Açılan Kategori

2016

Nisan

8 Nisan 2016

Son bir haftadır, bir şirketten haber bekliyorum. Geçen hafta çarşamba günü mülakata çağırmışlardı. Bu hafta belli olması gerekiyordu fakat hala haber bekliyor olmam beni biraz kuşkulandırdı. Arkadaşlara şirketin ismini söylediğimde pek iyi şeyler söylemediler açıkçası. Sirkülasyon çok oluyormuş. Yani işçi alımları çıkarımları epey bir oluyormuş. Doğrusu nasıl bilmiyorum, abartıyorlar diye düşünüyorum. Bir işe mutlaka girmem lazım ama hala bekliyor olmam beni umutsuzluğa götürüyor. Boş bir insan olsam hadi neyse de bir özeleştiri yapacak olursam, gayet düzgün, yenilikçi, kolay kolay pes etmeyen, sabırlı, teknolojiyi yakından takip eden, insanlarla olan ilişkisi iyi biriyim. Olumsuz gösterebileceğim pek yönüm yok gibi bana göre. Benle birkaç gün takılan kişi zaten nasıl biri olduğumu anlar. Kendimi kanıtlama gibi bir olayım yok. Falan filan…

Söylediğim gibi, hala haber bekliyorum. Olursa güzel olur, olmazsa kısmet diyorum. Çünkü kendimi paralamama gerek yok. İşi istiyor muyum? İstiyorum. Ama ya olmazsa? Olmazsa olmaz işte. Bunun bir açıklaması olmaz ki. Kendilerine göre uygun biri değilmişim der, önüme bakarım.

Dün Halil’le buluştuğumuz son gündü. Üniversiteden yakın arkadaşlarla toplanmak istedik. Mekan olarak da Ziyapaşa Bulvarı’ndaki Caribou Coffee’yi seçtik. Tabi karnavalın o gün başladığını bilmiyordum. Ta ki arkadaş mesajla yazana kadar. Ziyapaşa’ya otobüsle gidebilmek için Duygu Kafe’ye gittim. Gençlik Parkı epey kalabalıktı. Nedir bu kalabalık derken motorsikletlileri gördüm. Üstüne arkadaş da karnavalın olduğunu mesajda söyleyince “eyvah” dedim. Yer bulabilir miyiz? İki bayan arkadaş sosyete mekanı olan Big Chefs’e girmişler. Oturup bir şeyler içmişler. Tabi ben o tip yerleri sevmiyorum. Kendini burjuva zanneden insanlar, almış ellerine çatal bıçak, tın tın tın önlerindeki avuç kadar yemeği yemeye çalışıyorlar. Haklılar aslında, o kadar para verdikten sonra ben de olsam ben de azar azar yerim. Tabi böyle bir şey olmayacağı için… Biraz oturduk, diğerlerinin nerede olduğunu merak ettik. Bu arada arkadaşlardan biri “burada oturalım, burası güzel” dedi. “Ya, böyle kasıntı bir yerde oturmak hiç bize göre değil” diyecektim. Hem bizim amacımız, hep beraber oturup güzelce sohbet edebilmek. Hatta sırf bu yüzden sessiz bir yere gidelim diyorduk. Big Chefs’te o kadar çok ses vardı ki, insan karşı oturduğunun sesini duyamıyordu. Hem pahalı, hem sesimizi duyamıyoruz. E ne anladık? Hayır, yani bu tip lüks yerlere karşı değilim, bana göre kendileri lüks de sayılmaz ama, sevmiyorum işte. İçindeki insanların davranışlarını, onların bağırarak konuşmalarını, birbirlerine küçümseyerek bakışları hiç hoşuma gitmiyor. Neyse, bir erkek arkadaş geldi, onunla birlikte çıktık hep beraber dışarı. Caribou’ya gittik, üst katta Halil vardı. Oturduğu yer üç kişilikti, bize yedi kişilik yer lazım. Cam kenarında bir yer bulduk ama orası çok dar geldi. Arkadaşla dışarıda yer bulur muyuz diye baktık ama bulamadık. Sonra “Şu Starbucks’a mı bir baksak” dedim ve oraya gittik. Üst kat bomboştu. İnsanların hep oturmak istedikleri bir köşe var, oranın boş olduğunu görünce hemen oturduk, diğerlerini çağırdık. Onlar da karşı taraftan geldiler yanımıza. Son iki kişi vardı gelmeyen, onlar da bir süre sonra geldi. Konuşmaya başladık. Konular genelde yüksek lisansla ilgiliydi. Benlik bir durum olmayınca pek ilgimi çekmedi. Halil’in de ilgisini çekmiyor gibiydi ama herkesin yüksek lisans yaptığını öğrenmesi, onu biraz şaşırttı aslında. Biraz da garipsedi. Kendisi mühendislikle alakasız bir işte çalışıyordu. O gece pek konuşmadım, sadece konuşanları dinledim. Saat ona doğru gelince ilk önce bayanlardan biri kalktı, yarım saat sonra da hep beraber kalktık. Arkadaş arabayla sağolsun hepimizi evinin yakınına bıraktı. O gün benim için pek verimli geçmedi. Halbuki verimli geçeceğini düşünüyordum. Arkadaşlarla hoş vakit geçirmek, verim ölçütü.

