Bugün çok geç kalktık. Millet çok yorulmuştu halbuki gezilecek bi ton yer vardı. İşin ilginci arkadaşın biri uyanmış bir saat önce, bizi uyandırmamış. Bilindiği gibi vakit nakittir gezilerde. Fazla vaktiniz yoktur ve ne kadar çok yeri gezerseniz o kadar kardasınızdır. Hazırlandık, çıkana kadar saat onbir buçuk olmuştu. Gideceğimiz ilk yer dün gece çok fazla göremediğimiz Dancing House oldu. Gündüz gözü ile de bir görelim dedik. Köprünün karşısına geçtik ve yolumuza devam ettik. Nehrin kenarından gidiyorduk ve gözümüze nehre dik düşen sokaklar çarpıyordu. Kahvaltı yapmadan çıktığımız için ve Christmas’a denk geldiği için hemen hemen heryer kapalıydı. Bu günün böyle olacağını biliyorduk. Şansımıza açık bir market bulduk. Atıştırmalık ekmek, peynir tarzında şeyler aldık ve karşı tarafta bulunan parka doğru yürüdük. Parkta bulunan heykeller sıradışıydı. Aldıklarımızı bir güzel mideye indirdikten sonra parkın epey bir yukarısında, tepede bulunan tv kulesine gidecektik. Tabi oraya gidebilmek için ya parkı sonuna kadar yılan şeklinde yürüyerek çıkacak ya da funikulara binecektik. İlk defa finukulara bindim. Prag’a gelmeden önce internette bunun fotoğrafını görmüştüm. Herneyse, bilet alıp up uzun sırada bekledikten sonra yukarıya çıktık. İki dakikalık bir çıkış için dünyanın parasını vermek bize az da olsa koymuştu ama aslında bu bizim için bir artıydı. Ayaklarımızda hal kalmaması daha da kötüydü, gezdiğimiz yerlerden tatmin olmazdık, yorgun olsaydık. Finukulardan indikten sonra az birşey yürüdük ve kale gibi bir yere girdik. Biraz daha ilerledikten sonra karşımıza Eyfel Kulesi gibi bir tv kulesi çıktı. Çok güzel görünüyordu. Bu böyleyse, Eiffel nasıldır diye düşündüm içimden. İçeriye girdik ve karşımıza bir kasa çıktı. Yukarıya çıkışlar ücretliydi, yaklaşık 15 TL falandı. Bazı arkadaşlar çıkmak istemedi. İsteyenlerle yukarı kadar çıktık. Şehrin yukarıdan görüntüsü çok iyiydi. Etkileyiciydi, epey bir fotoğraf ve bir iki tane video çektim. Ufuk, ben, Onur ve Seda ile yukarıdaydık. Ufuk’un ilginç isteğini yapacaktık aşağıya inerken. Bizden aşağıdaki bir kattan kendisinin fotoğrafını çekmemizi istedi. Aşağıya indik ve videoya aldık. Yukarıdan bize kollarını açarak bakıyordu. Bizim fotoğraf çektiğimizi sanıyordu. Halbuki videoya alıyorduk. Kamerayı Onur’a verdim ve Ufuk’a elimle hareket çektim. Hiç birşey olmamış gibi yoluma devam ettim ve videoyu kestim. Aşağıya indik ve bizimkilerle buluştuk. Yola devam ettik. Patikalardan yürüdük. Şehrin mükemmel görüntüsü patikalardan bile görünüyordu. Prag çok güzeldi. Abartmak istemiyorum ama güzeldi. Patikalarda fotoğraf çeke çeke, konuşa konuşa, gülüşe gülüşe devam ettik. Yukarıdan aşağıya inip başka bir tepeye çıktık. Tepenin solunda bir klise vardı. Yine bilinen bir klise olmalı ki ziyaretçileri fazlaydı. Mimari olarak da etkileyici görünüyordu. İçeriye girdik ve avludaki büyük aslan heykeli espri konusu oldu. Emre aslanın üstüne çıktı ve kızlar gülmeye başladı. İyi bir izlenim değil aslında. Ne anlama geldiğini bilmediğin bir heykelin üzerine oturmak büyük bir saygısızlık. Kaleye varmadan önce başka bir kliseyi görmeye gittik. Yine benzer bir klisedir diye pek de aldırmadım. İçeriye de bir bakalım gelmişken dedim. İçeri bir girdik, hayatımda böyle bir kliseyi daha önce görmediğimi farkettim. Mükemmel, hatta en mükemmel, en en, o derece, bir kliseydi. Avlusu o kadar güzeldi ve yeşildi ki. Heykelleriyle birlikte güzelliği tamamlıyorlardı. Kendimi çok huzurlu hissettim birden. Çok fazla vakit kaybetmemek için orayı da hızlı bir şekilde gezip kaleye vardık. Kalenin içinde görmediğimiz tek bir yer kalmıştı, The Golden Lane. Sıradan bir sokaktır diye düşünmüştüm ama yine ve yine önyargıyla yaklaştığım bir yerin görmeye değer bir güzelliğe sahip olduğunu anladım. Sokak çok dardı, evleri daha da dardı. Ev dediğim şey resmen düz bir katmış. Merdivenler o kadar dardı ki inenlere sürtüne sürtüne zar zor çıktık. Katta, çok eski savaşlarda kullanılan silahlardan tutun, şovalyelerin demir minherlerine, saraylarda soyluların giydiği elbiselere kadar herşey vardı. Hatta bir küçük odasında işkence aletleri bile vardı. Orası da etkileyiciydi. Hava kararmıştı ve karmınız acıkmıştı. Nehrin karşısında kalan son bir yer kalmıştı görmediğimiz, Franz Kafka Müzesi. Grubun yarısı yemek yemek için bir yere gittiler ve biz de ilk önce müzeyi görmeye gittik ama tam biz vardığımızda kapı kapanmıştı. En azından geleneksel bir yemek yemek için bir restoran sorarız diye içerideki görevliye seslendik. Kadın geldi ve bize bir öneride bulunamadı. Arkamızdan yaşlı bir teyze çıkageldi ve görevli genç kadınla konuşmaya başladı. Kadın o kadar yaşlıydı ki, biz heralde yolda giderken ölür diye düşündük. Meğer kadın önceden rehbermiş, bir çok dil biliyormuş. Bizi yavaş yavaş geleneksel bir yemek yiyebileceğimiz restorana götürdü. Bir yere geldik ve yaşlı kadın içerideki garsona seslenmeye çalıştı. Kapının kapalı olmasından dolayı garson duymuyordu çağrıyı. Kapıyı açtım ve garsonla yaşlı kadın konuşmaya başladı. Kadın buranın, bizim için ucuz ve geleneksel bir yer olduğunu söyledi. Kadına teşekkür ettik ve içeri girdik. Menüye baktık. Bize göre yine pahalıydı ve içinde hemen hemen hep domuz eti vardı. Biz de dışarı çıktık. Charles Köprüsü’nden geçtik ve kalabalık bir sokaktan geçtik. Restoranlara bakarken bir adam bize nereli olduğumuzu sordu. Türkiye diyince hemen bildiği Türkçe kelimeleri söylemeye başladı. Turistleri böyle etkilemeye çalışıyorlardı. Az da olsa bizimkiler etkilenmişti ve asıl önemli olan içeride yapılan yemeklerdi. Hem uygun fiyata hem de gelenekseldi. Sonradan öğrendik aslında yediğimiz yemeğin geleneksel olmadığını. Gulaş yemiştik ve bu yemek Macarlar’a özgü bir yemekti. Yemeğimizi yedik, karnımız doydu ve üstüne tatlımızı yedik. Bu arada grubun diğer üyeleri de geldi ve restorandan ayrıldık. Hostele yürüdük. Ayaklarımızda hal kalmamıştı. Bunun üstüne bir de Ufuk ve Kemal’le güreş yaptım. Güreşten sonra dışarı çıktık. Gökçen uzun bir süredir dışarı çıkıp jazz dinlemek istiyordu. Gece dışarı çıktık. İlk önce meydana gittik. Güya meydanın çevresinde bir yerdeydi. İlk başta epey bir dolandık ve sonunda başka bir yerde bulduk. Canlı müzik vardı ama paralıydı. Ayrıca kalabalıktı. Biz Türkler, Polonya’da ucuza alıştığımız için normal gelen fiyatlar bile bize pahalı geliyordu. Halbuki herkesin parası vardı. Jazz kulübünün bira içilen yerine geçtik ve uzun uzun sohbet ettik. İyi olmuştu benim için. Tekrar hostele gittik ve bilgisayar odasında, bizimkilerle görüştüm. Yaptığımız şeyleri anlattım ve gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladığında odaya geçtim.
Sabah saat sekiz gibi kalktık. Biraz bir şeyler atıştırdıktan sonra hemen yola koyulduk. Sekiz civarı kalkmamıza rağmen anca dokuz buçuk – on gibi sokağa çıkabildik. Kolay değil, sekiz kişi hareket etmek. Yine, akşam gittiğimiz meydana gittik. Sabah sabah bu ne kalabalık! Prag, turist şehri ve bu saatte o kadar kalabalık olması normal. Astronomik saatin önüne geldik, Emre görmemişti dün. Turistlerin öve öve bitirdiği, benim için büyük bir hayal kırıklığı olan bu tarihi eserin önünde tekrar fotoğraf çekildikten sonra etrafta biraz daha dolaştık ve Charles Köprüsü’ne gidebilmek için bir sokaktan geçtik. Sokak ikiye ayrılıyordu. Köprü solumuzda kalıyordu ama arkadaşlar sağ taraftan gidelim, hem daha da fazla yer gezmiş oluruz dedi. O sokaktan giderken atıştırdığımız şeylerin yeterli olmadığını ve kahvaltı yapmamız gerektiğini düşündük. Sokakta kahvaltı menüsü veren bir restoran aradık. Caffee lovers adında bir kafeye oturduk. Güzel ve havalı bir yere benziyordu. Fiyatları da gayet uygundu. Porsiyonları küçük olmasına rağmen, açtık ve boyutu ne olursa olsun yiyecektik. Küçük sandviçlerimizi yedikten sonra yola devam ettik. Bir sonraki durak Charles Köprüsü’ydü. Yolda önümüze çıkan güzel ve tarihi binalarla da fotoğraf çekildikten sonra geldik köprünün başına. Köprünün Prag için tarihi bir önemi var. Hikayeleriyle etkileyen, heykelleriyle düşündüren ve kaleye direk giden tek köprü olmasından dolayı turistlerin en çok ilgisini çeken ikinci yapı. Köprüden geçerken kendinizi belediye kuyruğunda hissediyorsunuz.Aşırı kalabalık vardı ve ayrıca bunların yüzde yetmişi uzak doğulu kardeşlerimizdi. Köprüden geçerken hemen hemen bütün heykellerin fotoğraflarını çektim. Köprünün sağ orta tarafında bir heykel vardı. Bu heykele dokunan kişinin buraya yolunun tekrar düşeceğine inanırlarmış. O yüzden turistlerin çoğu bu heykele dokunabilmek ve fotoğraf çektirebilmek için sıraya girdiler. Bizimkiler de öyle. Köprünün sonunda bulunan bir heykel dikkatimizi çekti. Osmanlıların insanlara eziyet ettiğini gösteren bir heykeldi bu. Çok şaşırmıştık. Sanki tarih boyunca insanları katleden sadece Osmanlılardı. Ki zaten katletme diye bir durum da olmamış Osmanlılarda. Köprüyü geçtikten sonra yokuş yukarı yürümeye devam ettik. Kaleye doğru gidiyorduk. Amma yol yürümüştük ama sonunda vardık. Kalenin içinde göze çarpan ilk yapı saray olmuştu.
