar etmiş olması aklımızın ucundan bile geçmedi. Tabi bizim bölükten biri firar etmemiş. Kurallar gereği bütün bölüklerin içtima alması gerekiyor firar durumlarında. Acemiyken de böyle bir olay başımıza gelmişti. Gece saat on ikide içtima almışlardı. Çok iyi hatırlıyorum, o gece Levent, Çetin ve Ziya ile oturup birbirimize bildiğimiz, duyduğumuz korku hikayelerini anlatıyorduk. Biraz tırsmıştık anlaşılan, Ziya ile yan yana olan yataklarda yattık. Tam uyuyorduk ki kapı açıldı ve herkesi uyandırdılar.
Son iki gündür yanında çalıştığım yarbaya yardım ediyorum. Kendi uzun bir süredir başka bir yerde, tugayın merkezindeki bir şubede görev yapıyor. Bütün üst rütbeler bu binada bulunuyor. Yaptığım işlerden bir tanesi önemli belgeleri tabur tabur dolaşarak tabur komutanlarına iletmek. Bunun için güneşin altında epey bir yürüyorum ama bu durumdan şikayetçi değilim. Çünkü yardımı gerçekten hakeden bir yarbayın yanında çalışıyorum. Bugün geç saatlere kadar, altı buçuğa kadar, çalıştık. Yemeğe de yetişemedim ama olsun. Yarbayım yardımı hak ediyor.
Haftaya bayram var. Kurban Bayramı. Dokuz gün tatilimiz var; tabi çalışmaya devam her zaman olduğu gibi. Bir gün çarşı bir gün hazır kıt’a yapacağız. Nöbetler olmazsa tadından yenmez bu bayram tatili. Bayramdan sonraki hafta hazır kıt’a’dan çıkmayı düşünüyorum. Devriyeye geçmek istiyorum. Devriyeler de her gün çalışıyorlar bizim gibi fakat bir iki devriye attıktan sonra dinlenecek zamanları oluyor. Bizim hiç öyle dinlenme gibi lüksümüz olmuyor. Bizi yoran da bu oluyor zaten. Tamam, nöbet yok ama yine de ebemiz ağlıyor yani. Devriyeye geçersem daha fazla dinlenme vaktim olur; daha fazla Fransızca çalışabilir, daha fazla uyuyabilir, daha fazla kitap okuyabilirim.
Geçen gün içtimada Ali ile Orhan’a takıldım. Orhan’ı içtimada komutan çağırdı. Orhan o her zamanki şaşkın yüz ifadesiyle sıradan ayrılırken “blçlolelöaha” gibi bir ses çıkardı. O yüz halini görseydiniz eminim siz de gülebilirdiniz.
Birazdan arkadaşlarla ilgili yazdığım yazıya devam edeceğim.
Bugün çarşı günü. Geçen hafta internete çok ihtiyacım varken saçma sapan internet kafeler yüzünden yapmam gerekenleri yapmadım. Bu hafta iyi bir kafeye gidip internet kullanabilmem gerekiyordu. Sabah içtimasından sonra çarşıya çıkanları ikiye ayırdılar. Bir sorun varmış sanırım, onun için iki grup yaptılar. Selim’le ayrı gruplara düştük. Aslında gruptan ayrılıp onun grubuna geçebilir, ya da onun benim grubuma kaymasını sağlayabilirdim. Bir sorun olmazdı. Uğraşmak istemedim. Nizamiyeye gidip orada bekledim kendisini. Bir saat kadar bekledikten sonra çarşıya çıktık. Sadece iki kişiydik. Diğerlerine de ulaşmaya çalıştık ama telefonları kapalıydı. İlk durağımız Paradise oldu. Erzincan’daki bebelerin (Yasin’in deyişiyle) yani askerlerin kız tavlamak için gittiği bir yer Paradise. Görseniz aslında bizim Kardeşler Unlu Mamuller gibi ama başkalarının gözünde başka bir şey işte, her neyse. Selim kahvaltı yapmadığı için ve kendini şımartmak istediği için buraya girdik. Allah’tan kekolar/bebeler yoktu da rahat rahat takıldık. Kendi kahvaltısını yaparken ben de kahvemi içiyordum. Kahvaltıdan sonra internet kafeye geçtik. Şansızlık ya, on dakika internete girmeye çalıştım. Güya Erzincan’ın en iyi internet kafelerinden bir tanesi. Sorun çözüldü ve yazımı yazmaya başladım. Şuan hala yazıyorum işte.
Arkadaşlarımın Facebook’tan mesaj attıklarını gördüm. Dışarıdaki hayatımı, üniversite yıllarımı, Polonya’daki günlerimi çok özlüyorum. Arkadaşlarımla takılmayı, cep telefonundan mesaj atmayı, bilgisayarda film izlemeyi, salondaki dev ekran televizyonda yabancı dizi izlemeyi, yarış bisikletimi sürmeyi, papağanlarla ilgilenmeyi, en önemlisi de annem ve babamla sabah kahvaltısı yapmayı özledim. Belki de en çok özlediğim şey onlarla vakit geçirmek ama durum bu işte. Onlar bir yerde ben bir yerde, görüntülü bile konuşamıyoruz 🙁 Yeğenlerimi özledim, ablamları özledim. Kuzenlerimle vakit geçirmeyi özledim… Kısacası dışarıdaki özgürlüğümü özledim.
Az zamanım kaldı. Allah izin verirse 46 gün sonra askerliğim bitiyor. Bittikten sonra ne yapacağımı merak ediyorum. İş hayatına atılacağım, orası kesin fakat bu durum biraz korkutuyor beni. Yeni bir yer, yeni insanlar, yeni düzen ve sonra rutin hayat…
Yan yan yan yanmam lazım,
Daha yol almam lazım,
Kendimden caymam lazım, zor!