Gece eve gelir gelmez beni aldı bir karamsarlık. Oturdum SAP çalışmaya başladım. SAP de oturup çalışılacak bir şey değilmiş. İlla ki bir şirkete girip orada öğreneceksin. Youtube’de SAP anlatan bir Hintlinin videolarını buldum. Ondan çalışayım diyorum.

Mart

21 Mart 2016

Şu aralar yapmam gerekenlere odaklanamıyorum. Nedense evde harcadığım vakit azalmaya başladı. Önceden bütün gün evde otururken, sonradan evde duramamaya başladım. Bunların çoğu görüşmek isteyen arkadaşlardan dolayı. Zaman bir şekilde hızlı hızlı geçiyor. Ne zaman mart ayının sonuna geldik farkına bile varamadım.

Son on günümü, arkadaşlığımı kestiğim birinin ilişkisini anlamaya çalışmakla geçti. Ne dramatik bir ilişkileri var. Kız, oğlanı seviyor ve onsuz olamayacağını düşünüyor fakat oğlan ilişkinin devam etmesini istemiyor. What a fucking man this is. I will never understand how girls keep loving these kind of guys after unacceptable betrayals. Girl keeps shedding tears for him, I can bet she is hitting the dead horse, tears won’t take him back as she knows. People are intricatelly freaking fool about love.

I don’t wanna write more for March. Words fail.

Şubat

29 Şubat 2016

Çarşamba gününden beri Ankara’da, ablamların yanındayım. Sırf yeğenim çok istedi diye geldim, yoksa gelmeyi düşünmüyordum. Annem her gidişinde yeğenim “dayım nerede?” diye sorarmış. Pek inanmamıştım. Sabah geldiğimizde yeğenim uyuyordu. Bir süre oturduk oturma odasında. Annem, yeğenimi uyandırmak için yanına gitti. Uyandıktan sonra ilk sorusu “dayım gelmedi mi?” oldu.

Bu hafta ablamın formasyon sınavları vardı Gazi Üniversitesi’nde. Gece onunla birlikte gece saat ikiye kadar istatistik çalıştık. O kadar çok çalışmışız ki bildiklerimizi bile unutmaya başladık. Ertesi sabah, yani bu sabah, biraz daha çalıştık ve saat iki gibi okula gittik. Annemi de evde iki çocukla (çocuk diyorum ama beş yaşındaki yeğenim çok aksi, diğeri de devamlı kucak istiyor) baş başa bıraktık. Atladık arabaya, gittik Gazi’ye. Ablam iki saat arabayı (200 metre) uzağa bıraktığımız için söylendi. Girişteki güvenlik görevlilerine öğrenci kartı göstermemiz gerekiyordu ama öyle böyle girdik. Ablamın arkadaşı ile buluştuk. Kız hostesmiş. Onunla bir buçuk saat çalıştıktan sonra sınava girecekleri dersliğe geçtiler. Ben de yanlarında biraz oturduktan sonra sınava on beş dakika kala aşağıya indim. Eğitim Fakültesi ile kütüphanenin önünde banklar var. Oraya oturup kitap okumaya başladım. Elimde taşıdığım poşetin içinde de ice tea vardı, onu da açıp bir yandan kitap okuyor bir yandan yudumluyordum. On beş yirmi dakika sonra kitabı poşete geri koydum. Biraz da etrafı izleyeyim dedim. Başımı bir kaldırdım, önümden ambulans geçti. Hemen yan tarafta bir kalabalık grup vardı. Kızın biri sanırım sınavlardan dolayı epey bir gerilmiş ve vücudu kitlenmiş. Ambulansa sedyeye bindirirken elleri kilitli halde duruyordu. Ablamın sınavının bitmesine on beş dakika kala yukarı çıkayım, biraz da koridorlardaki banklarda oturayım dedim. Bankları öğrenciler ele geçirmiş, hepsi ellerindeki notlara bakıyor kaygılı bir şekilde. Ben de etrafta dolandım dakikalarca. Sınav o kadar çok zor geçmiş ki, çıkan herkesin suratı düşüktü. Ablamın çıkmasını bekledim. Onun da morali çok bozuktu. “Hiçbir şey yapamadım” dedi. Halbuki o kadar çalışmıştık ve bütün soruları yapabiliyorduk. Hocalar derste anlatılmayan yerlerden sormuş. Ah şu hocalar…

