Açılan Kategori

Arşiv

Temmuz

10 Temmuz 2015

Bugün 1995-2’lerin B grubunun yemin töreni vardı. Bölük olarak yemin töreninin amele işlerini bizim yapmamız gerekiyordu. Önceki gün hazır kıta olduğumuz için 12’ye kadar oturduk kantinde. O yüzden geç yattım ve sabahın köründe, beş buçukta uyandım. Az uyumaya alışmıştım artık, acemilikten kalma. Tıraşımı oldum, dişlerimi fırçaladım. Daha kimse kalkmamıştı, kamuflajımı giydim, milleti uyandırdım ve botlarımı giyip yemeğe gittim. Hazır kıta olduğum için yemin töreninde amelelik yapacaktım. Silahlıktan silahımı aldım, kantinin oradaki cephanelikten de kompozitimi ve hücum yeleğimi giydikten sonra askeri aracımıza atladık. Kocaman tır yüksekliğinde bir araç. Büyükçe tekerlekleri var. Herkes geldikten sonra tören alanına gittik. Tören alanının arkasındaki salondan sandalye ve diğer gerekli eşyaları teker teker çıkardık. Yerlerine yerleştirdik. Yaklaşık bir saat sonra işimiz bitti ve dinlenmek için bir köşeye çekildik. Tören bitene kadar uyudum. Komutan gelip önceden yerleştirdiğimiz eşyaları geri yerlerine götürmemizi söyledi. Kalkıp eşyaları yerlerine götürdük. Acayip terledim. Günün bittiğini sanıyordum ama bitmemişti. Bölüğün önüne gittik, üstümü değiştirdim ve yemeğe geçtim. İçtimaya kadar dinlendikten sonra başka bir komutan depoya yerleştirilmesi gereken eşyaları taşımamızı istedi. Biz güya öğleden sonra istirahat alacağımızı düşünüyorduk ama öyle bir şey yoktu. Malları depoya taşıdıktan sonra biraz ara verdik ve bu kez başka bir depoya gittik, bizim disiplin subaylığının altındaki. Oradaki eşyaları da yerleştirdikten sonra arka bahçedeki çardağa gidip biraz oturduk. Tam dinlenirken asteğmen gördü ve beni ofise çağırdı. Yapılması gereken ufak tefek işler vardı. İzne ayrılacağından arkasında iş bırakmak istemiyordu. Normal karşıladım ve ofise gittim.

Dışarıdan birinin sesi geliyordu. Bir arkadaş bana sesleniyormuş. Meğer tugay komutanımızı uğurlamaya gidecekmişiz. Ofisten hemen çıkıp aşağıya, silahları almaya gittik. Silahımı ve eldivenimi aldıktan sonra komutanı uğurladık ve dinlenmeye koğuşuma çekildim. Bir ara koridordan yüksek bir ses duydum. Birileri kavga ediyordu, hemen dışarı çıktım. Bizim kısa dönemlerle bir uzun dönem kavga ediyordu. Ortalık birkaç dakika sonra durgunlaştı. Basit bir olay yüzünden askerliği bitmesine üç beş günü kalanlar kavga ediyordu. Askerlik işte… Yemek yemek için bir arkadaşla merkez kantine gittim. Çok yorgundum, ona rağmen oraya kadar gittim. Tostçu arkadaş açık değildi. Kısa dönem grubundan iki arkadaşla karşılaştık ve onları gece tostçusuna gitmeye ikna ettik. Tostçuya gittikten sonra yanımda para olmadığını farkettim. İkişer tost söyledik arkadaşla ve ben hızlı adımlarla tekrar merkezi kantinin oraya gittim. Bankamatikler oradaydı. Gidip geldiğimde çok ama çok yorulmuştum. Ayaklarım resmen sızlıyordu. Tostumuzu yerken biraz da sohbet ettik. Fazla kalmadan kendi bölüklerimize geçtik. Arkadaş dinlenmek için koğuşuna gitti, ben de aşağıya, hazır kıtanın yanına gittim. Pek kimse yoktu, olanlar da televizyon izliyordu. Kitap okuyabilmek için pek uygun bir yer olmadığı için dışarıya çıktım. Fakat orada da uygun bir yer yoktu. En son aşağıya indim ve kafamı masaya koydum. Kafamı koyduğum gibi uyumuşum. Saat on bire doğru uyandım, çavuş olan arkadaş beni çağırıyordu. İstihbarat bölümündeki bir yüzbaşının yardıma ihtiyacı varmış. Çardakta oturan arkadaşlardan birini de yanımıza aldık ve yüzbaşının yanına gittik. Kolay bir işti ama uzun sürdü. Gece, on iki buçuğa kadar sürdü iş. Bittikten sonra arkadaşlar yemek yemek için yemekhaneye gittiler. Ben de yukarı çıkıp duş aldım. Yatağa yattığımda saat bire geliyordu. Sabah altıdan gece saat bire kadar o kadar amelelik iş yapmıştım ki ayaklarım isyan ediyordu. Gün zor geçti benim için. Hiç bu kadar yoğun olmamıştım ama alışsam iyi olur. Yoğun geçecek günler beni bekliyor.

Temmuz

7 Temmuz 2015

Dört – altı nöbetini yeni gelen arkadaşlardan biriyle tuttum. Zaman gayet hızlı bir biçimde geçti. Nöbetten sonra bölüğe gittik ve içtimaya katıldık. İçtimadan sonra disiplin subaylığına geçtim. Yapılması gereken bir kaç iş vardı, kahvemi içtikten sonra dosyaları teker teker inceledim. Yeni gelen erkan başkanı bizim bölüğü bir görmek istemiş. Bu yüzden bölük komutanı tarafından temizlik ültimatomu verildi. Yatakhane ve yazıhane tarafı, biz disiplin subaylığında işlerimizi yaparken temizlendi. Eğer yatakhaneyi gezmeye geliyorsa kesin bizim buraya da uğrar diye düşündükten sonra hemen çalıştığımız yerin giriş kısmını süpürmeye başladım. Süpürüp sildikten sonra ofise geri geçtim.

Öğleden sonra pek bir işimiz yoktu, öyle boş boş oturuyorduk. Bitirmeye çalıştığım John Green’in Kağıttan Kentler kitabının son sayfalarını okumaya başladım. Kitap hakkında biraz bilgi vereyim. İlk başlarda biraz karışık gidiyordu. Ortalara geldiğimde birkaç olay anlatılıyordu ve pek beni sarmadı. Son elli sayfada olaylar akıcı hale geldi, sonradan tekrar biraz normale sardı ama yine de idare ederdi. Kitabın bitmesine az sayfa kala erkan başkanı geldi. Yanında bölük komutanımız ve onun komutan takımı vardı. Asteğmenimiz kısık bir sesle tekmil verdi ama erkan başkanı pek oralı olmadı. Bunu görünce de ben de tekmil vermedim. Adam içeri girer girmez etrafa bakmaya başladı. Sol tarafımda duran, bardakların ve kettle’nın olduğu masaya yöneldi. Dışarı doğru sarkan prizi gördükten sonra “sizin için tehlike yaratıyor, bunu biraz yukarı aldıralım” dedi bölük komutanına ve bardakları koyduğumuz masa için de “bir tane de dolap getirelim buraya” dedi. Odanın diğer tarafını da inceledikten sonra çekip gitti. İzlenimlerim, 1. İnsan içeri girerken bir “merhaba gençler, nasılsınız?” diye sorar, 2. İnsan biraz güler, 3. Çekip giderken “kolay gelsin arkadaşlar” der. Bunların hiç biri yoktu. Yani insan merak ediyor, o makama gelene kadar bizim düşündüklerimizi onlar da düşünmedi mi? Empati yapmaya çalışıyorum, adam yumuşak davranırsa işlerini titiz bir biçimde yaptıramaz. Neyse, sert tipli biriymiş belli ki.

Elimdeki kitabın son kalan sayfalarını da okuduktan sonra aklıma, diğer kitapları bitirdikten sonra da düşündüğüm bir şey, eğer gelişmiş bir ülkede, mesela herkesin yaşamayı hayal ettiği Amerika gibi, doğmuş olsaydım ve çocukluğum gençliğim orada geçseydi nasıl biri olurdum?

İnsanlar farklı okyanuslara düşen yağmur damlaları gibidir. Hangi denize düşersen oranın bir parçası olursun. Başka bir yerin farklılığını tattığın anda, oranın bir parçası olmayı dilersin. Çünkü insan kendinde olmayana sahip olmak ister.

“Take me home.”

Temmuz

5 Temmuz 2015

Son bir haftadır canımı sıkan tek şey nöbetlerin artmış olması. İş konusunda bir sorunum yok ama nöbetlerin git gide artması beni endişelendirmeye başladı. Yazıcılardan bir tanesi yeni gelen kısa dönemlerden pek hoşlanmıyor. Nöbet listesini de o hazırlıyor. Acaba o yüzden mi bu kadar nöbet tutuyoruz diyorum. Gerçekten çok fazla nöbet tutmaya başladık. Mesela geçen gün, cumartesi günü, asıl hazır kıta ekibi çarşıya çıktığı için onların yerine yedek hazır kıta geçti ve sabah sekizden öğlen on ikiye kadar kamuflajları giymiş bir şekilde bekleyiş – bir hiç için – on ikide öğle yemeği, öğleden sonra kitap okuma, dörde kadar, dört altı arası nöbet, altıdan on ikiye kadar yine hazır kıta bekleyişi, gece dört altı arası nöbet… Yani bir insanın üzerine bu kadar gidilir.

Bir adaşım var benimle aynı dönem. Kendisi yazıhanede yazıcı olarak görev yapıyor. Çarşamba günü bir olay oldu. O günden sonra aramızdaki arkadaşlık ilişkisi biraz değişti. Olayı biraz anlatayım. Çarşamba günü, her zaman saat beşte asılan nöbet listesine bakmaya gittim. Listede adımın olmadığını görünce sevindim. Tam o sırada yanımda adaşım vardı. Bana dönüp “nasıl sana yazmazlar ya!” diye espri ile karışık bir çıkışta bulundu. İlk başta pek bir şey demedim, şaka yapıyor sandım. Daha sonra bir kaç kere daha söyledi bunu başka yerlerde başka zamanlarda. Akşam nöbete gitmeden önce, ayakkabısını giyerken bana “alınma ama yüzüne karşı da söylüyorum, ben bu durumu onlara soracam ha!” dedi gülerek. İlk başta şaka falan yapıyor hala diye düşündüm. Ama sonra devam ettirince ciddi olduğunu gördüm. Bir iki saat sonra odama, yatağıma yatmak için geldiğimde kendi yatağında – benim yatağımın üstünde –  yatıyordu. Tekrar aynı şeylerden bahsetti ve bu kez sert çıktım. “Senin yerinde ben olsaydım öyle yapmazdım” dedim. Sert tavrımı yapınca U dönüşü yaptı. Yanımızda sohbeti dinlemekten yana olan başka bir arkadaş da vardı. “Öyle bir şey yapmam, biliyorsun” dedi. “Belli olmaz” dedim. Diğer arkadaş da espri niyetine benim dediğimin aynısını söyledi ve odadan çekip gittim. Ertesi gün bir baktım, bana on iki – iki nöbeti yazmışlar ve kendisinin nöbeti yok. Buna sinirlendim. Tabi daha sonradan benim için böyle olmasının normal olduğunu biliyordum ama böyle düşünmüş olmasını kaldıramamıştım. Cuma günü de sabah iki – dört nöbeti tuttum. O gün de kendisinin nöbeti yoktu. İki gün üst üste nöbeti olmayınca ben kıllandım. Cumartesi günü hazır kıtadakiler çarşıya gidince yerine yedek hazır kıta geçti. Hazır kıtada toplamda yedi kişi olan kısa dönemlerin, yani bizlerin, dört tanesinin ismi vardı, fakat kendisinin ismi yoktu. Daha sonra kendi söyledi o listeyi kendisinin hazırladığını. Bunu duyunca daha da kıl oldum. Adam hazır kıtada yok, sadece bir öğle nöbeti var. Ben hem hazır kıtadayım, hem de bir nöbetim var. Neyse, olabilir öyle dedim. Kantinde hazır bir halde otururken yanımıza gelmiş espri ile karışık “sana söylemiştim oğlum bunu gidip konuşacam diye” dedi ve lafı yine uzattı. Bu kez tamam dedim kendi kendime. Bu çocuk kaşınıyor. Saat dört gibi nöbete gidip geldikten sonra yeni asılan nöbet listesine bakmaya giderken o da oradaydı. Bana yine pişkin pişkin “sana sabah dört – altı nöbet yazmışlar” dedi. Umursamayıp yukarıya çıktım. Ama nasıl sinirliyim. Bu kadarı da olmaz yani. Sen bu kadar mı arkadaş düşmanısın. Adam benim nöbet tutmamdan zevk alıyor sanki. O derece bir zevk değil ama en azından hoşuna gidiyor yani. Ne diyeyim? Akşam yemeğine girmeden önce arkadaşla yemekhanenin önünde otururken yanımıza geldi nizamiyedeki (bizle aynı koğuşta yatan diğer arkadaşım) arkadaşla birlikte. Yine aynı muhabbeti yapmaya çalışıyorken “çok konuşuyorsun” dedim ve o anda sustu. Bir daha da konuşmadı. Anladı heralde çok konuştuğunu, muhabbeti sululaştırdığını.

Ne insanlar var şu dünyada.