Sulama işini sonunda birine devrettim. Artık saatlerce güneşin altında çim sulama yok! Şu aralar şikayetçi olduğum bir iki durum var. Bir tanesi vücutta oluşan kaşıntılar, ikincisi arada sırada ortaya çıkan algıda eksiklik. Kaşıntılarım yaklaşık üç haftadır devam ediyor ve daha da devam edecekmiş gibi görünüyor. Her gün duş almama rağmen bu kaşıntıların neden oluşturuğunu net olarak bilmiyorum. “Öğleden sonra çıkan rüzgarlar yerdeki tozu alıp tenimize yapıştırıyor. Terle birleşen tozun tende kaşıntıya yol açıyor” diye düşünüyorum. Hazır Kıt’a olayından kurtulduktan sonra düzelecek sanırım. Az sabır…
Son üç gündür algılamada biraz sorun var. Çok sık olmuyor. Önemli gördüğüm durumlarda dikkat etmeye çalışsam bile, karşımdaki kişinin söylediklerini tam olarak anlayamıyorum. Bu durumu uykusuzluğuma veriyorum. Çok fazla uyuyamadığımı daha önce de defalarca söylemiştim. Bunun önüne geçemeyecekmişim gibi görünüyor.
Bir haftadır yerime gelecek olan arkadaşla takılıyorum. İyi bir kişi. İşle ilgili bildiğim şeyleri elimden geldiğince aktarmaya çalışıyorum. İki gündür tabur komutanlıklarının yerlerini öğrenmeye çalışıyoruz. İki gün sonra mahkeme var, onun için çalışıyoruz. Eksik olan evrakları tamamlayarak bir an önce bitirmek için koşturuyoruz.
Bugün öğle arasında yabancı müzik dinledim. Müzik ruhun gıdasıdır ya, harbi öyle. O kadar iyi geldi ki, resmen uyuşturucu etkisi yaptı; zihnimi bulunduğum ortamdan alıp başka yerlere götürdü. (Güneşin altında kavrulan birine bir bardak soğuk su vermek gibiydi.) Bir ara yurt dışında geçirdiğim, özellikle de New York’ta, günleri hatırladım.
Daha ileri gitmem gerek. Yerimde sayamam, öyle bir lüksüm yok.
Günlerdir şu çim sulama görevini başkasına vermelerini bekliyorum. Bundan 15 gün önce komutana yaklaşık iki aydır bu bölgeyi suladığımı, başka birinin yerimi ne zaman alacağını sordum. Komutan on gün sonra yeni kısa dönemlerin geleceğini ve biraz sabretmem gerektiğini söyledi. Dediği gibi sabrettim. Yeni arkadaşlar geldikten beş gün sonra tekrar yanına gidip “Komutanım, sulama ekibini değiştirecek miyiz?” dedim. Bu kez de “arkadaşların görev yerleri belli olsun, ondan sonra bakarız” dedi. Şu aralar yine sabrediyorum. Bakalım şu çim işinden ne zaman kurtulacağım. Benden öncekiler “ya ben bir aydır suluyorum” diyerek sanki çok uzun süre sulamışlar gibi yakınıyorlardı. Ben iki aydan fazla yaptım bu işi ama bu kadar da ağlamadım kimseye. Resmen askerliğimin yarısı çim sulamakla geçti.
Bizim bedavacı bugün yine mıntıka alanında iş yapmadı. Adam kendini oranın generali falan sanıyor herhalde, elleri beline atmış dolaşıyordu. Millet orada amele gibi çalışırken bu arkadaş bir eli belinde diğer elinde sigara patronmuş gibi orada geziniyordu. Önceden nefret ediyordum ama şimdi sadece acıyorum. Yazık ona!
Bir önceki gün, kum torbalarını taşımak için nizamiyedeki nöbet kulübelerinin oradaki nöbet kulübelerine gittik. Bedavacı geçti aracın ön tarafına. Nizamiyeye vardığımızda ne yapacağını merakla bekledim. Yine ellerini beline koydu, diğer herkes kum torbası taşırken bu sanki kimse orada iş yapmıyormuş gibi dolaştı etrafta. Adamdaki rahatlığa bak. Ya herkes orada mal ve benden başka kimse bu durumu görmüyor, ya da bu çocuk çok zeki, geri kalan herkes mal. En sonda adaşı olan çocuk “sen niye torba taşımıyorsun abi” dedi de eline torba değdi. Kirlendi elleri, eblki de ilk defa. Kütüphaneye torpille seçilmiş olduğunu da yeni öğrendim.
Bu akşam gece eğitimi var. Ne yapacağız gerçekten merak ediyorum. Burada askerlikten çok, memurluk yapıyoruz, amelelik yapıyoruz. Saat şuan beş, birazdan yemeğe gitmek için komutandan izin alacağım. Akşam neler olacak acaba?
Askerlik gerçekten çok garip bir olay. Bir insanı alıyorlar ve belli bir bölgede tutup ona iş yaptırmaya zorluyorlar. Bir nevi ambargo gibi bir şey. İşin ilginç kısmı 21. yy’da yapılıyor olması.
Tanımadığın insanların gelip sana onu yap bunu yap demesi/diyebilmesi ve yapılmaması takdirde ceza uygulanması, dışarıdaki yaşamı düşününce çok garip geliyor. Düşünsene sokaktan geçerken biri gelip sana şuranın mıntıkasını yap dese dönüp “pardon, sen kimsin?” diye sorarsın. Günlük hayatta anan baban bile bazı şeyleri sana zorla yaptıramazken burada hemen hemen her söyleneni yapmak zorunda olman ilginç. Bir nevi özgürlüğü elinden alınmış köleler gibiyiz burada. Daha doğrusu “modern köleler“iz. Verilen görevleri vaktinde bitirdikten sonra dinlenmek için vakit verebiliyorlar. Bu vakit içinde, belirli bir alan içinde, kurallara uygun biçimde istediğin şeyi yapıyorsun. Modern kölelik dememin nedeni de bu. %25 özgürlük hakkın varmış gibi. Ha, tabi bir de izin durumu var. İstediğin zaman çekip gidebiliyorsun bir süreliğine ama sonunda geri dönmek zorundasın. Verilen süreyi geçirdiğinde de ceza yiyorsun.
Bunları yazarken dışarıdan “Çök! Kalk!” sesleri geliyor. Bir konutan acemilere bu şekilde ceza veriyor. İnsan gibi karşısına alıp konuşarak halletmek yerine bedenen bir ceza veriyor. Tabi burada suçlu ya da suçsuz yok.
Çok fazla sadeleştirilmesi gereken şeyler var. Sistem bu şekilde oturmuş ama ne doğru dürüst bir kontrol var – ki sadeleştirmeden önce kontrol, analiz, düzenleme gelir – ne de bir düzen.