Arabaya kadar yürürken ablamı teselli etmeye çalışıyordum. Aslında ihtiyacı yoktu çünkü durumları iyiydi. Ablamın bir senede kazanacağı parayı, eniştem bir ayda kazanıyor zaten. Ablam da olayın parasal boyutuna bakmıyor, ileride çocuklar büyürse ben ne yaparım diye düşünüyor. Arabaya bindik gidiyoruz. Ablam hala sınavların zorluğundan bahsederken benim kafa başka bir şey düşünüyordu. Etrafıma bakıyordum. Dört şeritli bir yolda yüzlerce araba aynı doğrultuda gidiyordu. Birden Amerika’daki otobanlar geldi aklıma. Orada da insanlar evlerine giderken böyle büyük yollardan geçiyorlar hep. Sonuçta araba sayısı çok fazla. Ankara’da da araç sayısı çok fazla. Hemen hemen herkesin arabası var gibi. Benim asıl dikkatimi çeken lüks araba sayısının bu kadar çok olması. Biz Adana’da fazla görmeyiz böyle Mercedes, BMW falan. Ya var var da Ankara’daki gibi değil. Bu şehirdeki her üç arabadan bir tanesi BMW sanki. Ablamların oturduğu apartmanın kapalı garajı sanki BMW galerisi gibi. Her çeşit BMW var. Dört yüz binlik araç da var yüz binlik araç da. Binek dedikleri şey bu olsa gerek.

Araçla giderken bir arabalara bakıyordum bir de yüksek iş merkezlerine. İnsanlar nasıl böyle lüks şeyleri edinebiliyorlar gerçekten merak ediyorum. Onlar zeki de biz mi salağız? İnsanlar yirmi beş yılını verip bir ev alabiliyorlarken bu insanlar hem deli gibi harcama yapıyor, hem de ev araba sahibi oluyorlar. Akıl sır erdiremiyorum.

İşte biz de “aylık üç bin lira kazansak ne güzel olurdu” diye hayal ederken millet…

Şubat

23 Şubat 2016

Son iki gündür içim hiç rahat değil. İki gün önce bir şişe şarabı bitirdim can sıkıntısından. Sarhoş olmak istedim ve az bir şey oldum da. Öyle bir şişe şarapla sarhoş olacak insan değilim, sarhoş olmak istemediğim zaman olmuyorum ve sınırda duruyorum.