Haziran

28 Haziran 2015

Sadece hafta sonu yazabiliyorum. İnternete girememek artık bir ızdırap gibi gelmiyor. Telefonsuz olmak şimdilik psikolojik bir sorun yaratmıyor. Nöbetlere son hız devam ediyorum. Günde en az bir kez iki saatlik nöbetimi tutuyorum. Gece tutulan nöbetlerde iki kişi bulunuyor. Gece nöbetlerinde iyi birine rastlarsam muhabbet ede ede geçiyor zaman ama muhabbet edecek insan olmayınca zor geçiyor.

Bu hafta atışlara gittik. Önce yatakhanenin altında bulunan cephanelikten silah aldık. Silahlar üzerimize zimmetlendikten sonra eğitime gittik. Silahlı yanaşık düzen hareketleri falan gösterdiler. Öğleden sonra gideceğimiz atışlarla ilgili bilgi verdiler. Tekrar yatakhanenin olduğu yere geldik. Komutan cephanelikten mat ve hedef tahtaları getirtip ilk denemeleri orada yaptık. Tabi kurşun olmadan. Birkaç kere deneme yaptıktan sonra birkaç kere ara verdik ve sonunda yemeğe geçtik. Yemekten hemen sonra bir içtima yapıldı ve poligona gitmek için araçlara bindik. Poligon alanı epey bir uzaktaydı, nereye geldiğimizden pek de haberim yok gibiydi. Tek farkedebildiğim şey, dağa doğru çıkıyor olmamızdı. Araç sonunda bir yerde durdu. Sol tarafımızda yan yana rakamların sıralandığı, düz bir arazi vardı. Diğerlerinden sonra geldiğimiz için amelelik işler çoktan yapılmıştı. Komutan listedeki sıraya göre bizi sıraya geçirdi. İkinci grupta ve yedinci numaradaydım. Biraz tedirgindim açıkçası, çünkü poligona gelmeden önce silahın atması, geriye sıçraması gibi şeylerden bahsediyorlardı. İlk grup yerine geçti ve atışa hazırlandı. Komutan teker teker emirleri verdi. En son atış serbest komutunu verdi ve sıkmaya başladılar. İlk başlarda biraz korktum, ne yalan söyleyeyim. Ne kadar yüksek ses çıkacağını bilmediğimden dolayı. Ama sonraki atışlarda alıştım. 25 metrede ilk önce 3 atış yaptırdılar. Daha sonra hedef tahtalarının yanına götürüp beklettirdiler. Komutan tek tek kağıtta (atış tahtasındaki kağıt) nereye ateş ettiklerine baktı. Ayarlama yaptırdıktan sonra tekrar atış yaptırdı. Birinci grubun atışlarından sonra sıra benim olduğum gruba geldi. Yerlerimizi aldık. Şarjörler verildi. Atış emri verildikten sonra solumdaki arkadaş ilk atışını yaptı. O anda sanki yüz metre ileride ses bombası patlamış gibi kulağıma tiz bir ses geldi. Şarjörü tam takamadığımdan ilk atışı yapamadım. Komutan geldi kontrol etti. Hedefime baktım, derin bir nefes aldım. Biraz daha bekledim ve yavaşça tetik düşürdüm. Birden bir ses duydum. PAT! İlk atışımı yapmıştım. Öyle beklediğim gibi zor değildi. İkinci ve üçüncü atışımı da yaptıktan sonra komutanın emriyle hedef tahtalarının yanına geldik. Mermiler kağıdın üzerinde alakasız noktalara gitmişti. Bu, silahın ayarının düzgün olmadığını gösteriyordu. Komutan geldi ve ayarı yaptı. Daha sonra tekrar geçip üç el daha ateş ettik. Tekrar kağıtların başına geçip atış noktalarımıza baktık. Bu kez düz bir sırada gitmişti. Silahlarımızı alıp en arkaya geçtik. Üçüncü grup da atışını yaptıktan sonra bu kez 200 metreye atış yapmak için yerlerimizi aldık. Yere yattığımda komutana iyi bir atış yapabilmek için sol elimizin silahın neresinde olması gerektiğini sordum. Sarjörü kum torbasına yaslamamı önerdi. Yaslayıp bir de öyle ateş ettim. Bu kez atışlarım daha düzgün gitti, 200 metre olmasına rağmen. Zaten hedefi tutturmak zordu o mesafeden. En son 50 metrede atış yaptık. Normalde gece atmamız gerekirken gündüz yaptık bu atışı. Altı atışı 25 metre için, 3 atışı 200 metre için, 2 atışı da 50 metre için yaptık. En sonda etraftaki mermileri topladık ve araçlara bindik. Kaçta kaç yaptığımızı komutan söylemedi. Zaten formalite icabı olduğunu, gece yapılması gereken atışların gündüz yapılmasından anlamıştık. Araçlara bindikten sonra yatakhane bölgesine gittik. Silahlarımızı verdik ve dağıldık.

Atışları yaptıktan sonra bize 2 nolu nizamiyenin de nöbetini vermeye başladılar. Normalde sadece 1 nolu nizamiyelerde silahsız nöbet tutuyorduk ki bu da bizden öncekilerin bizden daha fazla nöbet tutmalarını gerektiriyordu. Atış yaptıktan sonra artık biz de ikinci nizamiyede nöbet tutabilirdik. Atıştan geldikten sonra zaten kıdemlilerin yüzü gülüyordu daha az nöbet tutacaklarından dolayı. O gün nöbetlerimiz önceki gibi oldu ama sonraki gün değişti. Gündüz çalıştığım için sadece gece nöbeti aldım. Bir kaç arkadaşa ikişer nöbet gelmiş, görevlerinden dolayı. Bu hafta nöbet açısından kolay geçti diyebilirim. Aslında benim için tek sıkıntı şu çelik yelek olayı. Çelik yelek 7, silah 4.25, kompozit başlık 1 kilogram olunca kafadan 10 kiloyu iki saat boyunca taşımak zorunda kalıyorsun. Bu da büyük bir sıkıntı. Gerçi sadece iki nolu nizamiyede giyilen çelik yeleği nöbetçiler çıkarıyorlarmış ve komutanlar da bir şey demiyormuş. Eğer bana da gelirse iki nolu nizamiye nöbeti, ben de çıkaracam. Silah taşırken bile sırtım ağrıyor zaten. Üstüne bir de çelik yeleği giyemem.

Koğuştaki arkadaşlarla aram daha iyi olmaya başladı. Önceden pek tanımadığım insanlarla bile aram iyi şu aralar. Şu aralar iyiyim işte. Ramazan bayramı yavaş yavaş yaklaşıyor. Bölükten yaklaşık 25 kişi ayrılacak, onların işleri de bize düşecek. Zor günler bizi bekliyor gibi. Bayramdan sekiz gün önce yanında çalıştığım asteğmen de gidecek ve o on günlük zaman zarfında bütün iş bana binecek. Gelen evrak işlerini benim halletmem gerekecek. Bakalım üstesinden kalkabilecek miyim.

Kitap okumayı sürdürüyorum. Geçen hafta çarşıdan Fransızca dilbilgisi kitabı ve sözlük almıştım o kadar para verip. Bu hafta yavaştan çalışmaya başladım. Bu Fransızca’nın peşini bırakmayacağım (inşallah!). Zaman buldukça çalışmaya çalışıyorum.

Şu aralar diğer kısa dönem arkadaşlarla pek görüşemiyorum, zaman bulamadığım için. Bazen de izin alamadığım için gidemiyorum. Her iki saatte bir içtima alıyor gibiler. Bazı komutanlar altıdan sonraki vakitlerde kafasına göre bir saat verip o zaman içtima alıyorlar. Eğer dışarıdaysan ve o arada içtimanın olduğunu bilmiyorsan tutanak yediğinin farkında olmuyorsun. Bir keresinde az kalsın tutanak yiyordum. İşte sırf bu yüzden beşte işimiz bitse bile yatakhanenin etrafında oluyoruz, içtimayı geç alsalar bile.

Dün, bölüktekilerin yarısı çarşıya çıktığı için hazır kıtaya biz kaldık. Hazır kıta, AMK’nın (Acil Müdahale Komutası) bir olaya müdahaleye gittiği zaman yerine geçen bir grup. Adı üstünde, hazır olması gerekiyor. Bu grupta olanların kıyafetlerini giymiş, silahlarını almış kantinde hazır bir halde bulunması gerekiyor. Ben de hazır kıtada olduğumu bir önceki gün öğrendim. Sabahtan öğlene kadar kantinde oturup televizyon izledik. Saat iki olduğunda nöbete gittim. Geri döndüğümde kimse yoktu. Herkes uyumak için koğuşlara dağılmıştı. Yemek yemediğim için birilerine haber verip merkezi kantine gittim. İki tost yeyip oradaki kısa dönem arkadaşlarımla sohbet ettikten sonra geri döndüm. Yatağıma yatıp aldığım gazeteyi biraz okudum ve bir müddet sonra uyuyakaldım. Uyandıktan sonra botlarımı giyip tekrar aşağıya indim. Bir saat kadar oturduktan sonra yemeğe geçtim. Yediden sonra da hazır kıtalığa devam ettim. Orada boş boşuna oturup televizyon izlemektense kitap okurum dedim ve yukarıya çıkıp romanımı aldım. Uzun bir süre kitabımı okudum ve saat 10:30 gibi bizden bir kişinin çalıştığı gece tostçusuna gittik. Tostumuzu yerken oraya gelen diğer arkadaşlarla sohbet ettik. Çok fazla kalmadan geri döndük ve televizyon izlemeye başladık. Saat 23:30 gibi silahlarımızı silahlığa verip yukarıya koğuşlarımıza dağıldık.

Bu gün için anlatabileceklerim bu kadar. Diğer haftadan farklı olan tek şey atışa gitmemiz oldu. Bakalım önümüzdeki hafta ne gibi şeyler beni bekliyor.

Haziran

21 Haziran 2015

Bu hafta karargah bölüğündeki işim belli oldu. Disiplin Subaylığı’ndaki asteğmene yardımcı olarak çalışıyorum artık. Şanslı sayılırım, asteğmen çok iyi biri. İşi bana öğretebilmek için elinden geleni yapıyor. Sorduğum sorulara sıkılmadan cevap veriyor. Tek bir sorun var şimdilik, o da gelecek olan disiplin subayının nasıl biri olduğu. Asteğmenin dediğine göre gelecek olan kişi iyi biriymiş ama buraya geldikten sonraki tutumu nasıl olur bilmiyorum.

Nöbetlerimiz başladı. İlk nöbetimi cuma günü yaptım. Bu hafta yine yatarız diye düşünüyordum ta ki biri çıkıp “Yarım saat sonra nöbetin var” diyene kadar. Acemiyken nöbetleri dert etmiyordum ama son iki gün tuttuğum nöbetlerden sonra nöbetlerin dedikleri kadar sıkıntı bir şey olduğunu anladım. Hizmet bölüğüne geçseydim nasıl olurdu demeden geçemiyorum. Hizmete geçen arkadaşların hem nöbet sayıları az hem de nöbet tuttukları yerler iyi. Biz iki kritik yerde nöbet tutarken onlar benzinlikte ve merkezi kafeteryada sivil bir halde tutuyorlar. Gerçi benzinlikte silahla bekliyorlar. En azından nöbet sayıları az. Neyse yapacak bir şey yok. Kaldığımız koğuşlar rahat, duş saatleri esnek, çamaşır makinesi var, içtimalar kolay alınıyor… Bunları düşünecek olursak tuttuğumuz nöbetler değer diye düşünüyorum şimdilik. Bakalım ilerde neler diyeceğim bu nöbetler hakkında.

Bu hafta yeğenim doğdu 😀 Çok ilginç bir duygu aslında. O ikinci dayılık hissini nedenini açıklayamayacağım bir şekilde yaşayamıyorum. Deliler gibi mutlu olmam lazım aslında ama mutlu olamıyorum. Sanki sadece İpek varmış gibi geliyor bana. Askerdeyken her şey biraz daha yapay, duygularım bile. İnsanları özleyemiyorum, annem babam olsa dahi. Komutanların dediği tabirler “mala bağladım”.

Arkadaşlarla şuan internet kafede takılıyoruz. Haftasonu Erzincan’da yapabileceğin pek bir şey yok. İki tane cadde ve cadde üzerindeki esnaftan başka bir şey yok. Bu sabah içtimadan sonra nizamiyenin önündeki taksilerden birine atladık. Ana caddelerden birinde indik. Kahvaltıyı dışarıda yaparız güzel bir şekilde diye düşündük nizamiyeden çıkmadan önce. İlk olarak kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aradık. Pazar günü ve ramazan ayında olmamız nedeniyle her yer kapalıydı. Uzun bir süre yürüdükten sonra pidecinin birine girdik. Erzincan’ın kır pidesi meşhurmuş, yiyelim dedik ama adamlar yarım saat sonra hazır olur anca deyince atıştırmalık bir şey yeyip çıktık. Caddenin yukarısına doğru yürürken üst devrelerden üç arkadaşla karşılaştık. Onlarda bir beş dakika yürüdükten sonra tertip arkadaşlardan ikisiyle karşılaştık. Sevinmiştim çünkü iki kişiyle pek iyi geçmiyordu çarşı izni. Ne kadar çok olursan o kadar eğlenceli oluyor. Kişi sayısı arttıkça sohbet edilecek konu sayısı da artıyor.

Bu hafta nöbetlerden dolayı biraz zor geçeceğe benziyor. Napacam bilmiyorum.