Hızımızı alamadık, cumartesi günü de çarşıya çıktık. Sivil eşyaları giyip dışarı, rengarenk giyinmiş diğer insanların arasında dolaşmak paha biçilemez bir şey. Elini kolunu sallayarak dolaşmak ve istediğin yere kendi hür iradenle gitmek, özgürlüğün insan için ne kadar önemli bir şey olduğunu hatırlatıyor. Özgürüm, sadece bir günlüğüne…
Askerlik gerçekten de yapılmayacak bir meslek. Özellikle benim için. Hiçbir sistemin olmadığı, mantığın girerken kapıda bırakıldığı bir yerden önemli işlerin yapılmasını beklemek imkansız. İşte sırf bu yüzden asker olunmaz bu ülkede. Diğer ülkelerde askerlik nasıl bilmiyorum ama bu ülkede durum bu.
Her akşam bizimkilerle görüşmeye, onların sesini duymaya çalışıyorum. Bazen kantinde hazır kıtadayken uyanıp onları aramak zor geliyor. Bir gün seslerini duymasam ertesi gün akşamı kesin arıyorum onları. Ailenin ne kadar önemli bir şey olduğunu öğretiyor bu askerlik. Benim için tek olumlu tarafı bu.
Cep telefonumun ve bilgisayarımın eksikliğini çok fazla hissediyorum. İnternet kafe köşelerinde bilgisayara girip Youtube’den müzik dinlemek, kendi blogunda yazı yazmak eziyet gibi geliyor bazen. Halbuki kendi bilgisayarım olsa, çeksem bir köşeye de istediğim şeyi istediğim gibi yapsam, ne olurdu?
Diğer arkadaşlar yukarıda kağıt oyunu, okey falan oynuyorlar. Yukarıdaydım, uzun süren okey oyununun sonunda sıkılıp en alt kattaki internet kafeye gittim. Pek sevmediğim oyunlar fakat ortama ayak uydurmak gerekiyor bazen. Şimdi buradan çıkıp yemek yemeye gideriz herhalde. Tekrar askeriye dönmek insanı kahrediyor. Az kaldı, biraz daha sabır.
Dün, son bir aydır ilk defa çarşıya çıktım. Terör olaylarından dolayı çarşı izinleri kitliydi. Dışarıya çıkıp yaptığımız ilk iş güzel bir menemen yemek oldu. Yanımda Selim Can, nizamiyeden Ümit ve Ergün vardı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra Selimle birlikte internet kafenin birinde takıldık. Diğerleri de kart oyunu oynamak için bulunduğumuz yerin üst katına çıktılar. Blog için yazmam gereken yazıları yazdım. Yanımda mp3 çalarımı da getirmiştim. Bilgisayara bağlayıp dinlemek istediğim müzikleri indirip attım. Mp3 işi epey bir uğraştırdı; blog işimi tam olarak halledemedim. Selim’in canı nargile çektiği için yakınlardaki nargilecilerden birine gittik. Sağolsun Selim oturduktan sonra bir saat telefonla konuştu. Biraz sohbet ettik ve ardından diğer arkadaşlar geldi. Onlarla da biraz sohbet ettikten sonra kalkıp yemeğe gittik. Sivas Sofrası diye bir yer var. Karışık menü aldığınızda karşınıza her türden eti getiriyorlar. Daha bir tanesini bitirmeden ikinci yemeği getiriyorlar. Doyduğunu hissediyorsun. Tadı da fiyatı da gayet iyi. Yemeği bitirdikten sonra tekrar internet kafeye gittik. bir saat kadar oturduk. O arada bloguma yazmayı istediğim “dövme” konulu yazıyı yazdım. Daha sonra da askeri malzemeler almak için bir dükkana girdik. Taksiye atlayıp birliğimize teslim olduk. Haftaiçi olduğu için nöbet falan yoktu. Zaten istese de yazamazdı yazıcı, hazır kıtada olduğum için. Biraz dinlendikten sonra aşağıya inip televizyon izlemeye başladım. İlerleyen saatlerde uyku bastırmaya başladı ve masanın üstünde uyuya kaldım. Sandalyeleri yan yana dizip üstünde uyudum. Kafamı bir kaldırdım ki saat on bir olmuş. Biraz da masanın üzerinde uyudum yarım saat kadar. Arkadaşın biri beni kaldırıp “istirahat et” diyene kadar uyudum. Silahımızı alıp yukarı çıktık. Çamaşır makinesinin boş olduğunu görünce eşyalarımı getirip yıkadım. Aslında böyle her şeyi anlatmak istemezdim ama o gün gerçekten sivil olmanın ne kadar değerli bir şey olduğunu gördüm. Elimdeki imkanların kıymetini bilmediğimi farkettim. Sokakta elini kolunu sallaya sallaya istediğin saate kadar gezmenin kıymetini anladım. Şuan için emir altında olduğumdan kendimi devamlı kısıtlanmış hissediyorum. Askerlik gerçekten de insana bir şeyler öğretiyor.
Çarşıdan Fransızca el kitabı, İngilizce bir roman aldım. Sanki romanı okuyabilecekmişim gibi. Fransızca’yı mümkün olduğunca ilerletmem gerekiyor. Bunun için ilk önce sık kullanılan cümleleri ezberlemem gerekiyor. El kitabı almamın nedeni de bu. Bir şekilde zaman bulup şu üç işi helletmem gerekiyor.
- Fransızcayı ilerletmek,
- J. K. Rowling “Boş Koltuk” romanını bitirmek,
- Thomas More “Utopia” romanını bitirmek.
Kendime yine görevler yüklemeye başladım. Umarım en kısa zamanda şu işleri aradan çıkartırım.
(Olayları yaptım ettim şeklinde anlatıyorum çoğu zaman. Yazıları bu kadar basit bir tarzda yazmamın iki nedeni var. Birincisi, yazıları, yaşanan olayları hatırlayabilmek için yazıyor olmam; ikincisi, yazıyı eğer yaşanan gün yazmazsam başka bir gün yazamam düşüncesi. Yazıları daha sonra düzelteceğim zaten.)