Ufuk, kalenin içine girmeden önce, kendine özel bir video çekmek istedi. Onur’dan rica etti ve video başladı. Onur’dan, kendisini, belirli bir hizada yuvarlak çizerek videoya almasını istedi. Tam bitiriyordu ki Onur, Ufuk’un kafasını videoya almadığını, yeri çektiğini farketti. Tekrar video çekmeye başladılar ve bu kez ortaya Emre çıktı. Emre, tam ortada bulunan Ufuk’un etrafında uçan uçak misali dönerek videoyu batırdı 🙂 Sonra Onur tekrar çekmeye kadar verdi. Bu kez Emre, Kevser ve sedanın koluna girerek bir önceki yaptığını iç kişiyle beraber yaptı. Hem kızmıştık hem de gülüyorduk ama Ufuk hiç gülmedi. Aksine çok ama çok sinirlendi. Sonra da sarayın ön tarafına ilerledik.
Herkes sarayın önünde durmuş, bir yandan nöbet bekleyen askerlerin fotoğraflarını çekiyor, bir yandan da sarayın önemini anlatan rehberlerini dinliyordu. Arkadaşlarla ailemize ve sevdiklerimize iki üç selam videosu çektikten sonra saraya doğru yürüdük. Emreler, Türklerle konuşuyordu. Yanlarına gidip biraz sohbet ettikten sonra saraya girdik. Sarayın avlusunu gezdikten sonra kalenin içinde bulunan ve Prag’ın en değerli katedrali olan Saint Vitus Katedrali’ne doğru yürüdüm. Binanın altında kemerleri olan bir koridor yapmışlar. Koridorun ucunda da parlak bir ışık vardı. Karanlığı yavaş yavaş geçerken, büyüyen ışık, bana daha çok heyecan veriyordu. Hayatımda hiç bu kadar bir yeri göreceğim diye heyecanlanmamıştım. Karanlığın sonuna geldiğimde başımı kaldırdım ve o mükemmel görüntüyle karşı karşıya geldim. O anda o kadar çok etkilenmiştim ki, koridordan tekrar geçip tekrar bu müthiş görüntüyle buluşmak istedim. Geriye dönüp arkadaşlara anlattım ve bu kez kameraya aldım koridordan geçerken. Katedral o kadar güzel görünüyordu ki, gotik havası ve güneşin ışığı mükemmelliği oluşturuyordu. Birkaç video da ailemiz için çektikten sonra içeriye girdik. İçi de dışı gibi mükemmeldi. En son, bu atmosferi ve heyecanı Manhattan’daki merkez katedralde hissetmiştim. Dışarıya çıktık ve katedralin etrafını dolaştık. Kapkara görünün, ince işlenmiş mermerler mükemmel görünüyordu. Kalabalığı takip ettik. Kalenin içinde gezmek istediğimiz bir yer daha vardı ama havanın kararmasından dolayı gezemedik. Başka bir güne erteledik. Kalenin sonunda, şehrin mükemmel görüntüsünü görebileceğimiz, merdivenleri olan bir yere çıktık. Akşam karanlığında şehir müthiş görünüyordu. Fotoğrafları çektikten sonra Arkadaşlar acıktıklarını söylediler. Kalenin merdivenlerinden inerken, McDonald’s’a gitmeye kadar verdik. Köprünün sonundaki dik caddede McDonald’s görmüştük, oraya yürüdük. Yaklaşık on sekiz liraya menü yedik ve bu menünün sohbetini yaptık. Birileri aynı menü için fazla para ödemiş falan filan. Çok kalabalıktı. Epey bir oturduk. Bu arada ben de Onur’un çantasındaki Gökçen’in bilgisayarından telefonumu şarj ediyordu. Yola devam etmeye kadar verdik ve çıkmadan önce servis tabağına ketçapla “No good service” yazdım ve oradan ayrıldık. Bir sonraki durak John Lennon Duvarı’ydı. yolumuzun üstündeydi. Sohbet ede ede duvarın önüne geldik. Herkes isimlerini ve sevdiklerinin ismini duvara yazdı, kazıdı. Fotoğraflarımızı da çektikten hemen sonra bir turist kabilesi geldi. Tam da zamanında gelmiştik yoksa fotoğraf çekemez, rahat rahat duvara bir şeyler yazamazdık. Köprüden karşıya geçtik ve hostele kıyıdan gitmeye karar verdik. Hostele gitmeden önce de hostele yakın bir yerde bulunan “Dancing House“yi ziyaret ettik akşam gözüyle. Aynı internetteki gibiydi, dans ediyordu sanki. Diğer arkadaşlar pek ilgi çekici bulmasalar da benim gözümde bir başyapıttı. Konumunu pek beğenmemiştim aslında. Merkezi bir yerde olabilirdi. Fotoğraflarımızı çektikten sonra hostele vardık. Herkes çok yorgundu. Yine de bir iki saat sonra dışarı çıktık. Meydanın yakınındaki bir diğer küçük meydanı dolaştık boş boş. Daha sonra da tekrar hostele döndük.
Altı saatlik bir yolculuktan sonra Prag’a vardık. Hava daha karanlıktı. Otobüsten indik ve terminale gitmek için yürüdük. Birden kulaklığımı almadığımı farkettim. Dönüp otobüs hareket etmeden önce hemen aldım ve diğerlerinin yanına gittim. Bir yere pusmuş oturuyorlardı. Eşyalarımı bıraktım ve Onur’ların aldıkları haritalara baktık. Yapmamız gereken ilk iş, eşyaları bırakmaktı. Daha sonra paso gezecektik. O gıcık ilaçları gözüme damlattıktan sonra oturup yol güzargahımızı belirledik. Basitti çünkü Prag küçük bir şehirdi. Dört-beş durak sonra kalacağımız hostele varacaktık. Terminalde Burgerking’in sahip olduğu masalara çaktırmadan oturduk. İki saat güneşin doğmasını bekledik. Hava yağışlı olacak diye endişeleniyorduk. Az çok hava aydınlandıktan sonra yola koyulmaya karar verdik. Metroya gittik ve bizi şaşırtan ilk olay ile karşılaştık. Yürüyen merdivenler çok hızlıydı. Adımımızı atar atmaz bizi alıp götürdü. Hızlı olmasının yanında ucu görünmeyen tüneller gibiydi. Sonunu görebilmemiz için başımızı epey kaldırmamız gerekiyordu. Ayrıca metroyu o kadar aşağıya yapmışlar ki kimse kullanmasın, biz de kapatalım demişler. Prag’da çok fazla turist olduğu için yerel halkın hemen hemen hepsi ingilizce konuşabiliyor. Metroyu nasıl kullanacağımız, nasıl gideceğimizi, bekleyenlerden birine sorduk. Metroya bindik, durağa vardık. Merdivenlerden çıkarken karşımıza yağmurlu hava ve büyük bir park görünmeye başladı. Önceki gün telefona kaydettiğimiz harita görüntülerine baka baka hosteli bulduk. Hostele girdiğimizde “Oha lan… Burada mı kalacağız? Çok iyi…” dedim içimden. Bildiğin oteldi burası. Hatta şu ana kadar gördüğüm otellerin bazılarından daha iyiydi. Ayrıca burada ucuza kalmamız da bizi şaşırtan başka bir unsur.
Hepimiz – sekiz kişi – aynı odada kalacaktık. Checkin saati birde olduğu için eşyalarımızı emanet odasına bıraktık. O zamana kadar beklemek istemedik. Dışarıda yağmur yağıyordu hafiften ama Onur ile hat almak için en yakındaki bir O2 bayisine gitmeye karar verdik. Resepsiyondaki görevliye en yakın nerede O2 shop diye sorduk. Yan taraftan bir harita kaptı ve internetten o gün hangi O2 mağazasının açık olduğuna baktı. Christmas’tan dolayı bazı iş yerleri kapalıydı. Arkadaşlara gideceğimizi ve yirmi dakikaya döneceğimizi söyledik. Bekleme odasında oturuyorlardı öylesine. Boş boş oturmaktansa bizle gelmeye karar verdiler. Emre hariç. O zaman bir saate döneriz dedik ve yola çıktık. Hava hafif yağışlıydı ama ona rağmen yürüye yürüye, sohbet ede ede gittik. On-on beş dakika sonra mağazaya vardık. Mağazanın bulunduğu cadde Prag’ın en çok bilinen caddesinden biriymiş. Hemen hemen bütün turistler oradaydı. Birçok ünlü markanın ismi de bu caddede yer alıyordu. Caddenin hemen başında da National Museum vardı ama tadilatta olduğundan kapalıydı. Mağazaya girdik ve yaklaşık yirmi liraya üç kişi ortak bir sim kart aldık. Kart almamızın sebebi, gideceğimiz yerleri internette etiketlemiş olmamız ve yerimizi de GPS’ten bulabilmemizdi. Hattı aldıktan sonra hemen yanı başımızdaki Starbuck’a geçtik. Birkaç arkadaş kahvelerini aldı ve yukarı kata çıktık. Kahve almak, hem de Starbucks’tan, gezideyken, biraz lüks kaçıyordu. Paramızın su gibi gideceğini biliyorduk, o yüzden diğer arkadaşlar gibi ben de kahve almak istemedim. Yukarı çıktık ve orada yaklaşık iki saat oturduk. Emre, hostelde bizi bekliyordu ama kimsenin hostele dönmek gibi bir niyeti yoktu. Şehir merkezindeydik. Herkes oraya kadar gelmişken gezmek istiyordu. Dışarı çıktık ve cadde boyunca yürümeye başladık. O arada Onur’un ayakkabısı su geçiriyordu. Apar topar ayakkabı almak için mağazaları dolaştık. “Bata” adlı bir mağazaya girdik ve ayakkabı reyonuna gittik. Görevliye durumu anlatmaya çalıştık. Ucuz bir ayakkabı almak istiyorduk. Sadece bir iki gün için kullanacaktı Onur. Görevlinin yüzü öylesine düşüktü ki sanki suratına karşı küfür etmiştik. Kadın başka birini çağırdı ve ona da aynı durumu anlattık. O da aynı surat ifadesiyle, yardımcı olamam size dermişcesine bize baktı. Saçma sapan şeyler söyledikten sonra sinirlenip oradan ayrıldık. Başka mağazaları da dolaştık. Sonunda bir tane buldu Onur ve onu aldı. Saatimize baktık ve hemen Astronomik Saat’in önüne yürüdük hızlı adımlarla. Bu saati önemli yapan özellik, dünyadaki üç astronomik saatten çalışan tek saat olması. Bekledik, çaldı falan. Turistler o kadar çok merak ediyordu ki bu saati, öve öve bitiremiyorlardı. Normalde saatte hiç bir şey yok. Bir iki tane oyuncak tahta adam guguklu saat gibi içeri girip çıkıyor, dönüyor, bir kuş ötüyor, o kadar. Gösteri bittiğinde kimse bittiğini anlamamıştı. Ben de dahil. Hala bir yerden farklı bir şeyler çıkacak diye bekliyorduk.O anda bütün büyüsü kaçmıştı. Basit bir tarihi eser olarak kalmıştı artık gözümde. İnsanlar çok abartıyormuş meğerse. Saatten sonra “Staromestske namesti”yi, yani eski şehir meydanını gezdik. Christmas oladuğundan her tarafta led lambalar, konser ve bir ton kalabalık vardı. Atmosfer çok güzeldi. İnsanlar sol tarafta sıcak şarap ve silindir şeklindeki şekerli ekmekten alıyorlardı.