Bölükte garip garip şeyler oluyor. Bir tanesini anlatayım. İngilizce çalıştırdığım bir uzman çavuş var. Açıköğretimden İngilizce sınavlarına giriyor. Adam kaç kere geçememiş sınavı. Biz bölüğe gelir gelmez içtimada “İngilizce bilen biri var mı?” diye sormuş. Bizimkiler de beni söylemişler. Ben içtimaya gelir gelmez adam beni sormuş. O günden itibaren bir kaç kere uzmanı subayı ders çalıştırdım. Tam ders çalıştırmak denemez, sadece çıkmış sorulara baktık. Bazen gece 12:30’a kadar çalışıyorduk nöbetçi olduğu sıralar. Benim için zor oluyordu biraz ama pek de sorun etmiyordum. Neyse, en son odasına gittiğimde içeride bizim nöbetçi başçavuş da vardı. Adem uzman geç otur şöyle hoca dedi, ben de yanındaki sandalyeye oturdum. İkisi konuşmaya devam etti. Akşam saat dokuzda yat içtiması alınıyordu. Başçavuş da nöbetçi olduğundan Adem uzman “bu arkadaş bana iki saatliğine lazım, nöbetten düş sana zahmet” dedi. Başçavuş da tamam dedi. Konuşmaya devam ettiler, biraz siyaset konuştuktan sonra sohbeti bitirdiler ve başçavuş içtima almaya gitti. Biz de ders çalışmaya başladık. Yarım saat geçtikten sonra bir telefon geldi. Arayan başçavuştu. Adem Uzman konuştu ve bana dönüp “az kalsın firar ettiğini düşüneceklermiş” dedi. Ben de güldüm ve bir şey demedim. İki üç saat çalıştıktan sonra koğuşa gittim. Elbiselerimi değiştirdim ve yatağıma yatıp uyudum. Sabah kalktığımda arkadaşların çoğu bana önceki gece nerede olduğumu sordu. Ben de Adem uzmanın yanında olduğumu ve başçavuşun da bunu bildiğini söyledim. Arkadaşları beni aramaları için iki kilometre ötedeki merkez kantine bile göndermişler. Hizmetteki arkadaşları aramışlar, sormuşlar. O derece, herkes beni aramış. Hani başçavuşa söylememiş olsam hadi neyse de adam yanı başımızdaydı, nasıl unutabilir. Bir de o adama uyanık diyorlar. Bilerek mi öyle yaptı anlamadım. Kalmış şurada 130 günüm askerden mi kaçacam? Bunu düşünebilecek kadar garipler sanırım. Daha geçen gün buna benzer bir olay yaşandı. Akşam 8-10 nöbetine gittim. Nöbette olduğumu koğuştaki pek samimi olmadığım arkadaşlar biliyordu. Zaten nöbet kağıdında da yazıyor. Yat yoklamasında beni aramışlar. İnsan yoklama almadan önce nöbetçi listesine bir bakar. Onu bile düşünemiyorlar o kadar süre burada kalmışlar. Bizim üzerimizde oynuyorlar gibi geliyor. Bugün birlikte çarşıya çıktığım arkadaşa da aynı şeyi yaptılar. Bazen bu tip durumları önceden sezebiliyorum. İleriki zamanlarda anlaşılacak ne olup bittiği.

Şu aralar yanımda getirdiğim müzik çaları ani bir arama sonucu nasıl saklarım diye düşünüyorum. Keşke getirmeseydim diyorum ama bazen canım sıkılıyor ve müzikle sakinleşiyorum. Zaten boş durduğum zamanlar içimden şarkı söylüyorum. Genelde nöbetteyken vakit geçsin diye yapıyorum bunu. Çok saçma geliyor. Hani telefon olsa hadi neyse de müzik çaları da yasaklamış olmaları gerçekten garip. Herkesin elinde cep telefonu gezerken ve bunu da bütün komutanlar biliyorken neden ani arama yapıyorlar anlamış değilim. Mantığın olmadığı yer diyorlar ya, harbiden öyle. Mantığım “M”si bile yok. Bize nöbet yerlerine giderken silah ve mühimmat veriyorlar herhangi bir şey olur diye. Lan bir olay olsa bir aylık asker ne yapabilir ki? Adam arabayla karşımızdan hızla gelse ve ateş etse napacaz biz? Yapabildiğimiz ilk iş zaten bir yerlere saklanmak olur. Adam akıllı eğitim almamış insanları kilit noktalara koymaları harbiden mantıksız. Bu noktalara uzman çavuşları ya da özel yetiştirilmiş paralı askerleri yerleştirmeleri gerek. Haberlerde gördüğümüz o asker ölümleri harbiden gereksiz yere yapılan hatalar yüzünden gerçekleşiyor.

Çocuğum olursa ve bedelli askerlik olayı devam ederse parası neyse verecem gitmesin askere maskere. Mantığın olmadığı bir yere ben ve benim çocuğumun işi olamaz. En verimli olduğum zamanı askerde gereksiz işler yaparak harcamam vatan için bir kazanç değil, tam tersi, bir kayıp. Burada altı ay boş vakit harcayacağıma, çalışır, ülkeme vergi öderim daha iyi.

Haziran

14 Haziran 2015

Yazmak istediğim çok fazla şey var, yazacak zaman yok. Askerlik nasıl bir şey, şöyle anlatayim. Askerlik demek güneşin altında komutanlar gelene kadar gereksiz yere beklemek demek. Bir kişinin yaptığı hatanın cezasını herkesin çekmesi demek. Okumamış cahil insanlardan emir almak, onların egolarına karşı boyun eğmek demek. Şuan için aklıma bu tanımlar geliyor ama daha da artırılabilir bunlar. Hayatımda görmediğim kadar israfın yapıldığı bir yer askeriye. Rütbelilerin bir üstlerinin kıçından ayrılmadığı, onları tatmin etmek için ellerinden geleni yaptığı bir yer. Cahilliğin sınır tanımadığı, mantık kelimesinin yerinin olmadığı bir yer. En çok söylenen kelimeler “sabır” ve “siktir et”.

Yaklaşık otuz gün acemilik yaptık. Arkadaş ortamımız gayet iyiydi, üniversite mezunlarını (kısa dönemlileri) aynı koğuşa vermişlerdi, bizim için yapılmış olan en büyük iyilik gibiydi bu. Eğer başka bir yerde ayrı ayrı acemilik yapıyor olsaydık şuan eminim hem askeriden hem de ülkemden nefret ediyor olurdum.

Acemiyken hem rahattık hem de huzursuz. Bütün kısa dönemlerin aynı yerde olması içimizi ferahlatan tek şeydi. Aynı kafa yapısına sahip insanların bir arada olması kadar güzel olan başka bir şey olamaz askeriyede. Devamlı bir şeyler yaptırmaya çalışan komutanlar vardı. Askerin, bir dakika bile boş bıraktığında birbirini *****  insanlar olduğunu düşünüyorlardı. Belki haklılardı belki de değil.

Çok yoruluyorduk. Her dakika bir şeyleri yapmamız için uyarıyorlardı. Yapılacak hiçbir şey olmadığında güneşin altında oturtuyorlardı. Güneşin altında oturmak ya da boşu boşuna ayakta beklemek bizim için dinlenmek sayılıyordu.

Akşam altıdan sonra da dinlenmek yok gibiydi. Altıda içtima alınıyor, yemeğe geçiliyordu. Yemeği yedikten sonra girişten spor ayakkabısını ve terliği alıp yukarıya çıkıyordum. Eğer sonlara kalırsan terlik bulamazsın. Spor ayakkabının da çalınma ihtimali var. Zaten botunu ve spor ayakkabısını kilitliyorsun. Buraya gelmeden önce bunun bir saçmalık olduğunu düşünüyordum ama daha sonradan bunun bir gereklilik olduğunu anladım. Her türlü insanın olması insanı bu tip tedbirleri almasına neden oluyor. Kilitli botları ve ayakkabıları çalan insanlar bile oluyordu. Burada “çalma” yok, “yer değiştirme” var. O derece garip bir yer.

Sürünme olayları hiçbir zaman unutulmaz. Bir gün akşam eğitimi yapıldı. Ortam karanlık olduğunda askerin yapması ve yapmaması gereken şeyleri öğretmek için bizi iki kilometre uzaklıktaki eğitim alanımıza götürdüler. Hava epey bir bozuktu, rüzgar sert esiyordu. Kuzeydeki dağların üzerinde kapkara bulutlar yağmur bırakmak için toplanmıştı. Eğitimin bitimine doğru, saat sekiz gibi, rüzgarın şiddeti arttı. Komutan bizi yemekhane/yatakhane bölgesine götürmesi için üst devrelerden birini görevlendirdi. Eğitim alanına gelmeden önce komutan üst devrelere kızmıştı, sırf bu yüzden üst dönemler de hırslarını bizden çıkartmışlardı eğitim alanına gelirken. Aşağı inerken yağmur yağmaya başladı. Bir müddet sonra şiddeti arttı. Yetkiyi alan arkadaş, kol kola girmemizi ve hafif tempoda koşmamızı söyledi. Kol kola girdik ve aşağıya doğru koşmaya başladık. Uzun dönemlerden bir kaç kişi yağmurda bağırmaya başlayınca bizi durdurdular ve çök dediler. Yağmur şiddetli yağıyordu, buna rağmen çöktük ve devam demesini bekledik. O kadar çok konuşuyorlardı ki üst devrelerden biri çıkıp “keplerinizi çıkartın” dedi. Çıkardık ama çok sinirliydik. Bir ara tansiyon yükseldi, kavga çıkacak gibi oldu. Bizlerden biri bir söz söyledi ve üstlerden biri de bunu kendi üstüne alındı. Ortam daha da karıştı. Yolumuza devam ettik, yemekhanenin önündeki alanda komutanı bekledik. Yağmur dinmişti fakat rüzgar devam ediyordu. Deli gibi esiyordu. Islanmıştık ve üstüne bir de rüzgar yiyorduk. Kıdemliler, aşağıya inerken kendilerinden birine küfrettiğini düşündükleri arkadaşımızı yanlarına çağırdı ve birden saldırdılar. Birden kıyamet koptu. Kısa sürede sakinleştik ama içimizdeki nefret daha da büyümüştü. Aralarında en nefret ettiğimiz egoist aptal bize “yarın sabah kalk saati dört, sizle daha görüşecez” dedi. Komutan geldi ve sağa dönmemizi emretti. Sağa döndük dönmesine de bu kez resmen sırtımızı rüzgara dönmüş olduk. “Tamam, yarın hastayız” dedim içimden. Zaten ateşim vardı bu da tam oldu. İki saat konuştuktan sonra kalk saatinin altı olduğunu söyledikten sonra Osman mort oldu. Nasıl rahatlamıştık ama o mort oldu diye. Zaten bizi kaldıramazdı o saatte, artistlik yapıyordu aptal ama işte egoist, kendini bir şey zannediyor. Halbuki tostçu, öyle emir verme yetki de yok. Kendi tertipleri bile sevmiyor. Neyine güveniyorsa… Komutan gittikten sonra kıdemlilerden aklı başında olanlarla konuştuk. Gayet sakin bir konuşmaydı. Aklı başında olan iki kişiyle konuşmuştuk, bizi anladıklarını söylediler. Konuşmadan sonra koğuşlara dağıldık. Bu, olaylardan sadece bir tanesi. Buna benzer birkaç olay daha var.

Askerlik böyle günlük hayatta bir baltaya sap olamamış insanların egolarını tatmin etmekle geçiyor. Eğitimli, aklı başında insan bulmanız çok zor. Nerede işsiz var, hepsi askere gelmiş para kazanmak için. Anlatacaklarım şimdilik bu kadar.

Mayıs

12 Mayıs 2015

Öğleden sonra arkadaşlarla buluşacaktım. Erteleye erteleye bu güne erteledik. Tam da gideceğim güne. Onları sevdiğimden pek de kızmadım açıkçası. Bir yerde oturup bir şeyler içtik. Bir başka arkadaş da sonra katıldı aramıza. Bir saat kadar oturduktan sonra kalkmam gerekti, saat iki olmuştu. İşlerimi hallettikten sonra eve döndüm. Teyzem gelmiş, annemle oturma odasında oturuyordu. Şöyle sarılıp öptüm teyzemi. Eşyalarımı bir kez daha kontrol ettim. Diğer teyzem ve torunu da geldi. Oturma odasına geçip oturduk. Torunu gelir gelmez balkondaki kuşları gördü ve sevmeye başladı. Saç ve sakal tıraşı olmam gerekiyordu. Duşa girdim, saç tıraşımı oldum. Ense bölümünde de annem yardım etti. Sakal tıraşımı da olduktan sonra duşa girdim. Duştayken babama yaşça yakın olan dayısı geldi. Babamla birlikte küçük odada oturup sohbet ediyorlardı. Teyzemler de salonda oturup sohbet ediyordu. Mutfağa geçip yemek yemek istedim. Yemek yemeden önce de torunla ilgilendim. Annem hemen yemek hazırlayıp getirdi önüme. Teyzemlerin yanında yemeğimi yerken torun birden ağlamaya başladı. Gözüne deterjan kaçmış. Hani şu üfleyince baloncuk çıkartan oyuncaklardan var ya, işte onun suyundan. Hemen gözlerini yıkadılar. Uykusu da gelmişti çocuğun. Teyzem kalkmak istedi. Babam da teyzemleri eniştemin iş yerine götürdü.