Günlerden cumartesi. Dün öğle yemeğimi yedikten sonra yukarı çıkıp biraz uyudum. Öğle içtimasını ulaştırmada alacaklardı. Silahlarımızı alıp hemen ulaştırmaya gittim. Oraya vardığımda kimsenin silah almadığını gördüm. Benden sonrakiler de silah alıp gelmişlerdi. İçtima bittikten sonra komutanın söylediği bir tabloyu Excel’de yapmak için yazıhaneye gitmek için yola koyuldum. Yanımda Selim Can vardı. AMK’nın önündeki kolamatikten bir şeyler almak istedik. Bedavacı da oradaydı. Selim’e bir icetea ısmarladıktan sonra o da elini uzatmış, espri yapıyormuşçasına benden kola ısmarlamamı istedi. Şöyle bir güldüm, sonra arkama bile bakmadan gittim. Yazıhanenin sevmediğim -daha doğrusu bir türlü sevemediğim – yazıcısı oradaydı. Çocuğu sevmeye çalışıyordum ama nedense yapamıyordum davranışları yüzünden. Kendisini övecek, mutlu edecek şeyler söylemeye çalışıyordum. Ben komutanın istediği çizelgeyi bilgisayarda ayarlarken o da nöbet çizelgesini hazırlıyordu. Nöbet çizelgesinin çıktısını imza defterine koyacaktı. İşe başlamadan önce çok yoruldum, bunaldım gibisinden bir şeyler söyledi. Sonra yanına gidip insanlık namına iyilik olsun diye çizelgeleri ben imza defterine yerleştirmek istedim. Daha sonra kendi ismimi aradım listede. Dört saat silahlık nöbeti yazmış bana. Bir arkadaşıma da (bedavacı) dört saat silahlık nöbeti yazmış. Hazır kıtanın hepsi yarın nöbet tutacak deyince nöbet çizelgesine tekrar baktım. Beni 2-4 nöbetine yazmış. Diğerlerinin isimlerine de baktım. Hazır kıtadan sadece koğuş görevlisinin, çavuşun ve bedavacının ismi yoktu. Diğer ikisini anlıyorum da beden bedavacının ismi yoktu?
Bedavacının şöyle bir özelliği var. Komutanların yanına gider, onlarla çıkarlarını koruyabilmek için yakın temasta bulunur. Yani ilk önce ortamı yumuşatır, kendini tanıtır. Daha sonraki sohbetlerinde de Mithat Hatipoğlu gibi acıklı gözlerle derdini anlatır. Tabi sonunda da bir şeyler kazanır. Haklı ya da haksız.
Yazıhanede çalışan başka bir yazıcıya gelip benim çim sulamadan düşür demiş bedavacı. Zaten hiçbir işi olmayan arkadaşımız, bir de gelip bunu söylemiş 🙂 – ki sulama da yapmıyordu doğru dürüst. Bugün de silahlığa tıraş olmadan, kamuflaj giymeden gitmiş. Geçen hafta da aynı şeyi yapmıştı ama hiçbir şey söylememiştim. Normalde oraya tıraşsız ve kamuflajsız gitmek yasak. İster hafta sonu olsun, ister hafta içi. Bugün öğlen devriyesi vardı. Gitmiş devriyeyi başkasına kitlemeye çalışmış. Mazereti de “ya şimdi kim gidip tıraş olacak, kim gidip kamuflaj giyecek” imiş. Duyunca şok oldum. Rahatlığın bu kadarı. Adam hem kamuflaj giymiyor, tıraş olmadan silahlık görevi yapıyor, hem de devriye atmaya gitmiyor. Devriyeyi başkasına vermek zaten suç, herhangi ciddi bir gerekçe olmadıkça. Hem görevini yapmıyor, hem de insanları kullanmaya çalışıyor. Ayıp.
İnsanın içinde utanma duygusu olacak…
Son zamanlarda hiç yazamaz oldum. Günler su gibi akıp geçiyor. Günlük hayatın akışından kurtulmak zor geliyor. Kurtulduğum zaman da zaten ya elimdeki J.K. Rowling – Boş Koltuk kitabını okumaya çalışıyorum ya da Fransızca çalışmaya çalışıyorum. Kitap okumaktan ziyade Fransızca çalışıyorum. Aklıma gelen önemli şeyleri aşağıda anlatayım.
Son günlerde uykusuzluk adına pek bir şey yok. Bu durum benim açımdan gayet iyi çünkü gün içinde Walking Dead’daki wolkers‘lar gibi dolaşan biri gibi görünmek istemiyorum.
Çim sulama olayını bölük komutanı ile görüştüm. Acemilerin gelmesine on gün kaldığını, biraz dayanmam gerektiğini söyledi. Umarım acemiler geldikten hemen sonra bu durumdan kurtulurum.
Dün kısa dönem acemilerle tanışmaya gittik. Tiplere baksan pek kısa dönemmiş gibi gibi durmuyorlardı. Daha çok güneşin altında yanıkları olan ameleler gibiydiler. Vaktinde bizim olduğumuz gibi. Onlara bakınca kendi acemiliğim aklıma geldi. Ustalıkta ne iş yapacağız? Hangi bölüğe gideceğiz? Askerlik kolay geçecek mi gibi sorular sorardım. Onların kafalarındaki bütün soru işaretlerini gidermeye çalıştık. Gitmekte biraz geç kalmıştık, sekiz günleri vardı ama yine de önden bir görüşmek iyi geldi onlara.
Bu aralar bazı arkadaşlarla aram iyi değil. Kendileri bilmiyorlar tabi. Aralarında bir bedavacı var, ki kendisi rol yapmaya bayılıyor, kendini her zaman ön plana çıkarmaya çalışıyor. Tabi burada bunu farkedebilecek kişi sayısı az ya da yok. Farkeden pek kimse de olmayınca yaptığı saçmalıklar başkalarının hoşuna gidiyor. İşi sıkışınca yanıma gelip ya bugün benim yerime sen gidebilir misin diyen adam, yemekhaneden aldığı ekmek ve peynirle tost yaptırmaya giderken beni hiç de hatırlamayan adam. Önemli olan tost falan değil, şuan bile gitsem istediğim kadar satın alabilirim ama… Yakında postayı koyacağım, o zaman anlar umarım. Bir de geçmiş gün yanıma oturup telefonda konuştuğu kişiye bedavaya tost yediğinden bahsediyor. Bir de bunu ballandıra ballandıra anlatıyor. Bu olay olduktan yaklaşık iki saat sonra kendi kalitemi korumam gerektiğini hatırladım. Bunu her daim kendime hatırlatmam gerekiyor.