Hostele doğru yürüye yürüye döndük. Emanet odasındaki çantalarımızı aldık ve yukarı çıktık. Emre, odanın anahtarını almış, odaya gitmişti. Odaya girdiğimizde, yatağın bir tanesine uzanmış, oyun oynuyordu. O oynadığı oyundan nasıl zevk alıyordu anlamıyordum. “Nerde kaldınız, hani bir saatliğine gidiyordunuz?” dedi ve bu bir saat olayı espri haline geldi. Pek şikayetçi değil, halinden gayet memnun görünüyordu. Sanki Prag’a uyumak, dinlenmek için gelmiş gibi davranıyordu. İnsan gider dışarı gezer, yakın yerlere gider en azından. Uzanmış yatağına, oyun oynuyordu. Hiç bana göre değil. Odadaki mobilyalar ve lavabo dikkatimi çekti. Çok yeni görünüyorlardı. Tuvalete girdiğimde daha da şaşırmıştım. Duş kabini ve tuvalet mobilya takımı son moday resmen. Nasıl olur da bir geceliği yaklaşık yirmi liraya kalabilirdik bu güzel hostel için. Harbiden delirmiş olmalılar. O akşam, sohbet ede ede geçirdik. Prag, ilk günüyle bizi hem büyüledi hem de kötü yönde etkiledi.
Günlerden cumartesi. Akşam Prag’a yolculuk var. Bu aralar arkadaşların yurdunda kalıyorum. Cumartesi sabahı uyandıktan sonra kendimi lavabonun önünde buldum. Aynaya bakar bakmaz da gözümün içinde beyaz bir nokta duruyordu. Sanırım bir şey girdi diye düşünüp hareket ettirmeye çalıştım ama hareket etmiyordu, meraklandım. Anında internetin başına geçip ne olduğuna baktım. “Keratit” diye bir durum çıktı karşıma. Göz ile ilgili sonuçta, ne olursa olsun da bu olmasın gibi bir şey. İyice endişelenmeye başladım. Günüm mahvolmuştu resmen. İyi değildi bu. Hem akşama Prag’a gidecektik. Canım hakikaten iyice sıkıldı. Arkadaşların yanına gittim, moralimin bozuk olduğu oldukça belliydi. Annemlerle konuştum, bana hastaneye gitmem gerektiğini söylediler. Haklılardı aslında ama gitmek istemiyordum sanki. Sağlık sonuçta, önemli ama içimde beni tutan bir şey olduğunu hissedebiliyordum. Bir saat sonra dışarıya fotokopi çektirmek için ve birkaç eşya almak için arkadaşlarla çıktık. Açık fotokopici bulamadık, Christmas’tı sonuçta, normaldi. Ardından Galeria’ya gitmek için tramvaya bindik. Onurla birlikte eczaneye gittim, durumu anlattım ve bana doktora gitmem gerektiğini söyledi. Hemen bir kilometre ileride hastane varmış. Hastaneye gittik ama İngilizce birinin olmamasından dolayı geri dönmeye karar verdik. Koskoca hastanede İngilizce bilen birinin olmaması Polonya açısından gerçekten acınılası. İlginç olan durum, girişte kayıt alan bayanların “Burası Polonya” demesi bizi bizden aldı. Sanki Polonya dünyanın dışında bir yer. Evrenselliği yok saydılar. İyi olan tarafı bize WAM hastanesine yönlendirmeleriydi. Elimize kağıt sıkıştırdılar ve bizi gönderdiler. Galeria’dan alışveriş yaptıktan sonra ikiye ayrıldık. Onur ile birlikte hastaneye gittik. Kayıtta yine İngilizce pek bilmeyen insanlar vardı. Az çok anlatmaya çalıştık durumu. Kaydı aldıktan sonra bizi göz doktoruna yönlendirdiler. Saat 6’da bile çalışan doktorları vardı, sırada bekledik. Sıra bana geldiğinde sorduğum ilk soru “İngilizce biliyor musunuz?” oldu. Bunu sormak kadar normal bir şey yok Polonya’da. “Evet, biliyorum” dediğinde içim rahatladı. İçeri girip durumu anlattım. Doktor gayet iyi ingilizce konuşuyordu. Hatta bilmediğim kelimeleri bile konuşmasında hızlı hızlı söylüyordu. Sabahki kişisel tanımı onayladı. Kornea’da bir virüs varmış. Yayılabileceğini söyledi ve beni korkuttu kadın. Yüksek hijyen ile ilgili bir kaç şey söyledi ve elime bir reçete verdi. İlaçların kullanımında x5 x4 yazıyordu. O derece ciddi yani dedim kendi kendime. Kadın da üstünde duruyordu zaten. Ciddiydi bu durum ve benim de ciddiye almam gerekiyordu. Türkiye’de olsa biraz daha rahat olabilirdim çünkü ucunda muayene parası yok. Haftaya tekrar gelmem gerektiğini söyledi ve ayrıldık. Kocaman bir hayal kırıklığı. Eczaneye de Onur’la gittik aldık ve yurtlarımıza döndük. İlaçları hemen kullanmaya başladım. Eşyalarımı topladım ve Prag’a bizi götürecek olan Polskibus terminaline gittik. Gidişimiz biraz heyecanlı oldu (her zaman olan durum: geç kalmak) Neyse ki yetiştik, biletlerimizi şoföre gösterdik ve bindik. Polskibus’ların ilginç bir özelliği var. Bileti gösterdikten sonra istediğin yere oturabiliyorsun. Çok sinir bozucu bir durum. Madem bize koltuk numarası veriyorlar, neden herkes istediği yere oturuyor? Saçmalık. Onur’la yan yana oturduk. Uzun, Prag yolculuğumuz başladı. Yolculuk boyunca espriler, komiklikler… Gençlik işte.
İlk önce geceden bahsetmeliyim. Yaklaşık son 6 aydır ilk defa erken yatma kararı alıp bu eylemi gerçekleştirdim. Sanırım bunun nedeni az da olsa uykusuzluğumun olmasıydı. Oda arkadaşım bile şaşırdı heralde. Kafamı yastığa dayadım, biraz düşündüm, biraz da iPad’e baktım ve uyudum. Uyumadan önce telefonumu 9’a kurmuştum.
Sabah zangır zangır telefon çalıyordu. İki kere susturup tekrar yerine koydum. Üçüncüsünde kendisini de benimle yatmaya, yatağa davet ettim. Kendi çığlık attıkça ben susturuyor, vahşi bir şekilde telefonumla cebelleşiyordum. Normalde bu denli abartarak yazma, içimden geldi. Telefon sustuktan sonra gözlerimi bir açmışım saat 11:56. Oda arkadaşım, Rafa, dışarı çıkıyordu. Sanırım ilginç bir şekilde onun gürültüsüne uyandım. Normalde uyanmam, ben beni bilirim. İkinci kez gözlerimi açtığımda saat ikiyi geçiyordu. “Artık uyanmalıyım” dedim. Çünkü bu gün ders çalışmam gerekiyordu. Lojistik dersi sağolsun içimizde bir korku var. Bu korku da erken çalışmama neden oldu. Kalkar kalkmaz, klasik şeyleri, lesler takılıp kahvaltı hazırlama… “Kahvaltı mı? Ne kahvaltısı? Öğlen yemeği yemem lazım artık.” dedim. Dolaptan, önceki gün yaptığım sebze çorbasını çıkardım, tavaya döktüm. (Sıradan şeyler biliyorum ama yazacağım ekstradan şeyler yok bugün için.) Rafael, bilgisayarını bırakıp gitmişti. Bunun anlamı, “İnternete girebilirim”di. Tabi onun bilgisaayarını sadece kablosuz internet yaratmak için kullanacaktım. Yurdumuz saolsun, sadece kablolu internet bağlantımız var ve kablosuz internet yaratabilmek için bilgisayar kullanmamız gerekiyor. iPad’den internete girdim ve epey bir vakit harcadım. Duşmuş, yemekmiş onları aradan çıkardıktan sonra saat altıda ders çalışmaya çalıştım. İnternette yakın arkadaşlarımla ve polonyalı bir arkadaşla sınav hakkında konuştuktan sonra yavaştan ders çalışmaya başladım. Saat yedi olduğunda derse anca yoğunlaşabilmiştim. Bu arada Rafa da odadaydı ve o da internetten müftelası olduğu Fringe izliyordu. Öyle dalmıştı ki bir tam gündür çamaşırhanede kalan elbiselerini unutmuştu. Bir saat sonra “Bugünlük yeter” dediğini duydum. Bence de yeter çünkü çocuk bir oturduğu zaman 4 saat fringe izliyordu. Bir sezonu iki günde bitirme gibi bir özelliği var Rafa’nın. Bir saat sonra çalışmayı bıraktım. Sırtımda bıçak saplanırcasına acıyan kaslarım, çalışmamın yeterli olduğunun bir kanıtıydı. Yemek yapmaya karar verdim. Dolapta iki gün öncesinden kalan pilavım vardı. Çıkartıp mutfakta ısıttım. Odaya gelir gelmez de ekstra bir şey yapmalıyım diye düşündüm ve aklıma hemen sos yapmak geldi. Domatesiymiş, biberiymiş, mantarıymış doğanıymış hepsi çıkarılıp bir güzel doğrandı. Odamdan her şeyi aldıktan sonra mutfağa gittim. Gece yarısında yemek yapıyordum. Bir baktım ki mutfakta Betül de var. Şaşırtıcı… Aynı anda mutfakta bir şeyler pişirmemiz bir tesadüf olamaz. Saçları bir kekin kabarmasından daha da etkili bir biçimdeydi. İyi ki gece karanlıkta karşıma çıkmamış, çığlığı basar sonra da bir yumruk atar ve kaçardım. Bana “Neden cześć (Lehçe’de “selam”) diyorsun her zaman?” dedi. Tamam, bunu Türkiye’de söylesemiş olsam normal olmaz ama Polonya’dayız ve herkes birbirine bunu söylüyor devamlı. Cevap vermedim çünkü cevabı olmayan bir soruydu. “Uyuyordun heralde saçların…” dedim. Saçları gerçekten de anormaldi. “Saçlarımla çok oynuyorum. Uyumadım yani” dedi. İşi bittikten sonra da çekip gitti. Önceki gün söylediği bir ton sözü unutmuş gibi davranmasına sinir oluyorum. Ortak derslerimiz var, birlikte yapmamız gereken raporlar var. Bu yüzden onunla konuşmama gibi bir durumum olmuyor. Keşke konuşmasak, karşılaşmasak hiç diyorum çünkü bana söylediği sözler ve davranışları çok saçma ve gereksizdi. Şunu çok iyi öğrendim. Bazı insanları pofpoflamam gerekiyormuş. Gerçekleri yüzüne vurduğun insanlar, belli bir zihin yapısında değilse, ne bunu düzeltmeye çalışırlar ne de kabullenebilirler. Üstüne sizi suçlarlar. “Kendini beğenmiş, sen çok mu şey biliyorsun? Egoistsin” gibi şeyler söylerler. Sonuçta, gerçekleri söylediğin için sen zararlı çıkarsın.