Gitmeye hazırdım. Son kontrolü yaptıktan sonra yola çıktık. Babamın dayısı motosikletiyle gelecekti. Annemlerle otogara gittik. Biletimi aldım ve peronların yanına gittik. Biraz oturduk ve davul zurna eşliğinde uğurlanan askerleri gördük. Benimki onlarınki kadar şatafatlı olmadı – ki zaten olmasını da istemezdim. Benim otobüsüm geldiğinde çantamı görevliye verdim. Bizimkilerle vedalaşırken zor anlar geçirmedim çünkü gitmeye ve uzun süre tanımadığım yerlerde kalmaya alışıktım. Otobüse binmeden önce anneme ve babama sarıldım. Anneme sarılırken birden ağlamaya başladı kadın. Bense gülüyordum. Teselli etmeye çalışıyordum. Annem ağlamaya başlayınca babamın da gözleri doldu. Dayısının da. Hepsine sıkı sıkı sarıldıktan sonra otobüse binip yerime oturdum. Koltuğuma oturduktan on dakika sonra on iki saatlik Erzincan yolculuğum başladı.

Otobüs gardan ayrılırken kendimi garip hissettim aslında. Özlemiyorum diyordum kendi kendime ama içim bir tuhaftı sanki. Bir sıkıntı vardı içimde, hissedebiliyordum.

Mayıs

10 Mayıs 2015

Şunun şurasında ne kadar kaldı? 2 gün sonra askerlik için yola çıkıyorum. Up uzuuun bir yol. Tamı tamına on iki saat. Adana’dan Ankara’ya giderken altı saat sürüyor diye öff püff diyordum ama bu kez on iki saatlik yolu kendim istedim. Zorluklara katlanmayı öğrendim öğreniyorum ve öğreneceğim. Öyle çok heyecanlı değilim, çünkü oradaki ortamın nasıl olacağını az çok kestirebiliyorum. İlk bir ay sıkıntı diyorlar, sanırım dedikleri gibi geçecek. Yoğun bir günlük tempoda, temizlikten ırak, onlarca erkeğin arasında bir ayımı geçireceğim. İnsanoğlu bu, zorluklara da alışır. Tarihte onca savaşa katılmış yüzbinleri düşünüyorum da benim yaptığım ne sanki, altı aylık askerlik. Ona askerlik bile denmez belki de. İşte, adı o.

Son altı yıldır, her iki yılda bir evden uzun süreliğine uzaklaşıyorum. 2011’de Amerika’ya gittim, 2013’de Avrupa’daydım. 2015’de de askere gidiyorum. Az çok uzak kalmaya alıştım. Özleme duygum sanki hiç yokmuş gibi geliyor, tabi askerde ne olacağını bilmiyorum. Evin rahatlığını, annemin yaptığı yemekleri, dışarı geç saatlerde bisiklet sürmeyi özleyebilirim. Tam tersi de olabilir aslında. Kendimi orada da rahat bulabilirim. Hemen hemen her şeyden uzak, özgürlüğün az da olsa kısıtlanmış olan askerlikte; kendi ayakları üstünde durmuş bir şekilde, her an bir sorunla karşılacakmış gibi hazırlıklı, güçlü ve sabırlı olmalıyım. Oraya gidince ömrü boyunca orada yaşayacak biriymişim gibi düşüneceğimden eminim. Bu beni az da olsa rahatlatacaktır.

Arkadaşlarım iyi olduktan sonra sanmıyorum ki canım çok sıkılacak. Koskocaman ükenin her yerinden insan gelecek, her türlü karaktere sahip insanlar… Onlarla geçinmek belki çok zor, belki de kolay olacak, bilemiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum. Kendimi her zaman şanslı hissettim. Askerlikte de şansımın yağver gideceğini umuyorum. İyi düşünen, pozitif düşünen insanların başına iyi şeyler gelir. İşte o yüzden içim rahat. Başıma kötü şeyler de gelse, her zaman iyiye odaklanacağım için kafam da rahat olacak. Tabi eğer üstüme üstüme gelmezlerse.

Canımı sıkan tek bir şey var aslında. O da yolun uzunluğu. Yani koskoca altı ayı düşünmüyorum, sadece on iki saatin nasıl geçeceğini düşünüyorum. O kadar çok yolculuk yaptım ki artık tek bir yerde sabit bir şekilde durmak istiyorum. Avrupa’dan geldikten sonra tam bir ev kuşu oldum. Dışarı acil olmadıktan sonra çıkmıyor, arkadaşlarla olan görüşmeleri sınırlı tutuyor ve yapılması gereken işlerimi olabildiğince aynı güne getirmeye çalışıyorum.

Hayat çok garip gerçekten. Bunu son bir yıldır çok net bir şekilde görüyorum. Herkes kendi hayatını farklı şekilde yaşıyor. Bazen çok önemsiz şeyleri büyütüp birbirlerini üzebiliyor, bazen de küçük şeylerden mutlu olabiliyor insan. Geçtiğimiz bir kaç haftadır kendime devamlı söylediğim bir şey var:

İnsanlara sadece bir kez yaşama hakkı veriliyor ve bu bahşedilen bu hayatta insan
mutlu olmak zorunda.

Nisan

24 Nisan 2015

Günlerden cuma. Biraz heyecanlıydım aslında, asker yerim belli olacak. Her gün olduğu gibi bugün de uyumak istemedim ve uyumadım. Sabah biraz annemle oyalandım. Emekliler bu ay bizde toplanıyorlardı ve annem telaş içinde teyzemle son hazırlıkları tamamlamaya çalışıyordu. Teyzemle birlikte kahvaltı yaptıktan sonra hep beraber hem ev işinin hem de hazırda olan yemek işinin rütuşlarını tamamladık. Saat on ikiyi gösterdiğinde annemin ilk arkadaşı zili çaldı. Daha sonra sanki on dakikaya senkronize olmuşlar gibi teker teker geldiler. Bende odamda bilgisayarın başındaydım her zamanki gibi. Annem ve teyzem gelen misafirlerin yanında oturuyor, mutlu mutlu sohbet ediyorlardı. Annemin geçen gün sorduğu sorudan sonra sanki beni etrafta görmek istemiyormuş hissine kapıldım. Daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı ama hissettim işte. Zaten yavaş yavaş evden göç eden çocuk psikolojisini yaşamak istiyordum, bu da tam üstüne gelince iyi oldu. Etrafta dolanmadım. Sadece e-devlet şifremi almak için merkez postaneye giderken bir merhaba dedim, o kadar. Bisikletle gidecektim. Hava yeteri kadar sıcaktı ama kışlık montumla gittim, yazlık mont almamıştım. Onun için yeteri kadar param yoktu – ki eski ben olsam hemen alırdım, yeni ben ana baba parasını pek sevmiyor – istesem verirlerdi ama istemedim. Tshirt alırken bile yüz kere düşünen bir tip oldum artık. Neyse. Bisikletime atladım ve pedalları çevirmeye başladım. Yolda giderken annemin kartına yatırmam gereken parayı da hastaneler kavşağının oradaki Ziraat Bankası’na yatırdım. Eski Kız Lisesi’ne kadar sürdüm. Sol tarafa döndüm ve Küçüksaat’in bulunduğu tarihi sokağın baştan aşağı yapıldığını gördüm. Yerler parke ve yol dardı. Bisikletle giderken titreyerek gidiyordum, biraz rahatsız ediyordu. Yavaş yavaş Yağ Cami’nin solundaki sokağa kadar geldim. Oradan da babannemlere geçtim. Kapıyı açan amcam oldu. Bisikletimi bu kez avluya bırakmadım çünkü amacım bisikletimi onlara bırakıp postanedeki işimi halletmekti. Terden sırılsıklam olan tshirtümü çıkartıp astım ve çantamdaki yeni tshirtleri giydim. Babaannem ve halam evde yoktu. Hastaneye gitmişler. Amcamla biraz sohbet ettikten sonra çıktım yola. Postaneye girdim. En sondaki gişenin sırasına girdim. Ön tarafta üç adam vardı. İki saat gişedeki kadınla konuştular. İşleri hallolana kadar orada beklediler. Bir yandaki sıra bizden hızlı gidiyordu. Yaklaşık yarım saat bekledim. Tam üçüncü kişi olmuştum ki hemen yan tarafta yaşlı bir amca belirdi. Sonra birden araya kaynak yaptı. Genç biri olsaydı orada kavga çıkartırdım ama yaşlı olduğu için bir şey söylemedim. Şimdi adam yaşlı, belki de cahil. Neyi alatacaksın? Sıra geldi bana. E-devlet şifresi istediğimi söyledim. Kadın resmen genzinden konuşuyordu. Tabi o kadar saçma sapan insana laf anlatmaktan ses gitmişti kadında. Zar zor anlayabildim dediklerini. İşimi hallettikten sonra babannemlere gittim. Yine terlemiştim. Gelir gelmez askerliğimin nereye çıktığını öğrenmek için internete girdim. Siteye üye olduktan sonra birkaç işlem sonra nereye gideceğimi öğrendim. Amcama sordum nasıl bir yer olduğunu. Kısaca “iyi” dedi. Babamı aradım ve ona da söyledim. Duygulanmış numarası falan yaptı heralde, telefonda olunca anlayamadım. Son olarak da annemi aradım. Biraz daha oturduktan sonra babamın yanına gittim. Az biraz oturdum, bisikletimi alıp eve gittim.

Nisan

14 Nisan 2015

Son iki gündür A Single Man filminin etkisindeyim. Filmi uzun zaman önce izlemiştim fakat daha sonra karşıma çıkan soundtrackleri filmi tekrar hatırlamama neden oldu. Parçaları dinledikçe yaşadığım hayatı sorgulamaya başladım. Biraz ergence geliyor olabilir. Sorguluyorum ve şuan için kendimi çoğunluğun arasında bastırılmış azınlıklar gibi hissediyorum. Duygularımı dışa açamam, normal karşılanmayabilir. Hatta direk söylüyorum, normal karşılanmaz.

Denizin içindeki kum tanesi olmayı istemez insan. Duygularını, düşüncelerini özgürce ifade edebileceği bir ortam, bunları anlayabilecek bir topluluk ister.

Şu aralar sevmek aklımda şekillendiği kadar ruhumda da şekillenmeye başlıyor. Bir insanı sevmek, onunla bütün bir ömrü geçirmek, insanı hakkı olan bir adet yaşamı iyi değerlendirdiğinin bir göstergesi.

Hayata daha yukarıdaki pencerelerden bakan bir kişi hayal ediyorum. Onu sevdiğimi, bir ömür boyu onunla yaşadığımı hayal ediyorum. Onun dışındaki her şeyin önemini yitirdiğini görmek istiyorum. Sadece o hayatımda olsun, onunla olayım. Uzaklarda, kimsenin gitmek istemediği kadar uzakta, onunla yalnız olmayı diliyorum. Para falan hikaye…