Onbaşılık rütbemi alalı iki hafta oluyor, sanırım daha önce bundan bahsetmedim.
Bu hafta tutanak yediğim için çarşı iznim iptal oldu. Normalde pazar günü çarşıda olmam gerekirken sekizden akşam dokuza kadar silahlıkta durdum. Öğle arasında devriye attım. Devriyede sorun çıktı. Her neyse. Diğerleri – benimle aynı cezayı alan bir iki kişi – günde sadece iki saatlik nöbet tutarken benim silahlıkta o kadar saat beklemem pek adil değildi. Benden başka tutabilecek kimse yoktu herhalde. Bunun üstüne akşam hazır kıta olmam beni benden gerçekten aldı götürdü. Hani şanssızlık olur da bu kadar olur. O gün birçok şeyden nefret ettim. Haksızlıklardan, askeriyenin sorgusuz sualsiz yargılayışından, üst rütbelilerin sorumsuzluğundan, hemen hemen her şeyden. Dayanmaya çalışıyorum.
Son birkaç gündür uykusuz kalıyorum. Hazır kıtada gece saat on ikiye kadar beklemek zor oluyor bazen. Bütün gün üzerinde üniformayla geziyorsun. On ikiden sonra duş almak istesen saat biri buluyor. Zaten sabah altıda uyandırıyorlar. Yani kısacası her gün beş saat uyuyorum.
Yanımdaki arkadaşlardan bir tanesi yavaştan sinirlerimi bozmaya başlıyor. Adam resmen insanlarla oyun oynuyor. Kendinden aşağıda gördüğü insanları kullanmaya çalışıyor, onların üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyor. Milletin abi çektiği insanlara da kardeşmiş gibi yaklaşmaya çalışıyor. Şöyle söyleyeyim. Kendinden aşağıda gördüğü insanlara bir şeyler ısmarlatmaya çalışırken milletin abi çektiği insanlara bir şeyler ısmarlıyor, gözlerine girebilmek için. Böyle biri olduğunu zaten biliyorduk, düzelmiştir diye düşünmüştüm ama görünen o ki düzelmemiş. Yavaştan aradaki bağları zayıflatmaya çalışacağım.
Daha doksan küsür günüm var ama şimdiden normal yaşantımı özlemeye başladım. Sabretmeye çalışıyorum. Yapabileceğim başka hiçbir şey yok.
Şuan yazının devamını kantinde yazıyorum. Az önce gelen komutan kantinciyi çağırmam için beni yukarıya gönderdi. Yukarı çıktım ve kantinciyi Hasan Abilerin koğuşunda buldum. İlginçtir ki daha önce bahsettiğim arkadaş (bedavacı) da oradaydı. Adamlar bana “komutan bütün hazır kıtanın aşağıya inmesini söyledi” diyorlar ama kendileri yukarı çıkmış artist artist, ayaklarını ayırarak, kollarını kafalarının arkasına atmış uzanıyorlar. Hayatımda bu kadar artist insanı bir arada görmedim. Hani Hasan Abi tamam, adam görmüş geçirmiş ama diğerleri? Çocuk yirmi küsür yaşında ona buna kafa tutuyor, ukala ukala konuşuyor, külhanbeyiymiş gibi davranıyor… Basitliğin bu kadarı…
Yazıyı birer ikişer saat aralıklarla, müsait oldukça yazıyorum. Az önce evrak almak için karargaha gittim. İşimi hallettikten sonra dışarı çıkıp disiplin subaylığına gidiyordum ki karşımda Ergin Erdem’i gördüm. Ayağında çorap terlik, pat pat yürüyordu. Nereye gittiğini sordum. “Gidiyorum” dedi. Terhis olmuştu. Kulağındaki sorun nedeniyle tam olarak duyamıyordu ve çürük raporu almak için askeri hastaneye, Erzurum’a gitmişti. Oradan dönüp iki hafta sonra da buradaki askeri hastaneye gitti. Çürük raporunu da kaptı sonunda. Zaten almasını da bekliyorduk. Çocuk şimdi elini kolunu sallaya sallaya gidiyor.
Askerlik gerçekten de yapılması gereken bir görev. İyisiyle kötüsüyle insana bir şeyler katıyor. Kısa dönem askerler tam ortama, insanlara alıştım derken çekip gidiyor. Usta birliğime geçtikten sonra bir çok insanla tanıştım. Kısa dönemlisi olsun uzun dönemlisi olsun hemen hemen hepsi iyi insanlardı. Onları kötü yapan tek şey vardı, o da askerliğin yarattığı psikolojik baskıydı. Şimdi çoğu gitti. Tam alıştım, ısındım derken onlar çekip gitti. Kısa dönemliler olarak ayrılan çok insan görmüyoruz fakat uzun dönemliler epey bir dönemi gönderiyor gözlerinin önünden. Biri giderken diğeri geliyor ve yeni gelene alışma dönemi başlıyor onlar için. Zaten yenisine alışana kadar gelen gidiyor. Bu kez daha da yenisi geliyor. Böyle böyle hayat devam ediyor onlar için. Ta ki kendilerini de başkaları gönderene kadar.
Basit kelimelerle anlatmak açıklayıcı olmuyor, biliyorum. Hayat gerçekten çok garip. İnsanı nerelerden nerelere sürüklüyor… Ne tür insanları karşısına çıkarıyor… Şuan aklıma Amerika’da olduğum günler, sokaklar, caddeler, yemyeşil bahçeli evler, evlerin üzerinden batan akşam güneş geliyor. Avrupa’da kaldığım yurdu, odayı ve sekizinci kattan dışarıyı izlediğim pencereyi hatırlıyorum. Rafa’nın cama yapıştırdığı termometreyi hatırlıyorum. Bunlar sadece beş yıl içinde yaşadığım şeyler. Sadece beş yıl!. İnsan bir garip oluyor bunları hatırlayınca. İleride daha nerelere gidip kimlerle karşılaşacağız, kim bilir?