“Bazı insanlardan korkacaksın. Hatalı olduklarında özür dilemez, söylendiğinde kabullenmez, üstüne sizi suçlarlar.”
(Gezilerden sonra ilk defa sadece düşüncelerimden oluşan bir yazı yazıyorum.)
Yalnızlıktan nasibimi almam gerekiyor. Arkadaşlarımı önemseyemiyorum ya da onlardan hemen bıkıyorum. Canım sıkılıyor ve artık sıradanlık vermeye başlıyorlar. Amerikan filmlerinde yalnız kovboy gibi takılan karakterlere benzedim be. Şu sıralar da oynuyorum oyunu. Kendi başımayım her zaman bunu unutmamam, unuttuğum sıralarda da kendime hatırlatıcı şeyler bulmam gerekiyor. Bana “Sen yemek yapamazsın”dan başlayıp “Yani daha önce hiç yemek yapmamıştın” diyen, sonra da “Yani şimdi yorgunsun, karışık bir yemek yapamazsın” diyen arkadaşıma sinir oldum. Aslında doğru, daha önce hiç yemek yapmadım burada ama atomu parçalayacak kadar zor olsaydı ateşin keşfinden sonra dünya diye bir şey kalmazdı. Yemek yapmaya başladım. Yavaş yavaş alışıyorum ve ilgimin olduğunu da yavaş yavaş hissetmeye başladım. Tahta kaşığı tutarkenki eğim açısıyla Da Vinci Mona Lisa’ya üçüncü bir yüz ifadesi kazandırabilirdi. Yemek yapmakta bir şey yok, biraz zamanımı alıyor o kadar.
Artık kendi başıma olduğumu bir kez daha farkettim. Herkesin suratıma bunu vurmasına gerek yok.
Kompartımanda yalnız kalmıştım. Yanımda oturan Polonya’lılar da bana saçma sapan bakıyorlardı. Camdan dışarı bakarken tam camın önündeki çifti gördüm. Görülmeyecek gibi değildi zaten. Ayrılık vakti gelmiş gibi birbirine sıkı sıkı sarılmışlardı. Hangisinin trene bineceğini tahmin etmeye çalıştım. Muhtemelen erkek biner kız kalır diye düşündüm. Tam tersi oldu. Kız bindi, hem de bizim kompartımana. Yalnız gidiyordum zaten, onların bu ayrılığı da garibime gitti. Önümdeki polonyalının gözleri git gide kaymaya başladı, belli ki uykusuzdu. Benim de göz kapaklarım kapanıyordu ama kendimi güvende hissetmediğimden az da olsa uyanık kaldım. Sevgilisinden ayrılan kızın da bizle kalması biraz içime su serpiyordu. En sonunda yorgunluğun üstüne dayanamadım ve sızdım. Bir ara biletleri kontrol eden bayan geldi ve uyandık. Kontrolden sonra oavabo ve sonra da uyku. Uzun bir süre uyuduktan sonra tren bir yerde durdu. Durduğunu hissedince hemen uyandım çünkü trende uyuya kalmış ve istasyonu kaçırmış biri olmak en son istediğim şeydi. O tren istasyonunda çok fazla bekledik. Yarım saat sürmüştür bekleyiş. Hareket ettiğinde “Şükür, sonunda!” Dediğimi hatırlıyorum. Tekrar uyudum. Wroclaw’a varmadan yarım saat kala uyandım. Bulunduğumuz tren Krakow’a gidiyordu. Kompartımandan ayrılan ilk ben oldum ve diğerlerinin yanına gittim. İçerde uyuyorlardı ya da uyanıklardı. Epey bir süre ayakta bekledik ve sonunda istasyona vardık. Daha güneş ışığı yoktu. Herkes indikten sonra merdivenlerden aşağı inerken Gülfem’e “Krakow Glowny yazısı güzel görünüyordu, gel fotoğraf çekelim, bir daha ne zaman bulacaz” dedim. Herkes aşağıya gitmişti. Ben, Ufuk ve Gülfem fotoğraf çekmek için epey bir yürüdük terminalde. Fotoları çektikten sonra soğuk havanın da etkisiyle koştura koştura merdivenlerden indik. Wroclaw istasyonu güzeldi aslında. İç mimarisi az çok diğerlerine gçre daha iyiydi. Hemen yemek yemek için ve en önemlisi şarj için yer bakmaya gittim. İlk önce etrafta priz var mı diye kontrol ettim. Kapalı, bekleme odası buldum. İçeri girdiğimde oturan insanların pek tekin görünmemeleri ve içerinin havasız olması hemen hissediliyordu. İki tane priz gördüm. Farklı yerlerdeydiler ama ikisinde de insanlar oturuyordu, kullanmamalarına rağmen. Oradan çıkıp başka bir yere gittik ve en sonunda diğerleri de oturacak bir yer buldu. Ben de gittikleri yerdeki prizleri onlardan önce gidip kontrol ettim. Çalışmıyordu tabiki. İlerideki prizi de yokladım ama yok, o da çalışmıyordu. Coffee Heaven vardı ama diğerleri önceki gün gittiğimiz Starbucks’tan sonra kahve içmek istemediler. Sonra ben de gidip yanlarına oturdum. Oturdukları yer bildiğin zemindi. Zeminde, altımızda broşür sayfalarıyla oturuyorduk. Herkes kahvaltılıklarını çıkarttı ve yemeye başladı. Ben de meyve suyumu, ekmeğimi ve dilim peynirlerimi çıkardım. O şekilde herkes birşeyler atıştırdıktan sonra yola koyulduk. İlk durak “Anonymous Pedestrians” dı. Old town’a gitmek için zaten oradan geçecektik. Tam da köşede duruyordu anıt. İyi düşünülmüş bir sanat eseriydi benim gözümde. Diğerleri fazla önemsemediler. Birkaç fotoğraf çektikten/çekildikten sonra yolumuza devam ettik. Benim, Ufuk’un ve Gülfem’in elinde fotoğraf makinesi olduğundan en arkada biz kalmıştık. Diğerleri yoktu. Yola Ufukla devam ettim. Gülfem de onlara yetişmişti. Ufukla birkaç yerin fotoğraflarını da çektikten sonra baktık ki diğerleri görünmüyor. Sonra biz kendimiz gezmeye karar verdik. Kiliseleri, güzel binaları çeke çeke Plac Solny’e geldik. Burası büyük meydanın, Rynek’in küçük olanıydı. Direklerdeki cücelerin, kendimizin, binaların fotoğraflarını çektik. Sonraki durak Rynek ve City Hall. Rynek’teki Aleksander Fredro’nun ve diğer binaların fotoğraflarını çektik. Daha sonra da Ratusz’un fotoğrafını çektik. Ufuk için tuvalet molası gelmişti. McDonald’s diye ölüyordu bir ara. Tuvalete girebilmek için McDonald’s’a girdik. Burada tuvaletler ücretliydi. Dışarı çıktık, ara sokaktaki restore edilen bir kiliseye girdik. Tavan yüksekliği epey bir vardı. İçerde yaşlı bir adam bana doğru gelip kafamı gösterdi. İlk önce anlamadım ama daha sonradan beremi çıkarmam gerektiğini anladım, saygıdan dolayı. İçerde bir iki fotoğraf çektikten sonra hediyelik eşyaların satıldığı odaya girdik. Kartpostal aldık ve çıktık kiliseden. Ufuk’a kalsa bizi kilisenin tepesine çıkartacaktı. Kilisenin tepesine çıkıldığını ben söylemiştim ama o kadar vaktimiz yoktu. Rynek’e geri döndük ve bir diğer kiliseye doğru yürüdük. Yola devam ettik. Dar sokakta yürürken gözüme üç polonyalı kız çarptı. Gülerek konuşuyorlardı. Bulundukları yerde de hediyelik eşya satan bir dükkan vardı. İçeriye girdik ama fiyatların pahalığından geldiğimiz gibi geri çıktık. Büyük sandalyeye, Krzeslo’ya doğru yürüdük. Yolun dibindeydi ve yağmur atıştırıyordu. Fotoğraflarımızı çektikten sonra üniversiteye doğru yola devam ettik. Orada da foto çekildikten sonra köprüden adalara yürüdük. Diğerleri de o taraftalarmış. Köprüden geçtik ve önümüzdeki parkın hemen hanında bulunan bir binada büyük graffitiler vardı. Graffitiler benim için önemli sanat eserleridir. Yeşil, uzun bir köprüden geçtik. Yürüdük yürüdük… Sinegogu geçtik karşımıza başka bir köprü çıktı. Köprünün tam ortasında da bir adam yere oturmuş şarkı söylüyordu. Sokak çalgıcısı. Dikkatimizi köprünün parmaklıklarına kilitlenmiş asma kilitler çekti. Bizim oradaki batıl inançların polonya versiyonu olmuş. Biraz daha ilerledikten sonra bizimkilerle karşılaştık ve onlar da Wroclaw Katedral’inin fotosnu çekiyorlardı. Biz de epey bir fotoğraf çektik. O arada Gülfemlerle bir sorun olmuş aramızda ama ben hiç barketmedim. Uzun sokaklardan geçtikten sonra bir parkın önünde durduk. Parkın köşesindeki ilginç kadın heykeli ile fotoğraf çekildik. Biraz ilerde bulunan panorama müzesine doğru devam ettik. Parkın içerisinde şeytan ve bir kadını betimleyen anıt vardı. Panaroma müzesine girdik ve ücretleri sorduk. 