Nisan

7 Nisan 2015

Dün akşam saat 9 gibi, annem ablamın öğlen gönderdiği mesajı yeni farketti. Mesajda eniştemin şehir dışında olacağı ve ablamın yeğenimi kreşe götüremeyeceği yazıyordu. Buna benzer bir cümleydi işte. Mesajı okuduktan sonra annemin yüzü değişti. Ablamı aradı ve cuma günü bzide yapılması planlanan toplantıyı iptal edeceğini söyledi. Telefonu kapattıktan sonra bu tip konularda daha mantıklı düşünen biri olan babamı aradı. Babam da annemle aynı fikirdeydi. Onun böyle düşünmüş olması annemi biraz daha rahatlatmıştı çünkü annemde kesin olarak düşündüğü konulara bile kuşkuyla bakma içgüdüsü var. Arkadaşlarını teker teker aradı ve iptal etmek zorunda olduğunu acıklı kelimeler kullanarak dile getirdi. Annem bazen telefonda kendini o kadar çok acındırır ki! Bu arada karşıya gidip marketten iki ekmek aldım. O saate kadar nasıl alınmamışsa… Her şey hazır olduktan sonra yemek yerim düşüncesiyle eşyalarımı hazırlamaya başladım. Aslında içimden gitmek gelmiyordu çünkü askere gitmeden önceki günlerimi evde huzurla geçirmek istiyordum. İşin içinde biraz da geçmişte yaşadığım bir olay vardı. Neyse. Annem de kendi eşyalarını topladı. Her şey hazırlandıktan sonra babamın bizi alıp otobüs terminaline götürmesini bekledik. Eşyaları arabaya yükledik ve yola çıktık. İçimden “yolculuk etmekten gına geldi artık” gibi düşünceler geçiyordu. O zamana kadar o kadar çok seyehat etmiştim ki artık bir yerlere kök salıp orada kalmak istiyordum. Bizi otogara götürecek olan minibüse bindik. Tam minibüs hareket ederken babamın gözlerinin dolduğunu farkettim. Terminale gelirken arabada “askere yaklaşık daha iki ayın var” gibi bir cümle söyledi. Bunun doğru olmadığını, üç hafta sonra gideceğim yerin belli olacağını ve ondan sonraki hafta da gideceğimi söyledim. Gözlerinin dolmasının nedeni de buydu. Beklediğinden daha erken gidiyordum askere. Minibüsle otogara giderken aklımdan geçirdiğim tek bir cümle vardı: “artık daha fazla seyehat etmek istemiyorum”. Pilot falan olsaydım hayat bana işkence gibi gelirdi heralde. Otogara geldik, bagajımızı verdik, numaraları görünmeyen koltuklarımıza oturduk. 3 sıralı koltuklardan sağdaki ikili olanda oturuyorduk. Hem de en arkadan üçüncü sırada, sadece burası boştu. Biraz bekledikten sonra otobüs hareket etmeye başladı. Suratsız ama güzel bir hostes tarafından içecek servisimiz yapıldı. Film falan izlerim diye düşünüyordum ama kendimi ingilizce bir roman okurken buldum. Gayet güzel bir kitaptı diyemeyeceğim çünkü kötü bir şekilde başlamış bir kitaptı. Otobüsün koridor lambaları sönünceye kadar okudum. Kitabı çantama koydum ve uyumaya çalıştım. 2 saatlik bir aradan sonra otobüs bir benzin istasyonunda durdu. Tabi tıss diye durunca hemen hemen herkes uyandı. Bir on on beş dakika sonra otobüsün içini ağır bir benzin kokusu sardı. Kokudan bayılacağız diye düşündüm. Hemen arkamızdaki adam ayağının altındaki bir kapaktan yolculuk boyunca soğuk hava geldiğini söylenip durdu. On beş dakika bekledikten sonra otobüs hareket etmeye başladı ve yarım saat sonra dinlenme tesisinde durdu. Arkada oturan yaşlı adam hostesi çağırdı ve altaki kapaktan soğuk hava geldiğini belirtti. Bizim ilgisiz hostes de durumu kaptanına haber edeceğini söyledi ve çekip gitti. Gidiş o gidiş. Mola için annem otobüsten indi. O gelene kadar bekledim. Nedendir bilmem ama bende hala şöyle bir düşünce var. Sanki otobüsü terkettiğimde, çantamı eşyalarımı çalacaklarmış gibi bir hisse kapılırım her zaman. O yüzden eğer tek değilsem ilk önce yanımdaki kişinin ihtiyacını karşılamasını beklerim. Daha sonra da ben giderim. Yani iki kişi aynı anda gidemez bana göre. Hala atamadım şu inancı kafamdan. Annemin gelmesini bekleyemeden kendim gittim. Aklım çantada kalmıştı ama gitmem de gerekiyordu. Ya annem geç gelseydi ve ben tuvalete gidemeseydim, bütün yolculuk boyunca kendimi tuta tuta Ankara’ya varacaktım. Çanta durumunu ve kendini tutma durumunu ayrı kefelere koyup tarttım ve kendimi dışarıya attım. Tuvalete doğru giderken annemi farkettim. Hediyelik eşya bölümünde geziyordu. Demekki gitmesem hala orada gezecekti. Neyse tuvalet falan derken annemin yanına geldim ve birlikte otobüsteki yerlerimize geçtik. Annem gelir gelmez şu kapak olayını hostese söylediğini, hostesin de anneme “bunu lütfen kaptana siz söyleyin” dediğini anlattı. Ya sen hostessin, biz mi muhatap olacağız kaptanla? Konuşmadan hemen sonra kaptan geldi ve arkadaki kapağı düzeltmeye çalıştı. Başardı. Annemin ayağına da soğuk gelmişti bu üç saat boyunca. Annemle yer değiştirdik ve ben geçtim cam kenarına. Tabi sorun çözülmüştü. Herhangi bir soğuk gelme durumuna karşı çantamı da kolduğumun hemen altına koydum, soğuğu kessin diye. Birkaç dakika sonra hostes içecek servisi yapmaya başladı. Bizim sıraya geldiğinde anneme neden o şekilde söylediğini izah etti. Hatta bir ara söyleyemeyeceğini düşündüğü şeyi annemin kulağına eğilerek fısıldadı. O an çok merak etmiştim ne söylediğini. Çok önemli bir şey olmadığını biliyordum ama yine de merak etmiştim. Kadın 12 saat boyunca yolda olduğunu ve Kayseri’den Adana’ya, oradan da Ankara’ya servis yaptığını söyledi. Hiç uyumadığını da belirttikten sonra “bir saat uykunun bile önemi varmış” dedi. O anda kadına olan antipatim ortadan kalktı. Sonra da kendi kendime şunu sordum. İnsanların davranışlarını arkasındaki nedenleri düşünmeden yargılamak basit bir hareketti ve ben bunu o kadın derdini anlatmadan önce yapmıştım. Sonra “kendinden utan Caner” dedim kendime. Bunları düşünürken sanırım uyuya kalmışım. Gözümü bir açtım ki Gölbaşı’na gelmişiz. Otobüs tıslaya tıslaya 6 gibi otogara vardı. Bagajımızı aldıktan sonra ablamlara gitmek için minibüse binmek için durağa kadar yürüdük. Çukurambar’a giden seferler o saatte henüz başlamamış. Biz de taksiye atlayıp gittik ablamlara. Ablamı gördüğümde ne kadar çok özlediğimi anladım ve iki kere sarıldım. Prenses daha uyuyordu, uyanmasını bekleyene kadar oturma odasında sohbet ettik. Annem sabırsızlanıyordu İpek’i görebilmek için. Saat 8 olduğunda içeriye uyanadırmaya gitti. “Bir sürprizim var” dedi. Oturma odasında bekliyordum, saklandım ve geldiğinde sürpriiiiz dedim 😀 O kadar çok sevinmişti ki. Hem annannesi vardı hem de dayısı. Gözlerinde o mutluluğu görebiliyordum. Biraz sevdikten sonra Adana’dan getirdiğimiz elbiseleri denettirdik. Hemen sonrasında da kreşine gitmek üzere ablamla yola çıktılar.

Mart

10 Mart 2015

Haftasonunu saymazsak iki gündür izinliyim. Toplamda 4 gündür işe gitmiyorum. Geç vakitlere kadar uyumuyorum, erken saatlerde kalkmıyorum. Düzensiz bir hayat, düzen birinin olmadığı bir hayat. Eve geldiğimde büyük bir istek ile yaptığım şeylerin artık zevk vermediğini farketmem kötü oldu bugün. Hayatta beni mutlu eden şeyler olabilir fakat yapıldığında zevk veren işler kalmadı şu yaştan sonra. Yaşım daha kaç ki? Kaç gibi gösteriyorum, yirmi mi, otuz mu, kırk mı? Fiziksel olarak bedenim bile yaşlı geliyor artık. Psikolojik olarak yaşlı olduğum zaten söylemiştim önceden. Davranışsal olarak ne alemdeyim bilmiyorum.

Bana göre hayatta “ileride olan insan” hayatın aslında büyük bir boşluk olduğunu bilen, bunun farkında olarak süresini tamamlamaya çalışan insandır.

Parklarda dolaşmayı seviyorum. Sokakta herkesin yanından geçmeyi, insanları izlemeyi seviyorum. Şu gözlerin gördükleri neler biliyor musun? Her daim bir şeylerin peşinden koşan, koşmak isteyen, zorunda olan, koşturulan insanlar görüyor. Hiçbir zaman hiçbir şekilde durmuyor insanlar. Her dakika her saniye, kendilerine biçilen ömrü en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Sadece bir kez verilen bir şansı iyi bir şekilde kullanmak istiyorlar. Aslında insanları biraz yarış atına benzetiyorum. Neden koştuğunu, neden diğerlerini geçmek zorunda olduklarını bilmeden sadece koşuyorlar. Onlar için etraflarında önemli olan tek şey cinslerinin ne yaptıkları.

Dünyanın hangi yerinde olursan ol, ilk başta çocuk olursun. İyi kötü liseye gider, üniversiteyi kazanır gidersin. Şanslıysan iyi insanlara denk gelirsin, hayatını baştan başa değiştirebilecek insanlara. Mezun olduktan sonra akranlarının nişanlandıklarını görürsün, bazıları çoktan evlenmişlerdir bile. “Bu ne acele?” dersin. “Biz daha dün aynı sıralarda oturup şakalaşıyorduk, şimdi ev bark sahibi olup evine ekmek getiren o kutsal anne/baba mı olacaksın?“. Onlar da sana şunu söylecekler, “yapmamız gereken şeyi yapıyoruz“. Yapmamız gereken şey mi?

Hayatı çok sorgulamadan yaşamam gerekiyor. Çok düşünüyorum ve bu beni psikolojik olarak yıpratmaya başlıyor. Kendimi her zaman farklı bir ülkede, büyük bir amaç için uğraşırken hayal ediyorum. Benim için hayat, büyük uğraşların peşinde koşmak, kapasitemi sonuna kadar kullanabileceğim yerde olmayı diliyorum. Sanırım sadece o zaman kendimi tam anlamıyla mutlu hissederim.

Yapamayacağım hiçbir şey yok bu dünyada. Kendime güveniyorum, yapabilirim.

Kimseye ihtiyacım yok, ailemden başka.

Mart

1 Mart 2015

İstediğim hemen hemen her şeye sahibim. Pahalı bir yarış bisikleti, son model bir cep telefonu, herkesin sahip olmak isteyeceği bir macbook, ipad, profesyonel fotoğraf makinesi… Hala sonsuz bir mutsuzluk içindeyim ama içten içten mutlu gibiyim.

Karışık.

Şubat

22 Şubat 2015

Bu gece yine uyumadım. Uyumayı sevmediğimi daha önce söyledim mi hatırlamıyorum. Şuan biliyorsun, uyumayı sevmiyorum. Zaman kaybı geliyor, bunu söylüyorum fakat az uyuduğum da söylenemez. “Uykuyu sevmiyorum ama deli gibi uyuyorum” diyenlerden biriyim. Sabahın dokuzuna kadar ayık olup o saatten sonra uyuyan ve akşam karanlığında kalkan biri haline gelmek istemiyorum yine. Şöyle on iki gibi yatsam, altı gibi kalksam benden mutlusu olmaz etrafımda.

Burada yazıyorken evin durumunu yazayım. Annem yeni aldığımız televizyonun karşısında iPad’in başında internette geziniyor, babam çalışma odasında bilgisayar başında. Bende bilgisayar başındayım, malum. Yani herkes ayrı telden çalıyor. Kocaman bir televizyon aldık televizyon kültürümüz geri gelsin diye fakat kimse bana mısın demiyor. Aslında haklıyız, televizyonda izlenecebilecek hiçbir şey yokmuş. Keşke bunu televizyon almadan önce düşünseydik (LOL).

Kendimi yine yalnız hissediyorum. Hissetmenin ötesinde, öyleyim. Yalnızım fakat bu durum beni o kadar huzurlu hissettiriyor ki. Hani iş yerinde deli gibi çalışıp yapmak istediği tek şeyin sadece evde oturmak olduğunu söyleyen insan gibiyim. Evde oturayim, kimse bulaşmasın, böyle yaşayayim gitsin. Artık annem, babam ve ablamlar hariç hiçkimseye ihtiyacım yokmuş gibi hissediyorum. Birinci dereceden akrabalarım da olsun yanımda. Fakat bunun ötesinde hiçbir kimsenin olmasına gerek yok. Yani ihtiyacım yok. Bu durum aynı sevgilim olmasını isteyip istemem gibi.

Yalnız olmaktan korkuyor musun? Etrafındaki herkesin bir çift olmaya başlaması seni korkutuyor mu? Arkadaşların hamile mi olmaya başladı ya da dur, anne baba mı oldular? Bütün bunlar seni birini bulmaya mı zorluyor? Bunu düşündüren şeyin ne olduğunu hiç düşün. Normal olmaya ve yapılması gerekeni yapma hissi ediniyorsun onlara baktıkça. Sanki zaman geçiyor ve her şey daha da zorlaşıyor, zamanla yarışan insanlara arkadan yetişebilmek için onların geçtiği yoldan senin de geçmen gerekiyor. Bu hisse kapılıyorsun, biliyorum çünkü o hissi insanlarda görüyorum. Uçuk bir insan olmanı ve seninle tanışmış olmayı dilerdim. Keşke farklı bir insan olsan ve vaktimi sadece seninle geçirebilsem. Fakat öyle değilsin, çünkü farklı olan insanlar buraya gelip bu yazıyı okumazlar. Onların yapacağı daha farklı şeyler vardır. Bir blog okumak onlara göre bir şey değil.

Ocak

31 Ocak 2015

İnsanların hisleri var biliyor musunuz? Benim de var. Ben de bazen üzülebiliyor, sevinebiliyor, sinirlenip durgunlaşabiliyorum. Şu son bir yıldır duygu konusunda epey bir yol kateddim. En sonunda şunu öğrendim. Umursama. Umursamıyorum artık. İnsanların ne yaptıkları, ne düşündükleri, ne konuştukları artık umurumda değil. Sil gitsin. Artık kolaylıkla silip atabiliyorum. Bu da pek umrumda olmuyor. En son çok samimi olduğum bir arkadaşıma da yaptığım bu. Onu da bir ay içerisinde kafamdan çıkarabildim. Tabi hala ismi aklıma geliyor ama yarın bir gün o da çıkacak aklımdan. Çok mu acımasızım? Hayır.

“İnsanları umursamazsan zarar görmezsin” anlayışını farkedebilmek o kadar da zor olmadı benim için. “Uğruna neleri yapabilirim” diyebileceğim insanlar hiç olmadı şu zamana kadar, belki de hiç olmaz. Bir arkadaşımla konuşurken söylediği şu cümle dikkatimi çekmişti.

İnsanların artık bir şeylere tahammül gücü kalmadı.

Kesinlikle katılıyorum bu görüşe. Artık hiçbir şeye karşı tahammülüm kalmadı. Beni yormadan arkadaşlık yapmak insanlarla arkadaşlık kuruyorum artık. Sağolsunlar yanımda üniversitede aynı bölümde olduğum insanlar var, onlar bana yetiyor şimdilik. Staj yaptığım yerdeki büyüklerim de var tabiki. Bay N.’ı da unutmamak lazım.