Bugün erken saatlerde teyzemlerden biri geldi. Oturduk uzun süre sohbet ettik. Anne tarafımdan birileri gelip böyle uzun uzun konuşunca içim rahatlıyor. Anne tarafım o kadar ılımlı ki – Allah’a şükür – iyi anlaşıyoruz. İyi ki varlar, seviyorum hepsini. Kuzenlerim de çok iyiler, tek sorun fazla vakit geçiremiyoruz. Neyse, teyzemle annem bir yere gittiler. Benim de dışarıda yapmam gereken işler vardı. İlk önce bankaya sonra da SGK’ya gittim. Önceki senelerde SGK’da onca saat beklerdi insanlar. Şimdi maşallah çok beklemiyoruz. Ülkede git gide bir şeyler değişiyor. Sıram geldiğinde bir görevli şu tarafa geçin dedi. Ben de tuhaf tuhaf bakarak geçtim. Sistem iyileşiyor ama insanlar yine aynı insanlar. Masada oturan görevliye durumumu anlattım ve o da beni başka bir yere gönderdi. Gittiğim yerde yine masa başında olan insanlar vardı. Gittim birinin yanına oturdum. Bana ismi söylenen kişi dışarıda sigara içiyormuş. Onu bekledim biraz. Daha sonra yanında oturduğum adamın oranın şefi olduğunu öğrendim. O da beni başka birine gönderdi. Gittiğim kişi yaşlı bir adamdı. Derdimi anlattım ve genç olduğumu görünce bana sevimli bir şekilde yardımcı olmaya çalıştı. Tabi benim derdimi anlatışımda biraz çocuksuydu. “Aklında sorular kalmasın, sor hepsini” dedi. Ben de diğer sorumu sordum. Sonra da teşekkür edip oradan ayrıldım. Genel Sağlık Sigortası’nı yatırmak için bankaya gittim. İçeride annemin kartını kullanarak sıra aldım. Numaram geldiğinde gişedeki kişiye “GSS’i buradan mı yatırıyoruz” dedim. O da bana ATM’den yatırmam gerektiğini söyledi. Başından sağmak için söyledi sanki ama ben yine iyiye yordum. Dışarıda sırada beklerken en önden biri çekip gitti. Sonra baktım ki insanlar sanki makine bozulmuş gibi bekliyordu. Arkamdan bir genç “noldu, bozuldu mu” diye sordu. “Kadının kartını yuttu, onu bekliyoruz” dedi. Sonra geçti hemen en öne, bir kaç numara girmeye başladı. Ben de öndeki kadına, “siz devam edin, o kartı arka taraftan alacak zaten” dedim. Ama tabi çocuk en öne geçmiş kendi işini halletmeye çalışıyordu. Ne kadar sinir oldum ama. Önümde de bir genç kız vardı. O da bana “ben de saygıdan dolayı bekliyorum ama…” dedi. “Valla kimseye saygı duymana gerek yok artık. Bak insanlar nasıl saygı gösteriyor” dedim öndeki çocuğu göstererek. Sonra sinirlenip çekip gittim. Ne de olsa başka bir yerden de yatırabilirdim. Çekip bir tanıdığımın yanına gittim. Onlarda biraz oturduktan sonra eve döndüm.

Yani insanlar harbiden gerizekalı. Ne saygı kalmış ne de ahlak. Eniştem Mitsubishi’de çalışırken Japonya’ya çok sık gidiyordu. Bir tecrübesini bana anlattı. Birgün bir yere bisikletle giderken bir kadın görmüş. Kadın bir şeyler satıyormuş. Eniştem durmuş ve almak istemiş ama fiyat konusunda pazarlık yapmak istemiş. Pahalı olduğundan değil hani, sadece tepkilerini görmek istemiş, Japonlarla pazarlık yapmak nasıl bir şey merak etmiş. Kadın 10 demiş, eniştem 8. Eniştem bir iki kere daha 8 deyince kadın 8 liralık malı 10 liraya satıyormuş gibi, kazık atıyormuş gibi göründüğünü düşünerek bin kere özür dilemiş ve 8’den vermek istemiş. Düşün yani, kadın sırf müşterisi pahalı gördü diye özür dilemiş. Tabi eniştem onu 10’dan almış ama Japonun bu davranışı çok hoşuna gitmiş. Şimdi nerede bizdeki o saygı?