17 zilotydi ve kimse para verip girmek istemedi. Benim de pek giresim yoktu. Yağmur yavaş yavaş yağacağının sinyalini vermeye başlamıştı. Apar topar tramvay durağına gittik. Bekledik bekledik, sonunda bir tanesi geldi ama sonradan farkettik ki gelen tramvay ters yöne gidiyor, yani biz ters duraktaydık. Bunu anlayana kadar karşıdan gideceğimiz yere giden tramvay geçti bile. Bilmediğimiz ve uyuşuk gibi davranmamızdan kaynaklanıyordu. Herkes bir kişinin bir işi halletmesini bekliyordu devamlı ve bu giderek can sıkıcı hale geldi. Ufukla oraya başka nasıl gidebileceğimizi konuştuk. Haritada gideceğimiz noktadan hem tramvay hem de otobüs geçiyordu. Tabi haritadaki renklerin ne işe yaradığını bilmediğimiz için renklerden birinin otobüs olduğunu anlamak uzun sürdü. Şansımıza hemen beklediğimiz yerden binecegimiz otobüs göründü. İndikten sonra biraz daha yürüdük. Bu arada Gülfem gelene kadar hayvanat bahçesine de gidelim diye tutturuyordu, taa biz duraktayken başlamıştı bu konuşma. Çok fazla kişi girmek istemiyordu. Yorgunduk. Otobüsten indikten sonra varış noktamıza ulaştık. Önümüzde kocaman bir anıt duruyordu. Aslında anıt demekten çok uzun bir direğe benziyordu. Doksan küsür metreymiş o anıt. Adı da “Iglica”. Etrafı gezmeye başladık. En çok merak edilen şey Fontanna Multimedialna’ydı. Büyük bir havuz ve bu havuzdaki görkemli fıskıyeler… İnternetten gösterileri izlemiştik, çok iyiydi. Olumsuz bir durum vardı. Fıskıyeler çalışmıyordu. Tahmin etmiştim aslında, kışın ortasında kim açsın o kadar masraf çıkaran bu büyük görkemli fıskıyeler? Fotoğraf çektikten sonra arka taraftaki Japon Bahçesi’ne gittik. Burası da kapalıydı ama kayda değer pek bir şey yoktu. Sadece dere gibi bir su birikintisi ve ördekler… Etrafı dolaştık ve sonra tekrardan Hala Stulecia’ya geldik. Evli bir çift fotoğraf çekiliyordu. Kızlar gelene kadar da etrafa bakıp durduk. Devamlı onları bekliyorduk. Bir sonraki durağımız Gülfem’in yoğun isteği, hayvanat bahçesi oldu. İçeri giriş ücretinin on ziloty olduğunu duyunca herkes vazgeçti. Sonradan farkedilen bir tabela fikirleri değiştirdi. Tabelada büyük akvaryum yazıyordu. Merakımızdan hemen bilet aldık. İçeri girdik ama yine hayalkırıklığı, akvaryum tadilattaymış. Napalım bir kere verdik on zilotyi o zaman gezecez! Pek çok hayvan gördük, çok dolaştık. Bir ara yorulduk, oturup birşeyler atıştırdık. Devam ettik ve bitirdik, daha doğrusu bittik. Yeter artık bu havada bu hayvanat bahçesi! Dışarı çıktık, tabi yine Gülfem’i bekliyoruz. En az on beş dakika orada bekledik. Soğuktu ve üşüyordum. Aynı zamanda sinirli. Önceki günü unutmuş gibi bu gün de aynı şeyi yapıyordu. En sonunda dayanamayıp Ufukla tramvay durağına yürüdük. Kadirler de bizle geldi. Kadir, Gülfemle mesajlaşıyordu. Tramvay geldi ve benle Ufuk bindik. Artık ne sabır kalmıştı ne de nezaket. Yetti! Kadir ile Ali bizle gelmedi, Gülfem’i bekledi. Ufukla takılmanın en güzel yanı kendini özgür hissedebilmen. Gezi için en çok ihtiyacım olan şeydi ve iyi oldu. Ufukla ilk önce Rynek’e gidip hediyelik eşyalar baktık. Sonra da dönüp tramvayda gelirken gördüğümüz AVM’ye geldik. Biraz gezdik, McDonald’s’dan paket burgerlerimizi aldıktan sonra da ayrıldık. Tren istasyonunda diğerleri ile buluştuk. Yemeğimizi önceki girdiğimiz bekleme salonunda yedik ve şarjı biten telefonumu kolayca doldurdum. Ayaklarımı uzatıp tren gelene kadar dinlendim. Tren saati geldiğinde yukarı çıkıp bindik. Neyseki bu kez çok kalabalık değildi. Giderken az da olsa uyudum. Bir ara tren öyle bir yere geldi ki zifiri karanlığın içinde kala kalmıştık bir an. Tren aktarması yapmamız gerekiyormuş. Herkes indi ve istasyonun arkasına doğru hızla yürümeye başladı. Biz de koyun misali onları takip ettik. Bir otobüse bindi herkes. Biz de gidip bindik ve yaklaşık yarım saat sonra bir diğer istasyonda indik. Tam da trenin yanında durmuştu otobüs. Trene bindik ve yola devam ettik. Yine uyuduk yorgunluktan. Lodz Kaliska’ya geldiğimizde saat 11:30’du. Tramvaylar 11’e kadar çalışıyor dedi Gülfem. Apar topar tramvaylardan birine bindik. Biletiniz de yoktu halbuki. Kontrol etselerdi, yanardık. Durakların birinde indik. Piotrkowska’ya doğru yürüdük. Gece kulübü gibi bir yerin önünden geçerken karşımıza iki tane pitbul çıktı. Beni es geçip arkamda bulunan Kadir, Betül ve Gülfem’e doğru koştura koştura, havlaya havlaya gittiler. Kadir çok panik yaptı ki haklıydı. Köpeklerden korkuyormuş. O anda sadece Kadir’in korku bağırışlarını duydum. Betül de ağlıyordu. Kadir’i göremedim ama köpeklerin ikisi de Kadir’e havluyorlardı. Kadir’i, arabanın arkasında kaldığından bir ara göremedim. Betül ağlaya ağlaya yanıma geliyordu. Korkmaması için hemen sarıldım. Tir tir titriyordu. Köpeklerin sahibi iki koruma görevlisi köpekler Kadir’e saldırırken köpeklere gelmesi için bağırıyordı. Köpekler sonradan çekildi ve korumalar köpekleri geri çekti. Sonradan farkettim ki birinn ağzında ağızlık vardı. Yola devam ettik ama Kadirle Betül çok etkilenmişlerdi. Betül, bana dönüp “Beremi düşürmüşüm” dedi. Dönüp köpeklerin olduğu yere bereyi almaya gittim. Ali ile Ufuk da geriden geliyorlardı. Ali ile bereyi aldık ve yola devam ettik. Kadir’in sırt çantasından birşey akıyordu. Ben de korkudan sanırım dedim :/ Çantasını açıp kenarından patlamış enerji içeceğini çıkardı. Yolda giderken yere düştüğünü ve köpeklere tekme atmaya çalıştığından bahsetti. Tabi arabadan dolayı ben görmemiştim. Kötü bir geceydi. Yurda kadar yürüyerek gittik. Gezinin sonu korkulu bitti.
Günlerden cuma. Cumartesi sabahı 5:30’da trenle yola çıkıyoruz. Grupla hareket etmek istiyorsan bazı durumları göz önünde bulundurman lazım. Vaktinde belirlenen yerde olmak. Geziye başladığımız gecelerde uyumuyorum uyanamam belki diye. Cumartesi gecesi de gidilecek yeri haritada belirledim ve onlarla ilgili yazılar okudum. Saat 4:30’a geldiğinde ise Betül’ü uyandırdım. Fazla vakti yoktu, ben çoktan hazırdım. Yiyecek erzağımı bile almıştım yanıma. Hazırlandıktan sonra aşağıya, lobile indik. 9. yurttaki Behice ve Semiha yoldalardı. Benim de para çekmem gerekiyordu. Hızla bir koşumla ATM’ye gittim ve kızlarla karşılaştım. Para çektikten sonra hemen lobiye gittik. Bir kişi hala eksikti, Gülfem. Yaklaşık 15 dakika onu bekledik ki o zamana kadar çoktan tren garına doğru yol almış olmamız gerekiyordu. Artık herkesin siniri atmıştı ve en sonunda istasyona tramvayla gitmeye karar verdik. Tramvay durağına doğru yürümeye başladı herkes ve Betül hemen lobiye doğru koşup Gülfem’e tekrar ulaşmaya çalıştı. Tam kapıdan geçti ki Gülfem belirdi ve koştura koştura durağa gelen tramvaya yetişmeye çalıştık. Çok sinirliydim. Vurdumduymazlık gibi birşeydi benim gözümde. Bir durakta indik diğer durağa geçtik. Durakta hangi tramvaya bineceğimizi bilmiyorduk. Gelen bir tramvayı farkedince hemen oradaki bir kıza o tramvayın Lodz Kaliska’dan geçip geçmediğini sordum. Kız da bana baktı ve “Nie” dedi. Sonra bir başka kadın ile konuştu bizimkiler. Kadın da Kaliska’nın ters istikamette olduğunu iddia etti. Yanlış biliyordu. Bir sonraki trene bindik ve başka bir durakta indik. Fazla vaktimiz kalmamıştı. Koştura koştura trene yetişmeye çalıştık. Saat 5:32’ydi ve tren de 5:39’da kalkacaktı. İstasyona girdiğimizde kasa için sırada bekleyen çok insan vardı. Kesinlikle trene yetişemeyecektik çünkü önümüzdeki insanların ve bizim bilet alma sürelerini toplayınca 10-15 dakika ediyordu. Bir sonraki trenin kaçta olduğunu bulmaya çalıştık. 7:20’deydi. O zamana kadar istasyonda bekledik. Çok ama çok sinirliydim. 5 dakika ile treni kaçırmıştık. Hem de tek bir kişi yüzünden. Diğer tren saatine beş dakika kala yukarı çıktık. Hava çok soğuktu. Resmen donuyorduk. Tren geldi ve hızlıca bindik.