Bugünün diğer günlerden pek bi farkı yoktu gece yarısına kadar. Havanın yağmurlu olmasından ötürü bugün de geç kalktım. Normalde sabah on bir gibi kalkıyordum haftasonları ama bugün biraz farklı oldu. Üçte kalktım. Biraz daha uyusaymışım, günü yaşamamış olacaktım. Gerçi yaşanacak pek bir tarafı yoktu. Bilgisayara takıldı yine kafam. Saatlerce bilgisayarın karşısındaydım bugün de. Akşam saat sekize kadar oyalandım. Babam gelince de yemek yedik ailecek, ilginçti, çünkü uzun zaman sonra ilk defa herkes yemek masasında yemek diyordu. Normalde zamanlarımız pek uymaz. Ya biri geç gelir yer ya da diğeri… Yemeği yedikten sonra yine bilgisayar başına geçtim. Gece yarısında bir mesaj aldım. Tanımadığım biri gibi geldi ilk başta. Sonra tanıdığım biri olduğu ortaya çıktı. Mesaj atan bayan G’ydi. Onca zaman geçmişti aradan. Çok ama çok yakın iki arkadaştık biz. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi, ortak yanımız çoktu. O kadar çok yakındık ki ne bir kardeş ne bir sevgili. Biz aslında birbirimizin hiçbir şeyiydik. Bu ilişkinin adını bilmiyorum, sanırım yok. Konuşmayalı yaklaşık iki yıl geçmişti. O süre içinde defalarca aklıma geldi fakat arayıp sormadım. Arayıp sormadım çünkü arayan ilk kişinin kendisi olması gerekiyordu. Hiç beklemediğim bir anda hiçbir şey söylemeden gitmişti. Aslında başından bir olay geçmişti, sonucunda utanabileceği bir olay. Bunu sadece benimle konuşmuştu. Belki de sırf utancından arayıp sormuyor diye düşünmeye başlamıştım. Arayanın ilk o olması gerekiyordu çünkü yaptığı şeyden dolayı utanan bir insanı arayıp daha da utandırmak bana yakışan bir şey değildi. Hazır olduğu zaman, kendini hazır hissettiği zaman beni arayıp konuşacak diye düşünüyordum onca zaman. Ama olmadı. Beni ne aradı ne de sordu. Ortak arkadaşımız olan bayan Ö’ye telefonla konuştuğumuz zaman bazen soruyordum haber alabiliyor musun diye. Onunla konuşuyormuş bazen, ama çok değil. Demekki düşündüğim doğruymuş, utancından konuşmuyormuş benimle dedim kendime. Bugün mesaj attığında şaşırmıştım, kim olsa şaşırmazdı ki? Çok sevdiğiniz bir kimse ortadan kayboluyor ve bir daha hiç haber alamıyorsunuz. Birgün birden ortaya çıkıp “ben evleniyorum” diyor. İşin ilginç tarafı “tebrikler” dememi bekliyor olmasıydı. Kızgındım, kırgındım. Nasıl olmayayım ki? Hala suçu bende arıyor, “neden sen aramadın” diyordu. Nedenini defalarca yazmama rağmen sanki yazdıklarımı hiç görmemişçesine tekrar aynı soruyu soruyordu. Pek fazla yazmak istemedim, ne yazayım ki? Onca zaman konuşmadığın insanla ne konuşabilirsin gecenin bu yarısı? Hiçbir şey.

Yüzeysel bir ilişki yaşıyan insanlar yüzünden hislerimi kaybettim ben. İnsanın canından çok sevdiği arkadaşları olur, birlikte çılgınlık yaptığı zamanlar, tekrar gittiğinde anılarını hatırlayacağı yerler olur. Bende bunların hiçbiri yok, hiç olmadı.

Onlardan ayrılmama neden olan etmenlerden biri de sevgililerinin olmasıydı. Lise bitimine kadar arkadaşlarım sadece benim arkadaşlarımdı. Bir başkasının sevgilisi falan olamazlardı. Garip bir düşünce biliyorum ama sanki arkadaşlarımla benim aramda böyle bir ilişki vardı. Sanki hiçkimsenin evlenip gitmeyeceğini, her daim benim gibi olacağını düşünüyordum. Arkadaşlarımın sevgililik durumunu hiç hesaba katmamıştım üniversite yıllarına kadar. Ne zaman birer birer sevgili bulmaya başladılar o zaman farkettim durumun sonunu. Yarın bir gün evlenir de bunlar diyordum kafamdan – ki öyle de oldu. Nişanlanmaya evlenmeye başladılar tekrer teker. Kim bilebilirdi ki bir zamanlar sulu şakalar yaptığın, bahçede arkasından yakalamaya çalıştığın o küçük genç insanların ev bark sahibi olabileceğini? Ben düşünemezdim, aklıma hiç gelmezdi. Kendilerine sevgili buldukça ayrılmaya, uzaklaşmaya başladım. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi, benden uzaklaşıyorlardı. Kontrol edemediğim bir durumdu. Nasıl kontrol edebilirdim ki?

Yalnız kaldığımı gün ve gün anlamaya başlıyordum. Sevgili bulan arkadaşlarımın sayısı git gide artıyordu. Mitoz bölünüyorlardı adeta. Tehlike çanlarının en yakın arkadaşlarım için çalmaya başladığını görünce olayın farkına vardım. Yalnız kalıyordum! Sadece benimle olmalarını istiyordum. Bir başlasının çekimine kapılmadan, dengeyi bozmadan kalmalarını istiyordum. Çok şey istiyor olamazdım.

Yavaş yavaş öldüğümü farkediyorum. Sanki zaman, Dünya’yla işbirliği yapmış, eskisi kadar taze olmayan bizi yiyip yutmaya hazırlanıyor.

Ocak

16 Ocak 2015

Son iki gündür bugünkü etkinliğe odaklanmıştık. Önceki gün yapılması gereken kokteyl yiyecekleri hazırlanmıştı. Bugün de  bardak masa sandalye çiçek vb gibi kokteyl malzemelerini hazırladık. Fethiye Hanımların evine her hafta etrafı temizleyip düzenlemesi için bir kadın geliyor. Kadını yaklaşık 30 yıldır tanıyorlar. Dile kolay. Kendisi bugün gelip kokteyl yemeklerinin bazılarını pişirdi. Saat 15:30’a kadar yiyecekler hazılandı, eşyalar kapının önüne getirildi. O gün, özel bir gün olduğu için gömlek ve kravatla gelmiştim. Yağuşuklu olmuştum la. Diğer çalışanımız Elif Hanım da epey bir hazırlanmıştı. Evden ayrılmadan önce atıştırmalık bir şeyler yedik ve eşyaları apartmanın kapıcısıyla aşağıya indirdik. Pek ağır şeyler yoktu. Kolay oldu. Fethiye Hanım bir pikap geleceğini söylemişti. Meğer pikap kız kardeşi Mehtap Hanımlara aitmiş. Mehtap Hanım’ın oğlu Ekrem getirdi aracı. Aslında biraz geç kalmıştı Ekrem. Fethiye Hanım’dan da fırçayı yedi zaten. Eşyaları arabaya yükledik ve Elif Hanım, kadın, ben ve Fethiye Hanım jiple sanat galerisinin önüne gittik. Ekremler bizim arkamızdan geldiler. Epey büyük bir yer bekliyordum fakat beklediğim kadar büyük bir yer olmadığını gördüm. Arabadaki eşyaları içeriye taşıdık. Güzin Hanım’ın sergisiydi ve eserleri duvarda asılı duruyordu. “Harbiden güzel yapmış” dedim içimden. Bizimkiler içerdeydi, herkes bir şeylerle ilgileniyordu. Bense hala arabadaki eşyaları indirmeye çalışıyordum. Sağolsunlar, iki tane yağuşuklu garsonumuz vardı, yardım ettiler bana. Daha geleli 10-15 dakika olmadan erkenden misafirler geldi, eserleri görebilmek için. Bu ne acele dedik… Daha bir buçuk saat vardı serginin açılışına.

Sergi salonunun mutfağı o kadar çok küçüktü ki içene 3-4 kişi anca sığar. O kadar küçük bir mutfağa kocaman bir koltuk bile koymuşlar, ne akla hizmetse. Elif Hanımla Gülfidan yiyecek-içecek kısmıyla ilgilendi. Garsonlar yavaş yavaş şarabı ve yiyecekleri servis etmeye başladı. İlginç bir durum vardı gelenler için. Normalde Adana’daki sergilerde masalar oluyormuş ve insanlar o masaların etrafında toplanıyormuş. Masalara cips, çerez falan koyuyorlarmış ve içecek ikram ediyorlarmış. Ne kadar kötü bir durum. Sanat eserlerini görmeye gelen insanlar, ya hiçbir şey yememeli ya da yapılan servisin çerez cipsten uzak, modern bir tarzda olmalı. Çok şaşırmıştım bunu duyduğumda. “Burası Adana” demekle geçilecek bir sorun değil malesef. Gelen misafirler iki tane yuvarlak masada çerez ve cips görmeyince şaşırdı. Onları o şaşkınlıkta görünce ben de şaşırdım. Garsonların etraflarında döndüklerinden, istedikleri tadımlık yiyeceklerden alabileceklerini gördüler. Yüreklerine su serpilmiş gibi oldular garsonların getirdiklerini görünce. Neyse bu espri kısmıydı. Güzin Hanım’ın eserleri gerçekten çok iyiydi. Fotoğrafçı gelmişti, birkaç fotoğraf çekti, dışarı çıktı. Pek de göremedik kendisini. Daha sonradan öğrendim ki bir derginin fotoğrafçısıymış, galerinin değil. Bilseydim kendim çekerdim insanları. Bu tip zamanlarda insanlar çok fazla fotoğraf çekilmek isterler.

Etkinlik boyunca sergi sahibini asiste etmeye çalıştım. Onun gözü kulağı gibi olmaya çalıştım elimden geldiğince. Kendisi pek farkında olmuyordu fakat dikkat ettiği şeylere dikkat ediyordum. Bazı şeyleri de daha o farketmeden farketmeye çalıştım. Tabi mutfak ve garson uyumunu da ayarlamaya çalıştım. İçki isteyenlere içki verdim, fotoğraflarını çekmemi isteyenlerin de fotoğraflarını çektim. Bir kadın vardı, uzun boylu, yaşının biraz altını gösteren, uzun da bir deri ceketi vardı. Eşi de en az onun kadar uzundu. Eserlerle selfie çekilmeye çalışıyorlardı. Hemen yanlarına gidip “ben çekebilirim istiyorsanız” dedim. Sonuçta gelenlerin memnuniyetini sağlamak bizim görevimizdi. Kadının elinden hemen telefonunu aldım ve bir iki kere çektim. Sonra boynumda asılı olan kendi pro makinemle çektim. Email adresini aldım fotoğrafları gönderebilmek için. Sonra biraz dolandım geri geldim. Kadın tekrar fotoğraf çekilmek istedi. Tam telefonu bana verirken telefon elinden kaydı. Telefon dediğim de iPhone 5S. Daha telefon aşağı düşmeden ikimiz ellerimizle sanki oyun havası oynuyormuş gibi ellerimiz yukarı bakacak şekilde açmış telefonu yakalamaya çalışıyorduk. Terazi gibi bir elimin yakalayamadığını diğer elim yakalamaya çalışıyordu. Ha keza kadının durumu da benim gibiydi. Rezildik ikimiz çünkü koca ellere sahip iki kişi, dört el yakalayamamıştı koskoca telefonu. Telefon şak diye yere yapıştı. Bendeki surat ifadesi “ohh noo” şeklindeydi. Daha sonra farkettim ki kadının diğer elinde şarap varmış. Etrafa sıçradı o da. Eline falan az geldi, yere dökülmüştü biraz. Hemen mutfağa gidip peçete getirdim. Tam yeri silecekken kadın da eğildi. “Siz zahmet etmeyin, ben silerim” dedim ve doğruldu. Tabi bunu söylerken “Nabüyün be abla? Bırak ben yaparım” diyordum içimden. Yeri sildim ve peçeteyi mutfağa götürdüm. Olan telefona olmamıştı, yere olmuştu, bize olmuştu. İki dakkada rezil olmuştuk. Allah’tan eserlere falan gelmedi şarap. Yoksa Güzin Hanım çıldırabilirdi. Kim olsa çıldırırdı. Ucuz atlattık be abla!