Şubat

17 Şubat 2016

Günlerden çarşamba. Akşam babaannemlere yemeğe davetliyim. Yemek yerken bir yandan da televizyon isliyorduk. Telefonuma Mynet’in uygulamasından ileti geldi. İletide “Ankara’da patlama” yazıyordu. Pek önemsemedim, tüp falan patlamıştır dedim ama içimden acaba terörist saldırısı olabilir mi dedim. Kötüyü düşünmek istemiyordum, babaanneme “Ankara’da patlama olmuş” dedim. O da tam duymadı herhalde beni ki pek oralı olmadı. Yirmi dakika geçtikten sonra televizyonda son dakika haberleri çıktı. Daha sonra Mynet’teki haberi okudum. Sadece yaralıların olduğu söylüyordu. Ama her geçen dakika ölü sayısının arttığı belirtildi. İlk önce 10’du, sonra 11 oldu. Derken 18 ve 28… Bir terör saldırısı olduğundan şüpheleniyorlar. Başka ne saldırısı olabilir ki? Bir araba tüpü patlasa bu kadar kişi hayatını kaybetmez. Allah’ım, ölen insanlara rahmet eyle, ailelerine, akrabalarına, çevrelerindeki bütün insanlara sabır ver.

Allah rahmet eylesin!

Şubat

4 Şubat 2016

Vay anasını, tarihe bak, 4 Şubat oluvermiş.

Bugün bir iş görüşmesi için, aslında pek de iş görüşmesi sayılmaz, Koluman’a gittim. İstanbul’da bir satış pozisyonu varmış. Ben bunu pazarlama olarak biliyordum ama neyse. Gece geç saatte yattım. Bu tip durumlarda vaktinde kalkacağımı biliyorum. Ne kadar geç yatarsam yatayım, yapılması gereken şeyi mutlaka zamanında yaparım. Normal durumlar için bu olmuyor malesef.

Koluman’daki planlama departmanında Ezgi Hanım var, kuzenimin yakın arkadaşlarından. Kendisiyle bir önceki görüşmemde tanışmıştım. Güler yüzlü, pozitif bir kişi. Bana geçen hafta haber vermişti böyle bir pozisyon olduğunu. Ben de bizimkilere sormam gerektiğini söyledim. Hatta eniştemle bile görüştüm. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra tekrar aradım ve görüşmek istediğimi söyledim. Bana ertesi gün, yani bugün için saat bir buçukta randevu verdi.

Sabah kalktığımda saat onbirdi. Hemen duşa girip üstümü giyindim ve yola koyuldum. Koluman, Adana ile Mersin arasında bir yerde. Şehrin dışında, anayola çıksan bile en az yarım saat sürüyor arabayla. Tam vaktinde firmanın giriş kapısındaydım. Görevli görüşeceğim kişiyi, Veli Bey’i, aradı. Fakat Veli Bey beni hatırlamadı. Tabi bu biraz garip bir durumdu. Sonuçta görüşeceğin kişinin en azından ismini aklında tutabilir insan. Neyse, belki kafası çok doluydu, ondan unuttu. Beni sabah saat onbirde beklediğini söyledi. Bana da bir buçukta söylendiğini ilettim. “Bir karışıklık olmuş, neyse.. Şuan toplantıdayım ve epey bir uzun sürebilir” dedi. Ben de “planlamada arkadaşlar var, onların aynına geçerim, sizden haber beklerim” dedim. Tamam dedi ve planlamaya geçtim. Planlama departmanının binasını yıktıkları için prefabrik yapıda çalışıyorlar personeller. Aslında çok da kötü bir durum değil, zaten yapacak da bir şey yok. Arkadaşlarla selamlaştıktan sonra oturdum yanlarına. Planlamada genelde bayanlar var. Bunlardan iki tanesi benim sınıf arkadaşım, bir tanesi bir dönem altımdaki arkadaş, diğerlerini tanımıyorum. Orada tanıştık. Epey bir süre yanlarında kaldım. Daha sonra Veli Bey, Müge’yi aramış ve yanına gelmemi istemiş. Müge sağolsun bana nereye gitmem gerektiğini söyledi. Ana binada en üst katına çıktım. Bir toplantı odasının karşısında sekreter bir bayan vardı. Veli Bey’i sordum, beni çağırdığını söyledim. Toplantı odasına girdi ve kendisini çağırdı. Ben de dışarıda bekledim. Veli Bey geldiğinde bir odaya geçip konuştuk biraz. Pozisyonun benimle pek alakası olmadığını farkettim. Satıştı, yani herkes yapabilirdi, kolay bir işti fakat benlik bir iş değildi. Ben hem satış yapamam, hem de ilerideki kariyerim için iyi bir seçenek olmazdı. Pazarlama diye düşünmüştüm ama değilmiş, pazarlamaya birini almışlar. Neyse en azından tanışmış, görmüş oldum. Aşağıya inip planlamaya geçtim. Normalde çekip gitmek istedim ama daha sonradan servisle giderim dedim. Saat üç buçuktu. beş kırkbeşte servisler vardı. Neyse, arkadaşların aynına geçtim. Sonra da Ezgi Hanım’ın yanına geçtim. Onunla biraz konuştuk, sonra tekrar içeri girdik. Uzun bir süre pek konuşmadan onları dinledim. “Acaba, işe başlayınca benim durumum da mı böyle olacak?” dedim içimden. Çok sıkıcı ya, insanlar tek bir konu üzerinde konuşuyorlar, birbirlerini seviyorlar ama sohbetler artık o kadar bayağı olmuş ki o monotondan dolayı. Onları kesinlikle suçlamıyorum, onlar da böyle olmasını istemezdi ama sanırım iş hayatı böyle bir şey. Eğer devamlı yerinde oturuyorsan konuşulacak konular ya yemek oluyor, ya çay, kahve…