Yolculuk boyunca hiç uyumadım. Diğer arkadaşlar da pek uyumadılar. Sohbet ettik hatta fotoğraf çekildik. Poznan’a gelmeden bir saat önce kelime oyunu bile oynadık. Poznana iner inmez hemen tuvaletlere gittik. Polonya’da hemen hemen her tuvalet ücretli 2 zl yaklaşık 1,25 TL. Wroclaw için de bilet aldıktan sonra bu güzel Poznan Glowny’den çıktık. İlk gideceğimiz yer Poznan Palmiarnia’ydı. Uzun uzun yürüdükten sonra Palmiarnia’ya vardık. Tabi buraya gelirken bir de köpek saldırısına uğruyordum. Palmiarnia girişi öğrenciler için beş siviller için de yedi zloty’ydi. Beş zilotyden bir şey olmaz diye girdik hemen. Bu tip yerlere ilgim vardır aslında. Bu zamana nasipmiş girmek. İçeriye girer girmez nem karşıladı. Çok fazla nem vardı ki zaten Palmiarnia’ya girmeden önce camlarının beyaz olduğunu farketmiştik. Tabi bunun ne olduğunu tahmin edememiştim. Sırtımda ağır çanta, kolumda fotoğraf makinesi çantasıyla ve elimde de fotoğraf makinesiyle pek de kolay fotoğraf çekilemiyordu. Bunun üstüne nem yüzünden lensin buğulanmasını da ekleyince nefis… Başka odalara girdiğimizde fotoğraf çekebiliyordum. Bazı bölümlerde kertenkeleler vardı. Bazılarında da sadece bitki çeşitleri. Bir oda sadece kaktüslerden oluşuyordu. Bir başka odaya girdiğimizde hediyelik eşya olarak satılan, dondurulmuş eklembacaklıları bördük. Bir çok hayvan türünü dondurum çerçevelemişler ve sadece göstermek için tablolamışlar. Çok fazla çeşit kelebek, örümcek peygamber devesi ve ismini bilmediğimiz diğer hayvanlardan vardı. Dışarı çıkıp başka bir bölüme girdik. Orada da balıklar vardı. Çeşit çeşit balık, köpek balıkları vatozlar… Fotoğraf çekmeye çalıştık ama pek de iyi çıkmayınca iPhone ile çekmeye başladım. O bölümden sonra da dışarıya çıktık. Sonraki durağımız Stare miasta etrafındaki yerlerdi. Alt geçitten geçtik ve biraz daha yürüdükten sonra iki büyük anıtın önüne geldik. Burada da fotoğraf çekildikten sonra büyük bir plazaya girdik. Büyük bir bahçesi ve bahçesinde oturan bir adam heykeli vardı. Biraz ilerisinde de sadece ayakları olan beş tane heykel duruyordu. Fotoğraf çekildikten sonra oturan heykelin orada toplandık ve orada da epey bir fotoğraf çekildik. Eğlenceli anlardı. Yola devam ettik. Epey yürüdükten sonra Wolnosci meydanına geldik. Meydanın tam ortasında farklı dizayna sahip bir eser vardı. İnternetten daha önce bu yapıtı görmüştüm. Yakından daha büyükmüş. Fotoğraf çekildikten sonra Stare Miasta’ya vardık. Etrafında dolanıp fotoğraflar çektikten sonra Wielkopolski meydanına gittik. Yol üzerinde bir kalabalığa rasladık, heykel açılışı için bekliyorlardı. O anda iPhone’umun şarjı bitti ve gezilecek diğer mekanlara gidemedik. Çok fazla ve çok da önemli değillerdi. Geri döndük. Yürüyüş yürüyüş… Hem ayaklarımız yorulmuştu hem de karnımız gurulduyordu. İstasyon yolu üzerindeki büyük bir AVM’ye gittik. KFC’de yemek yedik ve hatta arkadaşların aldıkları menülerde domuz pestili çıktı. Epey bir konuşuldu. Ufuk ile AVM içini gezdik. Biz gezerken diğerleri de AVM içinde gezintiye çıkmışlar. En son büyük bir kare koltuğun üztüne oturduk. Herkes acayip yorulmuştu. Bizi yoran şey tren yolculuğuydu. Otururken birden arkama yattım ve beş saniye içinde uyumuşum. 10-15 dakika sonra bir adam gelmiş ve bize kalkmamız gerektiğini belirten birşeyler söylemiş. Adam gelince ve bizimkiler de bana kalkın diyince hemen sorgusuz sualsiz kalktım. Sinirlenmiştim. “Fakir ülkenn fakir vatandaşları” dedim. Betül ailesiyle konuşuyordu telefonda. Behice de sevgilisyle. Uful da ailesine ulaşmaya çalışıyordu. Ben de müzik dinliyordum. Betül’ün ailesiyle bu kadar çok konuşmasına sinir oluordum. Madem buraya kadar geldin, bunları göze alıp geldin, neden hala ailem de aşlem diye ölüyorsun? Biz de ailemizden kopup geldik ama her gün konuşmuyoruz. Her zaman söylüyorum kendisine. Alışmalısın artık. Gurbette olmanın sana birşeyler katmasını istiyorsan çok az görüşmeisin ailenle. Oradan sonra da istasyona doğru yürüdük. İstasyonda telefonumun şarjını doldurmak istedim ama hiç priz bulamadım. Çareyi Starbucks’ta kahve içmekte buldum. Bir yandan kahve içecek, diğer yandan da şarjımı dolduracaktım. Wroclaw’da çok lazım olacaktı iPhone ve fotoğraf maknesi. Starbucks ile konuştum ve ne kadar açık olacaklarını sordum. 15 dakika sonra kapatıyoruz ama yaklaşık bir buçuk saat temizlik yapacağız, buradayız dedi görevli. Ben de gidip arkadaşları çağırdım ve kahve alıp oturduk. Tabi herkes prizlere saldırdı. Sohbet ettik ve bir yandan da internete girdik. Biz içerde otururken başkaları da bize bakıp kafenin açık olduğunu sanıyorlardı. Kapıyı açmaya çalışıyorlardı ama kapı kapalıydı. Sadece biz ve görevliler vardı içerde ama sanki açık gibi görünüyordu. 45 dakika sonra görevli bize gitme vakitlerinin geldiğini söyledi. Toparlandık ve dışarı çıktık. Diğerleri oturacak bir yer buldu, ben de güvenlik görevlisine prizlerin yerini sordum. Görevli bizi tuvaletin girişindeki tek prizi gösterdi ama prizi başka bir adam kullanıyordu, görevli adamla konuştuktan sonra adam bize dönüp “Ten minutes” dedi. Arkadaşların yanına döndük ve on beş dakika sonra prizin olduğu yere gidip adamın gitmesini bekledik. Adam kalkıp giderken tedirgindim çünkü eski kıyafetleri olan serseri birine benziyordu. Eşyalarımı Ufuk’a emanet ettikten sonra tuvalete gittim ve gelirken de yere sermek için bol bol peçete aldım. Peçeteleri yere serdım, montumu da sırtıma örttüm ve telefonumu şarj etmeye başladım. iPad’imi de açıp dizi izlemeye başladım. Ufuk da yere yatmış uyuyordu. Bir süre sonra Behice geldi ve “12’de burası kapanıyormuş” dedi. Çok şaşırdık. Tren istasyonu 12’de kapanıyormuş. Peki yolcular nerede bekleyecek? Apar topar diğerlerinin yanına gittik ve merdivenlerden dışarıya çıktık. Peronumuzu bulmaya çalışıyorduk. Dışarı çok soğuktu. Peronu bulduk ama içeri girip oturacağımız bir yer yoktu. Banklar bile rezaletti. Trenin geliş vaktine kadar sıcak bir yerde oturmamız gerekiyordu yoksa soğuktan donacaktık. Peronu bulmaya çalışırken gördüğümüz küçük bir kafeye girdik. Amerikan filmlerinde, unutulmuş kasabalara giden yolların kenarlarında bulunan küçük büfelere benziyordu. İçeri girip oturduk. Sadece oturmak olmazdı, birşeyler yememiz gerekiyordu. Ufuk elmdeki bozukluklarla patates kızarması aldı. O arada da yan tarafta bulunan prizlerde telefonumu ve fotoğraf makinemi şarj ettim. Tren saati gelmeden 15-20 dakika önceden de ayrıldık. O kafedekiler, gerçekten çok farklıydı. Tren geldi ve biletlerimize baktık. Biletlerde vagon ve koltuk numarası yazıyordu. Benim numaram diğerlerinden farklıydı. Halbuki biletleri arka arkaya almıştık. Ben iki üç sıra öndeki kompartımanda tek başıma oturuyor, diğer arkadaşlar da tek bir polonyalı adamla oturuyorlardı. 7 kişi aynı kompartımanda kalırken ben tek başıma ön tarafta kalıyordum. Şans mıydı?