Garsonlar her on dakikada bir servis yapıyorlardı. Her dakka başı yapsalardı içerdekilerin hem karınları şişecekti, hem de sarhoş olacaklardı. Gelenlerin bazıları sanki yemeğe gelmiş gibi davranıyordu. Hele adamın bir tanesi şarap komasına girecekti. Dönüp dolaştıktan sonra mutfağa gelen garsonlarla oturmuş dedikodu yapıyorduk 😀 Zevkliydi ya (dedikodu değil, o atmosfer). Yabancı ama Adana’da yaşayan kişiler de vardı sergide. Bir tanesi tipik İngiliz, bembeyaz tenli, masmavi gözlü incecik bir adam. O incecik sesiyle ağzından çıkan Türkçe kelimeleri duysanız, oturup gülerdiniz. Yani alay etmek amaçlı söylemiyorum bunu, çok sempatik bir insandı kendisi. Bir de yaşlı bayan vardı. Kısa boylu, renkli gözleri çektiği rimelin arasında kaybolmuş, devamlı gülen bir bayan. Konuştuktan sonra anladım yabancı olduğunu.  Biraz sohbet ettik, o da sevecen bir insandı. Ülkesini bırakıp Türkiye’de yaşayan yabancılar genelde böyle oluyor. Tabi görüyorlar ne kadar şanslı olduklarını. Neyse… Yavaş yavaş sergideki insanlar gidiyordu. Sergide kimse kalmadığında Güzin Hanım elinde şarap bardağıyla zafer şerefesi yaptı. Sonra biz de biraz şarap içtik, yiyeceklerden yedik. Biraz oturup kritik yaptıktan sonra garson arkadaşlarla birlikte eşyaları topladık. Bazı eşyaları jipin bagajına koydum. Geri kalanlar için de Mehtap Hanım’ı bekledik. Epey bir süre geçtikten sonra baktık Mehtap Hanım  gelmiyor, taksi çağıralım dedik. Taksi geldikten sonra eşyaları ona yükledik. Ön tarafa ben oturdum, zaten arka taraf ve bagaj doluydu. Eve kadar gittik. Taksici gelene  kadar bölgedeki tek yönlü caddelerin yarattığı sıkıntılardan bahsetti. Neyseki yakındı gideceğimiz yer. Apartmanın otoparkına geldik, eşyaları bıraktık. Ücreti de verdikten sonra otoparkın kapısının önündeki eşyaları apartmanın giriş kapısına kadar götürdüm. Bu arada Mehtap Hanım arabasıyla geldi. Ondaki eşyaları da aldım ve apartmanın önüne götürdüm. Kapıcı Mustafa Bey de oradaydı. Kendisiyle birlikte eşyaları yukarıya taşıdık. Bir ton şarap ve yiyecek artmıştı. Şaraplardan bir tanesini aldım. Yiyecekleri de bölüştük kendi aramızda. Yoksa çürüyüp gidecekti. Eşyalarımı aldıktan sonra Fethiye Hanım Elif Hanım’ı, Gülfidan Hanım’ı ve beni eve bırakmak istedi. Arabaya bindik ve yola çıktık. İlk önce Elif Hanım’ı bırakacaktık. Evi taa Real’in o taraflarda bir yerde. Epey uzak bir yer yani. Oradan Ziyapaşa’ya nasıl geliyor anlamak mümkün değil. Giderken günün kritiğini de yaptık. Elif Hanım’ı bıraktıktan sonra sıra bana geldi. Benim oturduğum yer ile Gülfidan Hanım’ın oturduğu yer çok yakındı. Fethiye Hanım, “Ben buraları hiç bilmiyorum, nasıl gidecem Allah bilir” diyince bildiği yere kadar eşlik etmek istedim. Normalde benim evim daha yakındı fakat ilk Gülfidan Hanım’ı bıraktık. Sonra Fethiye Hanım’ı Barajyolu’na çıkabilecek kadar yakına götürdüm. Musait bir yerde indirdi beni. Her şey için teşekkür ettikten sonra yoluma devam ettik. Eve yürüyerek gittim.

Güzel bir gündü. Yorucuydu ama bayanlar kadar çok çalışmamışımdır, eminim. Sonuçta yemek ve içecek onların işiydi, benim işim koordinasyondu. Neyse sonuç olarak iyi bir organizasyon oldu. Herhangi bir sorun çıkmadan mutlu bir şekilde gerçekleştirdik. Darısı diğer etkinliklerin başına.

Aralık

27 Aralık 2014

Sabah yine (yine yine ve yine) geç kalktım. Kendimi annemle konuşuyor buldum kalkar kalmaz. Bugün güzel bir gün olacak gibi hissediyordum çünkü iki gün önce annem kredi kartıyla bisiklet alabileceğimizi söylemişti. Aslında bisikleti kendi paramla alıyordum ama kredi kartımın limiti yetmediği için birinden bakiyeye sahip bir kredi kartı bulmam gerekiyordu. En yakınım, annemdi, bu yüzden ondan istedim. Allahtan boş yer varmış kartında. Bisikleti her an gidip alabilirdik. Yaklaşık bir buçuk yıldır istiyordum bisiklet kullanmayı ama işte bazı nedenlerden dolayı boş zamanım olmadı. Şimdiye kısmetmiş.

Biraz kahvaltı yaptıktan sonra annemle Optimum’daki Decathlon’a gittik. Kendine bir mayo almak için deniz bölümüne gittik. Bir iki mayoya baktı, sonra bir tanesini seçti. Denemeye kabine gitti, o arada ben de bisiklet bölümünde geziyordum. Uzun zamandır aklımda olan bisikleti gördüm. Bir kez daha iyice baktım. Sonra başka şeylere göz attım. Annemin yanına gidip mayonun olup olmadığını sordum. Başka bir mayoya bakacağını söyledi ve deniz bölümüne gitti. Oradan bir tane mayo kapıp tekrar kabine gitti. Bu arada ben de onu beklerken indirim şansının verildiği Decathlon kartını çıkarttırdım. Biraz sorunlu oldu ama sonunda aldım bir tane. Annem mayosunu seçtikten sonra birlikte bisiklet bölümüne gittik. “Tekeri çok ince, nasıl süreceksin bunu” diye panikledi birden. O kadar araştırmıştım, tabi sürebilirim dedim içimden. Sonra da dışımdan söyledim aynısını. Bisikleti denetim tekrar, almaya karar verdik. Onun yanında başka şeylere de bakmam gerekiyordu. Bisikletçilerin olmazsa olmazı pedli tayt şortlar… Taytları giyen erkekler Bizans dönemindekilere benziyor olabilir ama sonuçta bu bir spor ve boşuna bu kadar insan o taytları giymiyor. Neyse bir ikisine baktık, hatta denedim. Sonunda bir tanesini beğendim, diğerlerine göre daha rahattı. Zaten ya ucuz bir tayt alacaktım, yanında da sele için slikonlu ped, ya da pahalı bir tayt alacaktım. Yani ikiye bir oranlı mantık. Sadece tayt şort almakta kullandım hakkımı. Bisikleti almak için bir görevli çağırdım fakat gelene kadar yıllar geçti. Tabi insan istediği bir şeye ulaşmak üzere olunca sabırsız oluyor. Neyse, geldi bir görevli, normalde orada başka bir çalışanın olduğunu ve onun da altı gibi geleceğini söyledi. Ayarları yapıp bisikleti vereceklermiş. Bize bisikletin etiketini verdi. O arada kilometre sayacını da aldım. Kasaya gittik. Arkamızda iki müşteri vardı. Elimizdeki eşyaları (sayaç, tayt ve mayo) ve etiketi verdik. Kasiyer bin yüz otuz üç lira diyince sıradakilerin yüzlerdeki ifadeyi tahmin ettim, bakmadım ama. Belki de hayatlarında ilk defa bin’li bir rakam görmüşlerdi. Ya da ben herkesi kendim gibi görüyorum. Altıyı on beş geçe mağazaya tekrar gelecektik. Vakit öldürmek için yukarı çıktık. Yemek yiyecektik fakat sonradan vazgeçtik. Annemle babam teyzemlere gidecekti, orada bir şeyler yiyebilirdi. Annem sırf benim için yemek yiyecekti. Fedakarlığa bak. Bazen kendime kızıyorum yani o kadar iyiliği görmüyor gibiyim. Fakat diğer yönden bakınca, onlara her zaman sevgimi gösteriyorum, beni kızdırmadıkları sürece onlara kızmıyorum, kötü davranmıyorum. Kötü alışkanlıklarım yok, içki fazla içmem, sigaram yok, kumar bilmem. Tabi yapmadığım şeyleri söyleyemem. Daha iyi olabilirdim fakat şimdilik eldeki bu. Neyse… Anneme “boşver o zaman ben kendim bir şeyler bulurum evde” dedim. Babamı aramış, on beş dakika sonra Optimum’da ol demiş. Bisikleti araba ile götürmeyi planlıyorduk. Babam aradı, birazdan burada olacağını söyledi. Bu Göz ailesine göre kısaca “hazır olun” demek. Saat altıyı çeyrek geçiyordu. Aşağıya indik bisikleti almak için. Çalışan belli ki yeni gelmişti, birkaç ayar yapıyordu. Babama biraz beklemesini söyledik. Bu arada çalışanla annem konuşmaya başladı. Annemin soruları karşısında sakin bir şekilde cevap veriyordu çalışan. Ben de etrafta dolanıyordum. Bisikleti teslim etti sonunda ve mağazadan çıktık. Karşıya geçtik, arabanın yanından geçtim. Tabi annem “bisikleti arabaya koyabilir miyiz?” diye sordu, babamın cevabı normal olarak “hayır”dı. Tabiki sığmaz, büyük bir şey! Mecbur sürerek gidecektim eve. En son on beş yıl önce görmüşlerdi nasıl bisiklet sürdüğümü. “Biraz sür de görelim” dediler. Kaldırımda biraz sürdüm, fren yaptım falan filan. Sonra arabaya binip gittiler. Düşer korkusuyla yaşıyorlardı fakat şunu hiçbir zaman akıllarına getirmiyorlardı. Ben bir yetişkinim! Yavaş yavaş sürmeye başladım. Akılları bende kalmasın diye güvenli bir şekilde gitmeye çalışıyordum. Merkez Park’ın oradan Barajyolu’na sürdüm. Galeria’nın oralarda bisiklet yolu vardı fakat haşat olmuştu. Öndeki lambayı yakmasaydım belki düşerdim bir iki kere. Abartıyor da olabilirim, bilmiyorum. Bazı ışıklarda bisikletten inip karşıya geçtim. Hatta Galeria’nın ilerisindeki CocaCola üstgeçitine çıktım bisikletle. Anam ağladı ama geçtim karşıya. Keşke bisikletten inip karşıya öyle geçseydim dedim. Nasıl bir üstgeçit yapmışlarsa, havaalanı terminalleri gibi. Dolaş dolaş bitmiyor. Engelli asansörü yapmışlar, aşağıda asansör kapısı var, yukarıda yok. Ulan bu insanlar nereden çıkacak? Saçmalık. Neyse, Hastaneler Kavşağı’dan yukarıya doğru gittim. Daha ilk gün, Barajyolu’nda bisiklet sürmekle, ip üstünde cambazlık yapmak arasında bir fark olmadığını öğrendim. Acı bir gerçek, sürücüler yayaları sallamıyor, bisikletlileri zaten sallamıyor. Yani orada ölme ihtimali var, öyle diyeyim. Duygu Kafe’nin aşağısındaki göbeğin az bir şey aşağısında bizimkileri aradım. Merak ediyorlardı, en azından kafaları rahat olsun dedim. “Biz evdeyiz” dediler. Barajyolunda olduğumu söyledim. Katık’tan bir döner aldım ve Duygu Kafe’nin karşısındaki duraktan karşıya geçmeye çalıştım. Kalabalıktı her zamanki gibi. Onlarca otobüsün geldiği durağın tam önünden zebra şeriti geçirmiş. Mantığa bak. Orada otobüsler duruyor, adamlar zebra şerit koymuşlar. Ulan biraz daha geriye yapsanıza! Bunlar adamı sinir ediyor ya. Kim varsa bunların başında. Bisikletten indim, yaya yolunda durdum. Trafik vardı yine, içlerinden birinin “buyur geç gardaş” demesini bekledim ama boşuna. Beklemem gerkiyormuş. Belki orada 2-3 dakika öyle bekledim. Hiçbir araba izin vermedi. İnsanlık harbiden ölmüş. Millet heralde bana bakıyordu, bu salak napıyor yolun ortasında diye fakat ben doğru olanı yapıyordum. Zebra şeritte duruyor, araçların bana ve diğer insanlara izin vermesini bekliyordum. Bu ülkede olması gereken şeyi yaparsan insanlar sana öküz gibi bakar. Böyle bir toplum işte. Neyse, bisikletle karşıya geçtim sorunsuz. Oradan sakin bir şekilde eve geldim. Bisikletin tekerlerini sildim, salona koydum. Annemin çantasındaki sayaçı bisiklete takmaya çalıştım. Nasıl monte edilmesi gerektiğini biliyordum fakat fazladan birkaç parça yüzünden kafam karışmıştı. Sonradan farkettik hangi parçaların fazladan olduğunu. Monte ettikten sonra baktık çalışıyor mu diye. Sorunsuz çalışıyordu.

Gün yorucu geçti işte. Hem iyi hem de kötü yanlarıyla. Gece yine geç yattım. Birkaç bisiklet videoları izledim ve yattım.

Aralık

21 Aralık 2014

Yine herzaman olduğu gibi sabaha doğru uyudum. Biraz dizi, biraz kitap, biraz da telefon derken saat altı olmuş. Geceleri uyumamayı seviyorum aslında, yarım işsiz olmanın avantajlarından bir tanesi. Uyumadan önce almak istediğim bisikleti araştırdım yine uzun uzun. Bilgisayarı masaya koyduktan sonra kafamı yastığa bıraktım. Bedenin uyku vakti gelmiş gibi hissettim. Telefonu şarja bağladıktan sonra gizli tarafa yolculuk başladı. Rüyalarımda yaptığım hataların, “yapmamış olsaydım”ki görüntülerini gördüm. Belki de hala yaptığım hatayı sürdürüyorum ama kim bilir, belki de noktayı koymuşumdur orada ve haklıyımdır. Arada sırada aklıma geliyor, diğer tarafta karşıma çıkıyor, çıkmıyor değil yani. Ama iş işten geçti, bir harekette bulundum ve sonuçlarını da yaşamam gerek. Hata diyemiyorum aslında. Hata değil, ileride oluşacak bir sorunun başını kesip atmaktı yaptığım. Kendimi suçlu ya da mutsuz hissetmiyorum fakat şunu da demeden edemiyorum. Keşke farklı bir yolu olsaydı…

Telefon zır zır çaldı. Erken çalmıştı. Açık olan sol gözümün ucuyla şöyle bir baktım ekrana. Alarm değildi. Biri arıyordu. İçimden “kim bu tar tar beni arayan?”. Emre’ydi. Normalde konuşmak istemediğim insan, telefonla beni bir pazar günü rahatsız ediyordu. Ne kadar acil olursa olsun beni aramasını istemiyordum. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmasını da anlayamıyordum. Artık ne bir dostluk ne de bir arkadaşlık istiyordum. Kısacası hiçbir şey istemiyordum ondan. Sadece beni rahat bırakmasını diliyordum. Ama yine de bunu yapmıyor, arada sırada böyle şeyler yapıyordu. Telefonu açtım, sarhoş gibiydim, erken aramıştı çünkü. “Perihan’ın babası vefat etmiş, Tuğçe’yle birlikte gideceğiz. İstersen seni de alabiliriz.” dedi. Hayır, dedim. Peki sen bilirsin ortak, görüşürüz sonra, dedi. Hiçbir şey söylemeden kapattım telefonu. Ortak ve görüşürüz kelimesine söyleyebileceğim bir şey yoktu, çünkü biz ne bir dosttuk ne de ben onunla bir daha görüşecektim. Duruma Perihan açısından bakınca çok üzülmüştüm. Babasının rahatsız olduğunu ya da nasıl bir biçimde vefat ettiğinden haberim bile yoktu. Zaten olamazdı, aramız son zamanlarda iyice bozulmuştu şu öğretmenlik olayından sonra. Üzülmüştüm fakat artık eskisi gibi derin değildi duygularım. Bir an Perihan’ı düşündüm. Ne halde olabileceğini düşündüm. Destek olmak için onun yanında olmak isteyip istemediğimi sorguladım. Bir şekilde istemediğimi farkettim. Bu seçim kesinlikle kişisel değildi. Sadece istememiştim, o kadar. Bunun ne Perihan’la ne de Emre ile ilgisi vardı.