İş hayatına hazır hissediyorum kendimi. Fakat hangi departmanda çalışmak istediğimi tam olarak bildiğimi sanmıyorum. Yani sadece ben değilim ki, herkes benimle aynı durumda. Bizim mesleğin olayı bu. Nereye girersen öyle devam eder. Planlamaya mı girdin, oradan devam edersin kariyerini. Aslında ortada pek de kariyer yok ama neyse…

Bugün, sistemin bir parçası haline geldiğimizi çok net bir şekilde gördüm. Saatlerce çalışıyoruz, eve gitmemiz geç saatleri buluyor, birkaç saat bir şey yaptıktan sonra yatıp uyuyor ve sabah erken bir saatte kalkıyor, servis bekliyor, işe gidiyor, yoruluyor ve eve gitme vaktinin gelmesini bekliyoruz. Eğer hayat bir rutine biniyorsa o hayatı pek de yaşıyor saymayız. Şanslı çok az kişi bu döngünün içine girmeden hayatlarını devam ettirebiliyor. Onlar da ya şansın ya da baba parasının getirdiği yararlardan faydalanıyorlar. Aralarında öyleleri var ki onlar da akıllarını kullanıp girişimci oluyor ve sıyrılıyorlar sistemin çemberinden.

Sanırım biz, bize biçilen düzeni sağlamaya çalışıyoruz. Yani, okuyoruz, iş buluyoruz. İş bulduktan sonra evlenmemiz gerekiyor, çünkü evlenme yaşındayız. Her şeyin de bir yaşı var yalnız(!) Çocuk sahibi olmamız gerekiyor, para biriktirip ev almalıyız. Arabamız olmalı. İyi bir cep telefonu, bilgisayar, elbise, ayakkabı, saat vs. almalıyız. Çocuklar büyümeli, onları iyi bir okula yazdırmalıyız. Ya çok kötü bir döngü bu… Biz kendimizi “düşünebilen, düşündüğünü yapabilen bir varlık” olarak tanımlıyoruz ama bizim sanki bir programımız var ve o çok önceden planlanmış. Nereye gidersek gidelim, bu durum aynı. Biz, doğurup çoğalmalıyız. Sonraki nesile doğurup çoğalabilmeleri için uygun ortamı sağlamalıyız. Mantık bu resmen. Aslında doğada bu apaçık belli. Bir balık, zamanı gelince çiftleşir ve yumurtalarını bırakır. Daha sonra da ölür. Sanki onca zaman sadece yumurta bırakmak için yaşamış gibi. İşte yaratan, yapmamızı istediği asıl görevin yanında bize de yapmak istediğimiz şeyler için zaman ayırmış. O zamanı iyi değerlendirdiysen sen kazanırsın.

Hayat kısaca: doğ, doğur, öl.

Ocak

30 Ocak 2016

Şuan hayatım uzayın sessizliği kadar sade. Pek bir şey yaptığım söylenemez. Biraz Fransızca çalışıyorum, biraz kitap okuyorum, interneteki yabancı haber sitelerini takip ediyor, yabancı dizi izliyorum. Yavaş yavaş, habersizce günler geçiyor.