Gecenin yorgunluğundan sonra güzel bir duş almak vardı ama hostelde bu imkansızdı. Hostelin parasını ödedikten sonra Auschwitz’e gidebilmek için yola çıktık. Bizi yine sisli bir hava karşılamıştı ki zaten alışmıştık bir günde. Şehir merkezine kadar yürüdük ve Old Town’ın yukarısındaki Krakow Glowny’e geldik. Tren istasyonunun hemen yanında bulunan otobüs terminalini bulana kadar anamız ağladı. Karmaşık bir yerde değildi ama çok fazla yürümek bizi bıktırmıştı. Artık yürüyerek seyahat etmekten de gezmekten de nefret eder hale geldik. Otobüste zaman geçirmek, en azından pencereden etrafa bakarak, yürümeden seyahat etmenin hayaliyle terminale girdik. İngilizce bilen birinin olması – ki information center’di – bizi şaşırtmıştı biraz. Kadına Auschwitz’e nasıl gidebiliriz diye sorduk ve aşağıdan bineceksiniz, bilet parasını kaptana vereceksiniz dedi. biz de hiç bilet almadan aşağıdaki Auschwitz yazan perona yürüdük. Sırada bekleyenlerin bazılarının elinde bilet olamasına şaşırdık. Şoförün “Öncelikle biletliler” demesiyle anladık ancak. Biletliler bindikten sonra sırayla biz de bindik ama bizden sonra gelen bir çift vardı ve önümüze kaynadılar. Bizimkilerde bana dönmüş “Bunlar önümüze kaynıyor ya!” diye şikayette bulunuyorlardı. Be arkadaş onlara söylesene bana niye söylüyorsun? Çifte söyledim ama İngilizce bilmiyorlardı. Otobüse bindik ve üç kişi ayakta kaldık. Çifte çok sinirlenmiştim. Arkada bizimkiler beşli koltuğu altılı yaptılar ve öylece sıkış tıkış gittik. Yol bir saat sürmesine rağmen önceki günün yorgunluğuyla uyumuşum. Auschwitz’e geldiğimizde yarı baygın gibiydim. İnip kalabalığı (4-5 kişi) takip ettik. Beş – altı dakikadan sonra asıl yere geldik. Kahvaltımızı dışarıda yaptıktan sonra etrafımızda dolaşan insanların yakalarında kart olduğunu farkettik. Grup kartlarıydı ve bu kişiler rehber eşliğinde içeriyi gezeceklerdi. İçeriye girip sorduğumuzda girişlerin standart (öğrenci – sivil farketmiyor) bilet ücretinin 30 PLN olduğunu öğrendik. Kadın bizim öğrenci olduğumuzu hatta zavallılar gibi baktığımızı farketmiş olmalı ki bize acıyıp “3’ten sonra ücretsiz. İsterseniz o zamana kadar Birkenau’ya gidin.” dedi ve elimize bir kağıt verdi. Kağıtta otobüs saatleri yazıyordu. Biz, tabi bilmediğimizden, dışarıya çıkıp bir adama sorduk. Adam “Sizi oraya götürürüm” dedi. Götürdü, götürmesine de toplamda 20 PLN’den de olduk. Fazla bir şey değildi de normalde otobüs varken para verip gitmek insanı enayiymiş gibi hissettiriyor. Birkenau’ya girdik. Ücretsiz olmasının nedeni sadece büyük bir alan ve tarihten kalma barakaların olmasıydı. Sessiz ve acı bir tarih yatıyordu. İçeriye girdiğimizde dikkatimizi ilk iki sıra paralel halde yerleştirilmiş tren rayları ve tel örgülerle çevrili alanlar çekti. Tellerin beton demirlere temas ettiği yerlerde yalıtkanlığı sağlayan porselen fincanlar (adı fincan mı bilmiyorum) vardı. İki yanında da boylu boyunca çukur olan topraklı yolu takip ettik. İsrailden gelen öğrenciler sırtlarında bayraklarıyla etrafta dolaşıyorlardı, sayıları epey bir fazlaydı. Düz gittikten sonra sola döndük. Aslında Birkenau’da ve diğer Auschwitz bölgelerinde nelerin yaşandığını bilmiyorduk. Arkadaşların söyledikleri kulaktan dolma bilgilerle dolaşıyorduk etrafta. Sadece katliamların yapıldığını ve yaklaşık 1.5 milyon insanın burada esir gibi çalıştırıldığını ve yüz binlercesinin de katledildiğini biliyordum. Gelmeden önce bunları bilmemiz gerekiyordu. Araştırmalıydık, utandım kendimden. Aslında buraya geleceğimiz önceden bile belli değildi ama yine de kendimi pişman hissediyordum. Sol tarafta yıkılmış yapılar bulunuyordu. Her anıtın önünde İngilizce de dahil olmak üzere üç açıklama ve fotoğraflar bulunuyordu. Tablolarda, gaz odaları ile ilgili bilgiler de bulunuyordu. Yapının bölümleriyle ilgili birkaç özel bilgiydi hepsi. O an birden gözümün önüne geldi. Ölüme gittiğinden bile haberi olmayan insanları o merdivende düşünürken buldum kendimi. Olayın, daha doğrusu katliamın yapıldığı yapının en başına, merdivenin önüne geldim. Çok fazla mum ve bir de küçük çelenk vardı. Merdivenlerden kimse inmesin diye de üstü parmaklıklarla kapatılmıştı. O merdivenden yüz binlerce insan geçmişti ve hepsi katledilmişti. İnsanlığın yüz karasıydı bu. Yıkılmış yapının ve etrafındaki mumların birkaç fotoğrafını çektim. Yapının yanında iki tane birbirine çapraz çukurlar vardı. O çukurlara, katledilen, gaz odasında ölen insanların külleri dökülüyormuş. Çukurların önünde üç adet mezar taşına benzer mermerler vardı. Mermerlerin üzerinde üç farklı dilde yazılmış yazılar, etrafında ise çiçekler vardı. Mermerlerden sonra Yahudilerin kaldığı barakalara gittik. Çok fazla baraka vardı ama sadece bir tanesi ziyaretçilere açıktı. İçeri girdik ve üçer katlı ranzaları gördük. Ranza diyorum ama bunların hepsi tahtadan ve kerpiç duvardan yapılmış yerlerdi. Tahtalar kerpiç duvarların aralarına çakılmış. Barakayı gezerken bizle birlikte ingilizce rehber eşliğinde gelen bir grup vardı. Hemen aralarına kaynadım ve anlamaya çalıştım. Rehberden öğrendiğim bilgiye göre üç katlı ranzalardan en üstte yatanın mevkisi daha iyi oluyormuş. Yazarlar, doktorlar hep üçüncü katta yatıyormuş. Ranzaların katları arasındaki mesafe yaklaşık 80 cm kadar vardı. Çok kötü etkilenmiştim. Dışarı çıkıp biraz daha dolaştık. Orada bulunduğumuza dair kendi fotoğraflarımızı da – gülmeyerek – çekildikten sonra sola döndüğümüz yerde bulunan anıta fotoğraf çekmediğimizden dolayı tekrar gitmek istedik. Gidene kadar tren yolunda yürüdük ve orada da fotoğraf çekildik. Anıtın yanına giderken topraklı yoldan gelen kocaman bir kabile de bizle aynı yere gidiyordu. Fotoğrafları çektik ve geri dönmeye çalıştık. (Gülfem is away) Gülfem’i bekledikten sonra yola devam ettik. Karşı çaprazdan ilahi söyleye söyleye gelen Yahudileri gördük ve ilahileri çok etkileyiciydi, güzel söylüyorlardı. Diğer arkadaşlarla buluştuktan sonra otobüs durağına gittik. Otobüsle önceki yere geldik ve biraz atıştırdıktan sonra içeriyi gezmeye başladık. Gözüme ilk girişte yazan ve hemen hemen herkesin bildiği “Arbeit macht frei” yazısı yazıyordu. Anlamı “Çalışmak insanı özgürleştirir.” Fotoğraf çekildik ve devam ettik. Biraz etrafta avanak avanak foto çekildikten sonra bir binanın içine girdik. İlk girdiğimiz binanın içinde ülkelere göre ayrılmış (Fransa – Belçika) odalar gördük. Fazla durmadık. Bir sonrakinde belgelerin bulunduğu, ölenlerin isimlerinin bulunduğu kağıtlar, vesikalık fotoğraflar… İkinci binanın üst katında bir ziyaretçi defteri bulduk. Deftere aralarında Türklerin de bulunduğu pek çok kişi yazı yazmış. Betül’le ben de bir şeyler yazdık ve binadan ayrıldık. Üçüncü girdiğimiz binada ilk katta çanaklar çömlekler, ikinci katta ölenlerin ayakkabıları, bavulları… Binanın bir katında ise kadınların köklerinden kesilmiş saçlarının bulunduğu koskocaman bir cam bölüm vardı. Betül bana bu kata gelen ve bunları gören bir kızın saçlarını tutarak ağladığını ve sevgilisinin de onu teselli etmeye çalıştığını söyledi. Çok, çok kötüydü. Girdiğimiz diğer binada da Birkenau’daki gaz odalarının maketi bulunuyordu. Biraz daha gezdikten sonra saat beşe yaklaşıyordu. Son olarak bir yere daha girdik. Burada da katledilen insanların cesetlerinin yakıldığı ocaklar bulunuyordu. Dışarı çıktık ve diğerlerini bekledik. Saat 5:30 gibi de tren istasyonuna doğru yürüdük.
İstasyona vardığımızda tek bir vezne açıktı. Tam biz geldik vezne kapandı. Dışarı çıktık, yeni gelen treni gördük. Şişman bir adama Krakow’a gidebilmek için hangi trene binmemiz gerektiğini sorduk. Adam diğerleri gibi İngilizce bilmiyordu. Bizi İngilizce bilen bir arkadaşına doğru götürdü. O adam ise yeni gelen trenin Krakow’a gitmediğini söyledi. O esnada bir çocuk trene biniyordu. Hemen bir arkadaş trene binip sormaya çalıştı. Biz de trene bindik ve çocuğa Krakow’a gitmek istediğimizi söyledik. O da bizle aynı yere gideceğini ve oraya gidebilmek için bu trenin gittiği istasyonda aktarma yapmamız gerektiğini söyledi. Er ya da geç Krakow’a gitmek istiyorduk ve yanımızda da İngilizce bilen biri olduğu ve aynı yere gittiğimiz için şanslı hissediyorduk. Çocuk bize çok yardımcı oldu. Biletimiz yoktu, içeri bir arkadaşla gidip bize bilet aldılar. Sonra da oturup sohbet etmeye başladık. Halil’i andırıyordu. Uzun boylu (benden uzun değil) ve komikti. Adı Szymon’du. O kadar çok konuştuk ve güldük ki… Uzun yürüyüşlerden sonra yorulmuştuk, konuşmak için bile enerjimiz kalmamıştı. Sessizlik… Bir ara çocuk çantasından kalem defter çıkardı ve bir şeyler yazmaya başladı. Şarkı falan yazıyordu sanırım. Bitirdikten sonra kağıdı bize gösterdi ve okumamızı istedi. Kağıtta şarkı sözü yazıyordu ve sözlerin içinde de bizden bahsediyordu. Çok hoşuma gitmişti bu hareketi. Bir tek benim değil herkesin hoşuna gitmişti. Müzik gruplarından bahsetti, söz yazdıklarını söyledi. Cebinden de bir vesikalık fotoğraf çıkarıp Betül’e verdi. Aktarma yapacağımız tren istasyonuna vardık ve orada da espriler havada uçuşuyordu. Başrolde her zamanki gibi Kadir vardı. Çocuk, Kadir’in yaptığı tiplemelere çok gülüyordu, bizle beraber. Hava çok soğuktu. Tren geldiğinde hemen bir köşe kaptık ve ısınmaya çalıştık. Yine sessizlik kaplamıştı ortamı. Betül bir ara tuvalete gitmeliyim dedi. Çocuk Betül’ün dediğini anlamaya çalışıyordu. Betül birden “I have to pee” deyince Szymon da “I have to pee too” diye bağırdı. Çok gülmüştük. “O zaman ilk önce tuvalet bulmalıyız” dedi. Espri bir süre döndü öyle. Krakow’a indiğimizde ilk işimiz tuvalet bulmaktı. Tren istasyonuna girdik ve biletlerimizi de aldık. Tuvaletten sonra, bizle takılmak isteyip istemediğini sorduk. Tamam ama öncelikle yemek yiyelim dedi ve bizi Stare Miasta’ya doğru yürüttü. Hemen Barbakan’ın oradaki KFC’ye girdik. Erkekler yukarı katta oturuyordu. Üst katta yer kalmadığı için biz de aşağı kattaki sakatlar için ayrılmış olan yere oturduk, dört kişi. Konuşma arasında kendinin sigara içmediğini ama ot içtiğinden bahsetti. Kızlar o kısmı yakalayamadı, anlamadılar. Birden şaşırdım. Onun gibi sevimli bir çocuğun ot tüttürmekle ne ilgisi olur diye düşündüm. Ufuk yukarıdan geldi ve bir tur atalım şu sokakta dedi. KFC’nin bulunduğu sokak Krakow’un en meşhur sokaklarından bir tanesi. Sokakta diskolar, gece kulüpleri de bulunuyordu. Ufukla dışarı çıktık ve bir tur yapıp geldik. Geldiğimizde bizimkiler çapraz masadaki Türk bir adamla konuşuyordu. Karısının Krakow’lu olduğunu ve Hollanda’da yaşadıklarından bahsetti. Gezi için oradalarmış. Kadir ile Ali yukarıda interneti kullanıyorlardı. Geri kalanlarla Stare Miasta’ya gittik. Gülfem Hard Rock Cafe’yi görünce dayanamadı ve içeri girdi. Biz de o gelene kadar etrafı gezdik. Bize tam ortadaki büyük binanın ne olduğunu anlattı. Meydanda büyük bir çember çizdikten sonra Gülfem’in yanına gittik. Gülfem hala oradaydı, kız resmen açık olmuştu HRC’e. Kasadaki görevliyle uzun uzun konuştuk. Szymon ile de konuşuyordu ama çocuk istifini hiç bozmadan İngilizce konuşuyordu hala. Halbuki karşısındaki de Polonya’lıydı. Birden pelerinli beş tane adama rastladık. Bir tanesi elimdeki profesyonel makineyi görünce bu çocuk iyi çeker diye düşünerek bana kompak fotoğraf makinelerini verdi. Ben de “Tamam çekerim ama sonra da birlikte çekilecez” diyerek pazarlık ettim. epey eğlenceli anlardı. Oradan geçen bir grup da onlarla fotoğraf çekilmek istedi ama ben hemen araya girerek “İlk önce biz” dedim. İspanyollardan biri “O bize daha cazibeli göründü” dedi. Ben de “Olmaz öyle” diye esprili bir şekilde karşılık verdim. Fotoğraf makinemi o bayanlardan birine verdim ve o da pelerinli İspanyollarla bizi çekti. Güzel bir kareydi ve sohbet etmeye başladık. “Nerelisin?” “Türkiye!” “Owww… I love Turkey!!” diye bağıra bağıra konuşuyorduk. Tekrar fotoğraf çekmelerini bu kez benim makinemle çekilmek istediklerini söylediler. Ben de kabul edip çektim fotoğraflarını. Bize bunu email ile gönderirsin dediler ama email adreslerini bile vermeyecekti az kalsın. Kendim istedim adamın email adresini. Telefonumu verdim ve yazdı. O kadar uzundu ki heceleseydik sabah olurdu. Sonra ben de diğerlerinden daha çok konuştuğum İspanyol ile fotoğraf çekilmek istedim. Adam elime diğer arkadaşının gitarını da tutuşturdu ve birlikte foto çekildik. O anlar kesinlikle çok eğlenceliydi. Hiç unutmam sanırım. Daha sonra da onların yanından ayrıldık. Fazla zamanımız kalmamıştı. İstasyona doğru yol aldık. Szymon hala bizim yanımızdaydı ve elindeki ağır çantaya rağmen bizle hala yürüyordu. İstasyona kadar yürüdük, hatta perona kadar bile geldi. Trenimiz geldiğinde, Szymon’dan da ayrılma vakti gelmişti. Türk usulü sarıldık ve vedalaştık. Szymon’u Facebook’tan eklemiştim bile 😉 Bizle gelebilseydi keşke diye düşündüm o anda. Eğlenceli ve farklı bir kişilikti. Trene bindik ve vagon vagon dolaştıktan sonra bir kompartımana geçtik ve uzun bir süre ingilizce grammer ile ilgili konuştuktan sonra vagondaki Polonyalı adam kopartmanı terk etti. Biraz daha konuştuktan sonra da sızdık.