Hiçbir şey olmamış gibi uyumaya devam etmek istiyordum fakat öyle olmayacağını farkettim. Kafamı biraz dağıtmak için telefonumla ilgilendim. Saçma sapan şeylere bakıyordum, değersiz, zaman kaybına sebep olan şeylere. Yatakta biraz kaldıktan sonra ayağa kalktım ve annemin evde olmadığını farkettim. Yürüyüşe gittiğini tahmin ediyordum ama sanki öyle değildi. Neyse, bir yere gitmiştir heralde… Biraz bilgisayarda vakit geçirdim. Kahvaltı falan yoktu lugatımda, onu atmıştım kafamdan. Beyin direk bilgisayara yöneliyor uyanır uyanmaz. Yaklaşık bir saat sonra Nehan’dan mesaj aldım. Sinema’ya gidecektik. Seansları mesaj atmış, hangisine gidelim diye de eklemiş. Aslında Optimum’a gitmek istiyordum, Decathlon’da bisiklet var mı yok mu bilmek istiyordum. Lenslerimi taktım, yağlı saçlarımı yıkamadan üstümü değiştirdim. Atletimin koltuk altına gelen kısmı biraz rahatsız ediyordu, değiştirdim bu kez sırtımı rahatsız etmeye başladı. Ceketimi ve ayakkabılarımı giydikten sonra askılıktaki anahtarlarımı kaptım. Nehan 3D gözlüklerini de unutma demişti bir mesajında. Hemen içerden gözlükleri aldım, bir mutfak poşetinin içine koydum. Attım cebe, kapıyı kitledim. Kulaklığımı taktım, canım pek de müzik dinlemek istemiyordu, canım sıkılmıştı sonuçta. Hüzünlü şarkıları dinliyordum giderken. Metroyla gidecektim Optimum’a, Nehan da Ziyapaşa’dan geçecekti. Yolda giderken Fethiye Hanım’a giden bir çalışanı gördüm. Meğer o da bizim mahallede oturuyormuş. Halbuki Fethiye Hanım, bir gecekondu semtinde oturuyor demişti. Birden kendime sordum “biz gecekondu semtinde mi oturuyoruz?”. Tabiki hayır. Her taraf apartman. Metro durağına vardığımda daha metro gelmemişti. Turnikelerden geçip yukarıda bekledim. Geldiğinde cam kenarına, bir kadının çaprazına geçip oturdum. İki durak sonra bir çift bindi metroya. Yanlarında bir erkek bir kız çocuk. Annesi ve erkek çocuk, az önce kalkan kadının yerine oturdu. Baba da benim yanıma. Adam küçük kıza, sen git karşıya otur hadi, dedi. Kız gitti oturdu, yanındaki adamı beğenmedi galiba, tekrar babasının yanına geldi. Babası başka bir yere oturmasını söyledi. Kız gitti bir yer buldu ama orası da uzak kalıyordu. Geri döndü. Kalksam mı kalmasam mı diye tereddüt ederken birden kendimi ayakta buldum. Buyrun, oturabilir, dedim ve kızın beğenmediği ilk yere oturdum. Kulağımda hüzünlü müzikler akıp gidiyordu. Etrafa boş gözlerle bakıyor, son durağın biran önce gelmesini bekliyordum. Son durağa vardık ve herkes bir hücumla metrodan kendini dışarı attı. Sanki arkadan tecavüz ediyorlar. Yavaşça indim, merdivenlerden inip turnikeleri geçtim. Köşedeki parkı geçtikten sonra Nehan aradı. Yukarı bak, görüyor musun beni, dedi. İlk önce anladım, algım kapalı olduğu için ama sonradan gördüm kendisini. Birlikte Optimum’a vardık. Ana baba günüydü desem yeri. Bu kadar kalabalığı sadece semt pazarlarında görürsünüz. Zemin kata inip Decathlon’a girdik. Epey bisiklet vardı, hatta ilk gördüğümüz değil, ondan sonraki hoşumuza gitmişti ikimizin. Benim içime tamamen sinmişti. Pek bilinen bir marka değildi ama yine de idare ederdi. Fiyatı gayet uygundu, piyasadaki diğer bisikletlere göre. Etrafı biraz dolaştıktan sonra üst kata yemek yemeye gittik. Arby’s’den 2×2, dört menü aldık. İyice doyduk hani, iyi geldi bana da. Kafam çalışmaya başladı sonunda. On bir saattir bir şey yememiştim sonuçta. Ara sıra Perihan napıyor acaba diyordum içimden ama yapabileceğim bir şey yoktu onun için. En azından kendimi böyle avutuyordum. En alt kattaki Migros’a gidip geri en üst kata çıktık ve sinemaya girdik. Hobbit filmiydi, çok uzundu, sıkıcıydı, anlamsızdı. Sırf para kaldırmak için yapılmış, içi boş Warner Bross filmiydi. Film bittikten sonra AVM’den çıktık. Hafiften yağmur atıştırıyordu. Kapşonlarımızı takıp yürüdük İnönü Parkı’na kadar. Oradan ayrı otobüslere binip evlerimize vardık. Moralim hala bozuktu. Hayatın ne kadar boş şey olduğunu bir milyonuncu kez anladım. Gösterdiğimiz onca çaba ya iyi bir hayat sürdürebilmek için ya da hatırlanabilmek içindi. Yani kısaca, hayat koca bir sıfır.

Life is a contest. The one that wins, will be the one that hits the hardest.

Aralık

14 Aralık 2014

Empati kurmayan düşüncesiz insanlarla iletişim halinde olmaktan artık gına geldi. “Artık bi git” diyesi geliyor insanın. Bunu sadece bir kişi için söylemiyorum. Herkes için söylüyorum. Empati yeteneğinin önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. “Sadece ben”ci kişilikten (merkezci kişilik) çıkıp etrafı görmelerini istediğim insanlar var. Tabi bu durum onlar için pek bir şey ifade etmiyor ama çevresindeki bilinçli insanlar için çok şey ifade ediyor. İnsan bir kez bile olsun, kendini sanki ruhu bedenden ayrılmış, karşı koltuğa geçmiş ve oradan bedeninin yaptığı davranışı, ağzından çıkan sözleri takip eden bir kişiymiş gibi düşünse ve ona göre davransa olmaz mı? Aslında empatiye benziyor ama bu başkasının gözünden kendini görmek değil. Bu, kendi gözünden kendini görmek. Karşılıklı oturduğun bir kişi ile aranda ayna varmış, fakat hem kendini görebiliyor hem de karşındakini görebiliyormuşsun gibi.

Eskisi gibi hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı artık. Hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak büyük bir değişim içindeyiz. Eskiden meyvelerin tadları bile farklı olurdu, meyve olduğunu anlardın. İnsanlar tatlı olurlardı, yüzüne gülerler, sana saygı gösterirlerdi. Evet şu aralar da yüzümüze gülüyorlar fakat arkamızdan ne çeviriyor diye de düşündürüyorlar. Yani kısacası hem insanlar hem de maddeler çok değişti. Hani şunu kabul ediyorum, eski zamanlarda barbarlık diz boyuydu, astığım astık kestiğim kestik diyen insanlar vardı. Fakat en azından bu kötü durumların yanında bir çok yerde saygı, sevgi vardı. Şu sıralar onlar bile yok.

Zaman değiştikçe insanların davranışları da değişiyor.

Bir bencillik, düşünmesizlik almış başını gidiyor.

Aralık

10 Aralık 2014

Bugünlerde kendimi biraz kötü hissediyorum. Yapmam gereken şeylerden epey bir uzaklaştım. Doğru dürüst çalışmamanın verdiği boşvermişliğin içinde buluyorum kendimi. Sabahlar diye bir şey yok. Şu aralar hayatım öğlen – akşam – gece olarak sıralanmış durumda. Kesinlikle bir düzene girmem gerekiyor. Fethiye Hanım ile şu organizasyon şirketini tekrar diriltmeliyiz. Tabi bunu yapabilmek için ilk önce benim kendimi diriltmem gerekiyor. İlk önce uyku düzenimi ayarlamam lazım fakat şu yazıyı bile gece yazıyorum. Spora başlamam gerek fakat diz kapağımda biraz ağrı var son bir haftadır. Fakat fakat fakat… Bugünlerde çok kullanmaya başladığım bir kelime çünkü atacağım adımın bir adım ötesinde engeller beliriyor.

“Şunu yapacağım fakat bu var, onu yapacağım ama şu var. Napacağım fakat yapacağım…”

Bugün pek bir şey yapmadım. Aslında hiçbir şey yapmadım. Bir önceki akşam çok ama çok erken yatmıştım. Saat 12 gibi uyandım. O saatten sonra uyumadım hiç. Yani 3.5 saate karşılık 9 saat. Bedenim uyumak istiyor fakat aklım buna karşı çıkıyor. Uykuya karşı bir direniş var. Başkaları olsa uyumak için can atar, bende öyle bir durum kesinlikle yok. Ne kadar az uyursam o kadar iyi mantığı yatıyor aklımda. Sanırım şu sözün de biraz etkisi var, “Sleep is brother of death”. Yapmam gerekenleri çok iyi biliyorum ama önüme bir engel çıkıyor, ben engeli. Yapmam gerekiyor ama üşengeçliğimden yapamıyorum. Şu sıralar bunu yenmem gerekiyor – ki bir düzen tutturayim. Hemen hemen bütün gün uyumuşum. Uykuyu sevmeyen bir insan bu kadar uyumaz fakat dediğim gibi, beden istiyor fakat aklım istemiyor. Akıl bir kez bedene uydu mu, onu esir alıyor. Gün sonunda kafam uyuşmuş, bedenim gevşemiş oluyor. “Noldu bana yeaa?” şeklinde kalkıyorum yataktan. Düşünsene, sabah yatıyorsun akşam kalkıyorsun. Gün yüzü görmüyorsun yani. Bu durumun bedenimden başka insan ilişkilerimi de etkiliyor. İnsanların yanlarında olmam gerekirken ben evde bir başıma ya hastalıktan* uyuyor oluyorum, ya da normal bir şekilde uyuyor oluyorum. Sanırım bugünkü hastalıktan uyuma olanındandı. Şu son üç aydır, arkadaşımın tavsiye ettiği bir oyunu oynuyorum bilgisayarda. Strateji ile ilgili ve eğlenceli bir şey. Son zamanlarda canımı sıkmaya başladı. Dikkatimi başka şeylere vermem gerektiğini anladım ve bilgisayardan sildim. Daha sonra tekrar yükledim, orası ayrı. Şuan saçlarım keçe keçe olmuş, elimi attığımda elim resmen yağ tabakasıyla kaplanıyor. Karnım aç, saçlarım yağlı, kitap okumam lazım, saat sabahın 5’i. Kelimenin tam anlamıyla alt üst olmuş benim hayatım. Gerçekten de öyle ama. İnsanlar yatarken ben uyanıyorum, onlar kalkarken ben uyuyorum.

Şu sıralar geleceğimi pek düşünmüyorum. Sanki tamamen sis kaplı bir yol gibi. Bir sonraki adımı nasıl atacağımı bilmiyorum. Fransızca’ya başlamak istiyorum, hazır Fethiye Hanım da öğrenirken aradan çıksın diye. Bunun yanında Excel gibi programları da tekrar etmem gerekiyor. Para biriktirip bir bisiklet almalıyım. Spora yazılmalıyım. Spora giderken de bisiklete binmeliyim. Havuza gitmek istiyordum ama tek başına sıkıcı olur diye kafamdan sildim. Belki de hala kafamda, bilmiyorum. Son zamanlarda kuşlarla ilgileniyorum, eğitmeye çalışıyorum ama şeytan gibiler, beni sinirlendiriyor haylazlar. Her defasında büyük olan kafeslerine yem koyuyorum ama onlar yemliği deviriyorlar. Sonra da aç kalıyor salaklar. Biraz önce kafesin altındaki ızgarayı (ayakları kendi dışkılarına değmesin diye tabanın biraz üzerinde bulunan demir) kaldırdım, şimdi yere dökülen yemlerden yiyorlar. Hakettiler, her defasında yemliği deviriyor ve yenisini koyuyordum. Bundan sonra böyle.

Şuan dinlediğim şarkıyı da paylaşayim, belki bu yazıyı daha sonra okursam hangi duygularla nasıl bir ortamda yazdığımı hatırlarım.

Imogen Heap’tan, Climb to Sakteng.