Eskiden evde tutamazlardı beni. Hemen hemen her gün dışarıda olurdum. Arkadaşlarla gezer, sohbet ederdim. Şimdi, ne dışarı çıktığım var, ne de arayıp konuştuğum insanlar.

Yaş ilerledikçe her şey daha da hızlı ve kontrolsüz ilerlemeye başlıyor. İnsanlar ayrılıp gidiyor, görüşmek için zaman bile bulamıyorlar hayatın bu saçmalığı yüzünden. Hayat koşulları, bize sadece en yakınımızdakilerle iletişim kurma şansı veriyor. Uzakta kalanlarla sadece Facebook arkadaşı olarak kalıyoruz. Onlarla iletişimimiz Facebook’ta gördüğümüz fotoğraflar kadar.

Yaşlanıyoruz, yaşlanıyoruz, yaşlanıyoruz… Gün geçtikçe birbirimizi daha beter bir psikolojik sorun içine çekiyoruz. Yaptıklarımız birbirimize batmaya, birbirimizi kıskandırmaya, ya da üzmeye başlıyor. İster istemez ağzımızdan çıkan kelimeler bir taş kadar sert ve can yakıcı oluyor.

İnsanın en büyük düşmanı yine insan. Haberlerde gördüğüm kötü haberlerin hepsi, maksimum 80 yıl yaşayabilecek olan bir insanın kafasında kurduğu fantezileri gerçekleştirmek için yaptığı kötü şeylerden ibaret. Tecavüzler, terörizm, öldürücü virüsler…

Bana zengin olmaya çalışmak gerçekten çok ilginç geliyor. İstesem, çok ciddi söylüyorum, ben de zengin olurum. Bütün o engelleri tek tek aşıp zengin olurum. Bunu biliyorum. Çünkü kendime güveniyorum, her şeyi başarabilirim. Bana tek gereken şey, sadece biraz zaman. Fakat ben zengin olmak istemiyorum. Zengin olmak için yapılması gereken tek şey çok çalışmak. Ama ben vaktimi çok çalışarak geçiremem. Dünya’ya bir kere geldim ve sadece mutlu bir hayatım olmasını istiyorum. Zengin olmak istemiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Dünya’daki her yere gitmek istemiyorum. Miami’ye gitmek istemiyorum. Paris’e gitmek istemiyorum. Buz hokeyi oynamak istemiyorum. Paraşütle atlamak istemiyorum. Lüks bir otomobilim olsun istemiyorum. Malikanede yaşamak istemiyorum. Tek bir isteğim var. Benim gibi düşünebilen tek bir kişi daha olsun yanımda. Erkek ya da kadın farketmez. Erkek olursa dostum, kadın olursa eşim olur, sorun olmaz. Ama benim, benim gibi düşünen birine ihtiyacım var. Bakışımdan anlayan, birlikte zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağım biri.

Zaman geçiyor. Her vakit bunun farkında olarak yaşamak, kabuk bağlamış yarayı jiletle kazımak gibi bir şey.

Orada bir yerde bir şeyler var ama kesinlikle farkında değiliz.

Ocak

28 Ocak 2016

Do I really know what I want? I’m so desperate right now. I feel the desperate in every letter of it. What exactly I want? I feel so sorry for the things i couldn’t do. I feel the feeling i do not belong here. Somewhere so away…

Confessions

And i can’t stop thinking one day i will lose a person who is precious for me.
Can’t stop thinking the truth i will never dare to confuse.
I’m sorry for blaming you for everything I just couldn’t do.
And I’ve hurt myself by hurting you.

Ocak

27 Ocak 2016

Today, I felt the feelings when I felt in US. It’s something i can barely explain. I really don’t feel I belong here. It feels i believe in reincarnation. When i landed United States, there was something I’d felt before. It was like “I missed you home, it’s been a while not to see you.”. It felt I was home. Only difference was the language. I can’t get the words on the boards. You know, if the language is not native for you, it’s hard to get it naturally. Of course i could understand what’s written over there but you know, its was not the native language of mine. Anyway… I was so happy to be there. I could live there even there are people behind me, waiting for me to be back, to see again. I felt there was nothing to lose, nobody who waits for you. It was really something different. That’s why i said i can barely explain.