Normalde bu yazıyı bir önceki gün, yani Ramazan Bayramı’nın birinci günü, yani günlerden cuma. Bugün etrafımdaki insanları isimlerini vererek – ki normalde hiçbir kimsenin ismini açık açık yazmıyorum – anlatacağım. İlk olarak kendime yakın olan insanlardan başlıyorum.
Selim Can Temmelli: Selim yüksek bilgisayar mühendisi. Yüksek diyorum çünkü bu onun için büyük bir önem arz ediyor. Yüksek lisans yaptığı için kendine böyle bir sıfat eklemiş. Mantıklı düşünen, zeki bir çocuk. Masa başı bir işi var. Karargahta – bizim tabirimizle galaksi (yıldızlılar çok) – çalıştığı için komutanlarla yüz yüze oluyor. Onlarla yaşadığı bütün şeyleri gelip bize anlatıyor. Bazen hoşumuza gidiyor, bazen de dalga geçiyoruz her şeyi büyük bir olaymış gibi anlattığı için. Ama genel olarak baktığım zaman, benim yakın arkadaşlarımdan biri. Güvenebileceğim biri. Mantıklı biri – ki burada en çok ihtiyacım olan şey mantıklı şeyler düşünen akıllı insanlar. Askeriyede bu tip insanları bulmak zor. Bazı yönlerden benim gibi düşünüyor. Selimin en kötü yanı, bana göre, ota boka hasta olması. Çok çabuk hasta oluyor. Yemekhanede çıkan yemekleri beğenmediği için yemiyor ve bu yüzden de vücudu dirençsiz kalıyor. Ekstradan vitamin falan almaya çalışıyor ama nafile. Yine hasta oluyor. Güncelleme: Selim’in erken terhis için komutanlara ağlaması, kişiliğinden üç gün için ödün vermesi, insanların ve benim gözümde hayal kırıklığı yarattı. Öyle biri olduğunu bilmiyordum açıkçası. Ne zaman Selim’in adı geçse bu olayın konusu açılıyor ve üç gün için saki çektiğinden bahsediyorlar. Bir şey söyleyemiyorum çünkü haklılar, haha. Neyse, o kadar ağladı, gözyaşlarının bir bedeli olmalı.
Ali Kadiroğlu (Muş): Ali Muş’lu. Eren’in onu taklit etmesine sinirleniyor, gülüyor. Revirde görevli. Hasta getir götür işini ona yüklediler. Kendisi ziraat mühendisi. Birçok sınava giriyor, girdiği sınavlara yatırdığı paralardan yakınıyor. Bazen yüzüne bakınca insanın gülesi geliyor. Saçı seyrek, arkadaşların deyimiyle vücudu top yumağı. Namaz kılar, orucunu tutar, camiye gider. Dinibütün bir arkadaş. İyi niyetli, mantıklı konuşuyor. İngilizce bizim ortak noktalarımızdan bir tanesi. Boş olduğu zamanlarda ingilizce çalışıyor. Tabi yanında benim gibi bir kaynak olmasına rağmen neden yalnız çalıştığını anlayamıyorum. Güncelleme: Ali ile aram şu aralar pek iyi değil. Pek işi olmamasına rağmen kendisine küçük işler verildiğinde şikayet ediyor. Bu tip insanları sevmediğim için aramız iyi değil şu aralar. İleride nasıl olur bilmiyorum. Güncelleme: Son zamanlarda iyice saçmalamaya başladı. Kıskançlık hat safhada, ne desem batıyor. Hem hiçbir iş yapmıyor hem de söylenip duruyor. Söylediklerimi anlayabilmesi için beyninin sınırlarını zorlaması gerek; normal bir insan kapasitesine yetişse yeter. Neyse, yüzünü bir daha görmeyecek olmam beni mutlu ediyor.
Ergün Akdağ: Ergün, kendisine de defalarca kez söylediğim gibi, boş konuşan biri. Yani her zaman boş konuşmuyor, söylediği şeylerin yüzde kırkı gereksiz. Bu yüzden çoğu kişi Ergün’ü sevmez. Ama onun şöyle bir özelliği var. Çok mantıklı konuşuyor. Kendisi ile ilgili bir sorun olduğu zaman ona hak vermeniz yüzde doksan olası. Kendine göre sebepleri var ve bu sebepler çok mantıklı. İnsanların dediklerini pek kafaya takmadığı için karşınıza alıp rahatlıkla düşüncelerinizi söyleyebilirsiniz.
Ümit İsgilip: Aynı koğuşta olmamıza rağmen kendisini pek göremiyorum. Nizamiyeci olduğu için sabah gidiyor akşam saat sekizde koğuşta oluyor. Bu yüzden pek muhabbetimiz olmuyor. Genelde Caner Aksakal ile konuşuyor konuşursa da. Diğer nizamiyecilerle de arası iyi, onlarla takılıyor genelde. Garip bir kişi aslında. Yani ne iyi ne de kötü. Pek anlayamadım. Güncelleme: Ümit kendisi hakkında yazdıklarımı okumuş – haha. Aramız kayıt kabul günlerinden beridir iyi. Eskisine nazaran daha çok sohbet etmeye başladık.
Levent Yangöz: Levent şu zamana kadar gördüğüm en düşünceli, kibar insanlardan bir tanesi. Askere geldiğim gün koğuşta bizimle ilk ilgilenen kişi oldu. O günden bu güne bizimle hiç usanmadan ilgilendi. Onunla sohbet etmeyi harbiden seviyordum. Bazen gece tostçusuna kadar gidip bir yandan tostumuzu yerken diğer yandan sohbet ederdik. Kendisi matematikçi. Acemilikte en sevdiğimiz kıdemli askerlerdendi. Belki de sadece onu seviyorduk kıdemli olarak. Dışarıda görüşmek isteyeceğim kişilerden bir tanesi.
Oğuz Karakaya: Oğuz benim body’im. Acemilikteyken en yakın arkadaşım sayılırdı, şimdi Hizmet Bölüğü’nde tostçuluk yaptığı için pek görüşemiyoruz. Bol bol tost yapıyor, güzel de yapıyor. Çok ama çok iyi niyetli biri. Coğrafya öğretmeni ama henüz atanamamış. İnşallah en kısa zamanda atanır istediği yere. Nevşehirli olmaktan büyük bir gurur duyuyor. Hemşerilerinden birini görünce sanki anasını babasını görmüş gibi seviniyor. Onun bu haline bayılıyorum.