The reason I write today is a movie about Brooklyn. A young lady left her homeland and went to NY in order to live a new life. Met with a good guy, married with him and suddenly her sister died. She went back to Ireland to heal her mother’s pain. Anyway, it reminded me the days I’d been in US.

Sometimes i talk to myself. What if i were born in there, what would be happened? How would my mother and father be?

Ocak

10 Ocak 2016

Son birkaç gündür kendimi garip hissediyorum. Uyku düzenimdeki, daha doğrusu uyku düzensizliğimdeki düzensizlik artmaya devam ediyor. Dün gece saat iki gibi gözlerimi dinlendirmek için yatağa uzanmıştım. Fakat ilginçtir ki, uyuya kalmışım. Sabah saat yedide uyandım. Baktım masa lambam hala yanıyor. O derece uyumuşum. Şuanda da uykum geliyor. Ne yapsam bilmiyorum. Şimdi uyusam gece kesin kalkarım ve gün boyunca etrafta vampir gibi gezerim. Kendime çeki düzen vermem gerek. Aslında bu durum kesinlikle geçici. Çünkü kendimi biliyorum, çalışmaya başladığım zaman düzen kendi kendine oturacak.

Dün akşam YouTube’deki Britain’s Got Talent yarışmasında performans gösteren insanların videolarını izledim. Çok etkileyici gerçekten. İnsanların etraflarından aldığı onca negatif enerjilere rağmen yeteneklerini mükemmel bir şekilde izleyicilere sergiliyor. Aralarında bir tanesi vardı. Kardeşi de kendinden önce performans gösterdi. Onu reddettiklerini duyunca gözleri dolan Calum Scott, sahneye çıktı ve öyle etkileyici bir ses tonuyla söyledi ki şarkıyı. Resmen içime işledi, oradaki yüzlerce insana olduğu gibi. Şarkı Robyn‘in Dancing On My Own‘du. Tabi slow versiyonu.

Şuan Medium’da bir şeyler yazmak isterdim ama şuan uyku bastırıyor. Göz kapaklarımın yer çekimine gösterdiği direnci hissedebiliyorum. Onları biraz rahat bırakayım da düşsünler.

Ocak

5 Ocak 2016

Artık 2016 yazmaya alışmam lazım. Koskoca bir yılı da geride bıraktık. Yılın yarısını askerde geçirdim zaten, ne günlerdi ya, saçma sapan şeyler yüzünden güneşin altında o kadar oturuyorduk. Beş yaş küçük çocukların dediklerine kanıyorduk. Askerlik kesinlikle saçma bir durum. Hiç bir gereği yok. Herkesin yapması gerek falan diyorum ama yok ya, boşver. Biz yaptık, başkası yapmasın.

Bugünleri yine hiçbir şey yapmadan yiyorum. İşsiz olunca yapacak bir şey de olmuyor. Aslında yapmak istediğim ve bana faydası dokunacak bir şey var. Bakalım yürütebilecek miyim.

Fransızca çalışıyorum. Çok fazla olmasa da günde ortalama bir buçuk saat çalışıyorum. Aslında çok az bu saat. Çünkü yaptığım hiçbir iş yok. Günün bütünü ne yaparak geçiyor ben de bilmiyorum. Hani altı saat öyle böyle geçiyor desem, günde on saat de uyuyor olsam, geriye sekiz saat kalıyor. Bu sekiz saat nereye gidiyor bilmiyorum.

Kitap okumam lazım. Hatta bu yazıyı yazdıktan sonra okumam gerekiyor. Çok okumalıyım. Delilercesine okumak istiyorum ama yapamıyorum. Anlamıyorum. Sanırım bilgisayarı hayatımdan çıkarma vakti geldi. Bilgisayara sınırlamalar getirmem gerek.

Günlerim geçiyor. Vaktimi kesinlikle verimli kullanmam gerekiyor. Şuan elimde bir skala olsa faydalı işlere ve zararlı işlere ayırdığım vakti gösterse, ben kesinlikle eksi yedilerde olurdum. Şuan o durumdayım.

Kendime bir plan yapsam iyi olur. Uyamıyorum, uymam gerekiyor. Sıkacak ama yapmak zorundayım çünkü:

Hayat bir yarıştır.
Hızlı koşmazsan, ezilirsin.