Ahmet Sağlık: Ahmet karadenizli bir arkadaşım. Çok yakınım sayılır. Giyindirmede görevli normalde ama şu sıralar orada iş olmadığı için çim sulatıyorlar. Sarışın/turuncu saçlı, yeşil gözlü, pantalonunu beline kadar çeken bir arkadaşım. Kore ile ilgili çoğu şeyi seviyor. Özellikle Kore dizilerine bayılıyor ve ileride Korece öğrenmek istiyor. İnternet kafeye gittiğimizde yaptığı ilk iş Kore dizilerini izlemek, o derece. Sevimli, aklı başında biri.
İsmail Ünal: İnşaat mühendisi olduğu için kendisini hizmet bölüğüne verdiler. Orada boş boş işlerle oyalanıp vaktin geçmesini bekliyor. Çarşı izinlerinde genelde birlikte takılıyoruz. İsmail’de dikkatimi çeken şey yürüyüşü. Topuğunda bir sorun varmış gibi yürüyor. Genel olarak bakarsak iyi bir çocuk. Saygılı, efendi, aklı başında.
Karargah Bölüğü’nde sonradan tanıştığım bazı kişiler:
Ali Haydar Yılmaz: Öğretmen. Levent’in yakın arkadaşı. Kısa boylu, neşeli ve her daim güldürmeyi başarabilen bir kişiliğe sahip. Uzun süre boyunca aynı mıntıkada temizlik yapıyorduk. Gitmeden önceki son akşam birlikte masa tenisi oynadık. Uzun süredir tanımayı isteyeceğim ender kişilerden bir tanesiydi. Her defasında “gitmeyin olum, napacaksınız gidip de” dediğim bir kişiydi. Birlikte biraz daha fazla vakit geçirebilseydik iyi olurdu. Bu arada kendisi kısa dönem askerlerden bir tanesi.
Alper Gök: Ziraat mühendisi. Ali Haydar ile yakın arkadaş. Biz gelmeden önce sera ile ilgileniyordu. Seranın daha önce çok kötü olduğunu ve yeni haline – iyi hal – kendilerinin getirdiklerini sürekli söylüyorlar. Aslında tahmin edebiliyorum aradaki farkı. Ayrıca komutanlığın önündeki kadife çiçekleri, güller ve çimler onun önderliğindeki ekip tarafından yapılmış. Şuan komutanlığın önü çok iyi görünüyor. Bir bankada çalışıyor, muhtemelen buradan gittikten sonra da orada çalışacak. Beni ne zaman görse gıcıklığına “şafak kaç?” ya da “bir şafak söyleyin de keyfimiz yerine gelsin” Son zamanlarda ona söylediğim tek bir söz var: “Siz hala burada mısınız?”
Eren Akdaş: Eren çok ilginç biri. Günlük yaşamda bir gsm şirketinin şubesinde çalışıyor. Ailesi ile arası pek iyi değil. Aslında onun insanlarla arası pek iyi değil. Bu yüzden hep dışlanıyor. Aşırı derecede bir kötülüğü yok aslında. Sadece aklından geçirdiği bütün düşünceleri dışarıya iletiyor. Bu da insanlarla kendisi arasında sorun çıkartıyor. İlginç bir kişiliğe sahip olduğu için – ki ben de ilginç insanları severim – onunla takılmayı seviyorum. En çok hoşuma giden özelliği, kendi söylediği şeylere kendisinin gülmesi. Yaptığı esprilere değil, söylediği cümlelere gülüyor. Onun bu davranışı da beni güldürüyor. Söylediği şeyi tam bitirmeden gülmesi gerçekten komik bir görüntü ortaya çıkarıyor. Tabi bunu sadece benim farkediyor olmam onun açısından kötü. Komik biri.
Hasan Şahin: Nam-ı diğer Hasan Abi. Koğuş sorumlusu. Kabadayı davranışıyla ilk başlarda çok itici geliyordu fakat daha sonra bu duruşuna saygı duydum. Bölük resmen onun sayesinde düzen içinde. Bunu herkes söylüyor. Adam gibi adam, delikanlı. Delikanlı insanları çok severim. Başından çok fazla olay geçmiş. Bir ara Hollanda’da yaşamış uzun süre, sonra İtalyan bir kadından çocuğu var, sabıkalı vs. Bunlara rağmen eğer bir insan bu kadar çok sevilebiliyorsa… Adaletli biri. Birine yapılan bir saygısızlığı kaldıramıyor. Daha geçen gün sırf bu yüzden bir çocuğu dövdü (çok fazla değil). Hak etti diyebileceğim bir olaydı.
Şahin Akın: Diğer adıyla Şahin K. Şahin hemen hemen herkese sulanıyor. Bunun mental bir bozukluk olduğunu düşünüyor herkes. Birilerinin yanına gelip karıcığım, kocacığım şeklinde şeyler söyleyip yanına kadar sokulmaya çalışıyor. Tabi karşıdaki kişi de müsaade etmiyor. İki hafta önce birlikte nöbet tuttuk ve ciddi bir şekilde konuştuk. O sapıklığına rağmen medeni bir şekilde muhabbet edebileceği çok konu var. Bilgili bir çocuk ama işte ailevi nedenlerden dolayı biraz sorunu var.
Orhan Aydemir: Orhan, Şırnaklı bir arkadaş. Orta boylu, renkli gözlü, hafif sarışın biri. Depocu olarak görev yapıyor. Bir ara sulama yapıyordu. O kadar çok suluyordu ki çimleri, artık çimlerden dallar çıkıyor, çiçekler açıyordu. Hatta Orhan için betondan çim çıkaran adam olarak bahsediyorlardı. Uyanık bir arkadaşımız. İçtima vakti çim sulamaya gidiyordu sırf çalıştığını bize ve komutanlara gösterebilmek için 🙂 Halbuki biz onun çok çalıştığını biliyorduk. Komutanlar da biliyordu. Ustalığa geldikten iki hafta sonra bölük komutanı takdir belgesi bile yazdırmıştı onun için. O derece iyi suluyor ve çalışıyordu. Çimler o kadar çok sulanıyordu ki suyun içinde adeta yüzüyorlardı. Akıllı, gece de suyu açık bırakıp gidiyordu, sırf yemyeşil olsunlar diye. Bazen tek bir hortum yetmiyor, iki, hatta üç hortumun vanasını açıp üç hortumla sulama yapıyordu. Bir gün komutanlığın önünden geçerken suyun yukarıdan aşağıya doğru aktığını gördüm. Tamam dedim, Orhan hala çim suluyor. Dönüp bir de baktım ki Orhan yok. Akıllı hortumu ağacın dalına takmış, çimler öyle sulanıyor. Adam sulamada devir atlamış resmen. Bir ara tugayda sular kesilmişti. Aramızda “Hep Orhan’ın yüzünden. Çimleri o kadar sularsa, tugayda tabi ki su kalmaz” diye espri yapıyorduk. Belki de harbiden haklıydık, Suyu Orhan bitirmiş olabilirdi. O hafta bir gün çimleri sularken şu sözü söylemişti: “Erzincan’ı sevmiyorum, suyunu bitirecem!”. Tabi bunu duyunca gülmekten yerlere yattım. O kadar çok saf bir duyguyla söylemişti ki bu sözü… Bir gün nöbetçi astsubvay karargah binasının önündeki kamelyada hazır kıt’a’nın içtimasını almak istedi. Hepimiz toparlanıp kamelyanın önünde dizildik. Komutan tek tek soru sordu, elindeki kağıda bakarak. Kan gruplarımızı, silah numaralarımızı ve mangada ne görev yaptığımızı. Birkaç kişiye soru sorduktan sonra komutan Orhan’a görevinin ne olduğunu sordu. O saf ve masum yüzüyle “Sulamacıyım, depocuyum…” dedi kelimeleri uzata uzata. Bir yandan bunu söylüyor, diğer yandan da koluyla depoyu ve çimleri işaret ediyordu. Hepimiz gülmekten yarıldık. Söylemesi gereken tek bir şey vardı, avcı er. Yaptığı diğer işlerden o kadar çok bıkmış olmalıydı ki bir hışımla şikayet edermiş gibi bunları söyledi. O günden sonra “sulamacıyım, depocuyum…” sözü bir espri sözü olarak kaldı. Orhan, hatırlamak istediğim ender insanlardan…
Ali Beytaş: Şuan kendisi hakkında yazı yazarken yanımda kafasını masaya koyup uyuyan kişi. Ali, Balıkesirli. Trakya aksanıyla konuşuyor. Tam bir asker tipi var. Orhan’ın kankası. İkisi birbiri olmadan yapamazlar, Zeki Alasya ile Metin Akpınar gibiler. İkisi de depodan sorumlu. Yeni gelen bölük astsubayı bu ikisinin ismini ezberlemiş. Disiplin Subaylığı’nda astsubayın “Aliii…Orhaaaannn…” seslerini rahat bir şekilde duyabiliyoruz. Ali uzmanlığa başvurmuş ve sınava girecek kasımda. Bunu daha bugün öğrendim. Çocuğun yüzünde güller açıyor resmen. İnşallah hakkında hayırlısı olur. Unutmak istemediğim ender insanlardan biri.
Şükri Sınacıoğlu: Şükri, Gaziantepli. Tekerliği ve motoru olan her şeyden çok iyi anlıyor. Bölükte ona Einstein diyorlar. Harbiden de öyle. Her bir boktan anlıyor herif. Geçenlerde çim makinesi bozuldu, geldi hemen yaptı. Televizyonun duvara asılması gerekti, Şükri halletti. Elinden her iş geliyor maşallah. Kendisini çok seviyorum, o da beni seviyor, sayıyor. Onun yeri benim için gerçekten ayrı. Bana devamlı “optik” diye sesleniyor. Yanıma sokulup “gözlüğünün camının çerçevesi olam” ve “gözlüğüm Rayban, parçala beni hayvan” diyor. Hiçbir zaman yaptığı şeylerden dolayı onu terslemiyorum, kötü bir şey yapsa bile. Biliyorum ki o her şeyi iyi niyetiyle, o iyi kalbiyle birlikte yapıyor. İnsanlar hakkında kötü düşünmeyen biri. Güvenebileceğiniz türden bir insan.
Yazı devam edecek…
Bugün bayramın birinci günü. Sabah erkenden kalktık, tıraşımızı olup kahvaltımızı yaptık her zamanki gibi. Mıntıkayı falan da aradan çıkardıktan sonra içtima için yatakhanenin önüne dizildik. Tezkeresini alan bir arkadaş vardı. Hepimizle vedalaştıktan sonra gitti. Bayram için tören yapılacaktı, o yüzden bu saatte uyanıp hemen hazırlandık. Bu arada önceki gün kantinde hazır bulunmadığım için yediğim tutanağı da yazının bir kenarına ekleyeyim. Tören alanına düzgün bir sıra halinde geçtik. Oraya vardığımızda daha kimse yoktu. Tribüne geçip oturduk. Bu arada tören alanına bir yemek masası koydular. Üstüne kırmızı ve beyaz bir örtü serip üstüne büyük siyah poşeti koydular. Millet sıraya girip bayramlaşmaya başladı. Poşetin içindeki küçük poşetlere koyulmuş şekerleri de tek tek sırayla verdiler. Tribünden oraya gidip sanki sadaka alıyormuş gibi o şekerlerden almayı reddettim kafamda. Arkadaşlarla bayramlaşıp tokalaştıktan sonra sıraya geçtik tekrardan. Standart tören programı açıklandı, birileri kalkıp konuştu, bayramımızı kutladı. Komutanlar da gelip tek tek bayramımızı kutladı ve yemekhane/yatakhane bölgesine tekrar gittik. Komutan çarşı defterlerimizi imzaladıktan sonra üstümüzü giyinmeye gittik. Orada da birkaç kişi ile bayramlaştıktan sonra kütüphanede görevli olan arkadaşı almak için yola çıktım. Biraz da orada vakit harcadık ve sonunda nizamiyeden çıktık. Otobüsle şehri merkezine gittik. Bir dönercide yemek yedikten sonra kıraathanenin birinde çay içtik iki kişi. Karşısındaki internet kafeye girdik. Şuan oradan yazıyorum.
Facebook’a yazmayı düşündüğüm, bu hafta okumaya başladığım kitaptan bir alıntı vardı. Yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyordum ama buraya iliştireyim.
Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki,
ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.