Günlerden cuma. Manufacturing Processes dersinin labından zor bela çıktık. Yurda gidip tekrar tren biletlerini kontrol ettim. Cumartesi gecesi saat 4:34’de trenimiz Varşova aktarmalı Krakow yapmak üzere kalkacaktı. Akşam gezilecek yerlerin listesini çıkardım. Gülfem üç saatlik uykuya, Betül iki üç saatlik uykuya, Ufuk ise gecelere akmaya devam ediyordu. Kulüpten sonra yurda geçecek, sonra da bizim yurda gelecekti. Gecenin etkileyici ve dokunaklı anı, Kadir’in “Caner yarin krakow gezisine katılabilirmiyiz aliyle eger sorun olcaksa hic problem degil alinmiycaz(:” mesajını atmasıydı. Gideceğimizi herkes biliyordu ama kesin olduğunu bilimiyorlardı. Biz de dört kişilik bir plan yapmıştık. Ben, Betül, Gülfem ve Ufuk olarak hostelimizi bile ayarlamıştık. Bu mesajdan sonra da zaten hayır olmaz diyemezdim. İstemediğimden ya da sevmediğimden değil. Çok fazla kişiyle seyehat etmenin zorluğunu daha bir önceki seyehatten görmemdi. Saat 3:45 olduğunda Gülfem hariç herkes aşağıdaydı. Herzamanki gibi Gülfem’i on dakka bekledik. Yetişmek için 35 dakikamız vardı ki zaten bunun en az on dakikası bilet almayla geçecekti. Zar zor koşa koşa yetiştik tren garına ve yavaş görevliye rağmen trenimize bindik. Polonya’da gece yolculuğu yapmak riskli. Ne zaman ne olacağı belli olmuyor. Biraz sohbet ettikten sonra herkesin göz kapakları kapanmaya başladı. Ben de biraz uyudum. Varşova’ya geldiğimizde transfer yapacağımız treni sorduk herkese. Binmemiz gereken tren on dakika geldi ama dolu geldi. Keşke gelmeseydi. O kadar doluydu ki sabahın altısında sadece bir saatlik uyku ile 4 saatlik tren yolculuğunu ayakta geçirmek istemiyordum. Çok doluydu ve bazıları yerde oturuyordu. Biz de yerde oturmak istedik ki dört saati ayakta geçirmektense yerde kirlenmek daha mantıklı geldi. Aralara oturduk ve insanlar tuvalete gitmek için arka vagona geçmeye çalıştıklarında ayağa kalktık. O kadar sinirlendik ki bir ara bu ülkeyi nasıl olur da Avrupa Birliği’ne alırlar diye söylendik. İşin ilginci, dört saatlik tren yolculuğunda her beş dakikada bir kişi tuvalete gitmek için bizi ayağa kaldırtıyor, müzik dinlediğimizi gördüklerinde ise dürtüyorlardı. En komik olaylardan biri de Kadir ile Ali’nin tuvaletin bulunduğu vagonda, tam da tuvaletin yanında yere yatmalarıydı. Adamlar yatmak için tuvaletin önünü seçmişler, her kapı açıldığında içerdeki iğrenç koku onlara geliyormuş :/ Adamlar bildiğin, yere yatmışlar. Herkesin üstünden geçtiği hatta tuvaletten çıkanların da kullandığı zeminden :/ Krakow’a vardığımızda uykusuz ve aç bir haldeydik. Tren istasyonu ile Galeria Krakow bağlantılıydı. Galeria’dan çıkıp yürüdükten sonra büyük bir meydana gittik. Atıştırmalık olarak hazırladığımız ekmek arası peynirlerimizi ve CarrefourSA’dan aldığımız içecekleri löp löp götürdük. Glowny Meydanı’ndan sonra Barbakan’a (Kale gözetleme kulesi) doğru yol aldık. Barbakan’da foto çekildikten sonra surlarla çevrilmiş Stare Miasta’ya girdik. İçeride fotolarımızı çekildik ve Krakow’un en ünlü merkezi meydanına vardık. En ünlü katedralinin önünde fotoğraf çekildik ve katedralden gelen trampet sesini dinledik. Trampetle çalınan müzik yarıda kesildi. Bu olayın tarihi bir nedeni var (Google it!) Meydanda çok fazla insan ve hünerlerini gösteren diğer insanlar vardı. Bir tanesi meydana giriş yapar yapmaz dikkatimi çekti. Kırmızı bir peçe giymiş kadın, elindeki sopa yardımıyla ayaklarını bağdaş yapmış bir şekilde havada asılı duruyordu. Tabiki ortada sihir falan yok ki zaten ipucunu biliyordum. Diğer dikkatimi çeken kişi de opera parçaları seslendiren babasının önünde durup ona eşlik eden küçük sarışın tatlı bir kızdı. Etrafları birden kalabalıklaştı ve bir de baktık herkes onları izliyor, para vermek isteyenler küçük kızın ününde bulunan demir vazoya demirlikler atıyordu. Ben de Betül’e iki zloty verdim, o da ekledi ve götürüp verdi. Gösteriyi bırakıp meydanın diğer bölümlerindeki yerlerde fotoğraf çekildik. Kadirlerden mesaj aldıktan sonra Wawel denilen yere doğru yürüdük. Yürüdüğümüz sokak yine en ünlü sokaklardan biri. Kalabalık nerde biz orda. Wawel’e vardığımızda büyük kale surları dikkatimizi çekti. Yokuş yukarı çıktık, gördüğümüz her güzel kareyi kaydetmek için bol bol fotoğraf çektik. Kalenin içine girmeden önce yan tarafta bulunan kalenin minyatürüne baktık. Kadirlerle mesajlaştıktan sonra yanımıza geldiler. Girişteki hediyelik eşya satan tablacılardan tek bir hediye aldım bizimkiler için. Kendileri bizden önce gelmişler ve üstünkörü gezmişler kaleyi. Biz de çok gezmedik, büyük bir katedralin içini gezdik ve dışarı çıktık. Katedralde espriler havada uçuştu 🙂 Dışarıda kalenin etrafını dolaştık. Aşağıda, surların altında kalan yürüme parkuruna – ki onlar buraya bulvar diyorlar – yürüdük. Bol bol foto çektik. Krakow’un simgesi şaha kalkmış bir ejderha. Parkurun üzerinde kocaman bir ejderha heykeli gördük. Ejderhanın ağzından her yirmi dakikada bir alev çıkıyordu. Geze geze ayak tabanlarmız ağrımaya başladı. Zaten dört saat resmen uykusuz ve ayakta geçirmiştik. Akarsuyun kenarındaki duvarda oturup biraz soluk aldık. O arada yine birbirimizin fotoğrafını çekiyorduk. Hatta çantalarımızı duvarın üstüne koyup onların da fotoğrafını çektik. Facebook’a ekleyip etiketleyecektik (Ne orjinal fikir ama! :/) Bulvardan sonra hediyelik eşya satan bir dükkana girdik. Hediyelikler de alındı ve karnımızın “Açsın olllooom” haykırışına çözüm bulmak için oturup yemek mekanı baktık. Büyük meydanda mutlaka uygun bir restoran buluruz dedik ve gittik. Daha sonradan fikrimizi değiştirdik ve uzakta bulunan bir alışveriş merkezine gittik. Yol uzun sürdü. Karnımızı doyurduk, şarjımı fulledim ve hostele gitmek üzere tekrar yola koyulduk. Otel çok daha uzaktaydı. Yürü yürü yürü… Sisli caddelerin içinden geçtik. O kadar çok sis vardı ki beş met ötesini göremiyorduk. Bir markete girdik ve sabah kahvaltı için atıştırmalık birşeyler aldık. Yola devam ettik, sonunda bulduk. Hostele girdik ve resepriyondaki adama yeriniz var mı diğer otelden burayı aradılar ve yeriniz olduğunu hatta ektra yatak bile atabileceğinizi söylediler dedik. Adam “Gün boyunca burdaydım ve kimse aramadı” dedi. Suratımızda ani bir şok etkisi belirdi. Nassı yanee! Adamla uzun bir süre konuştuk ve bize isterseniz tek yatağı iki kişi paylaşabilir dedi. Elimizde dört kişilik rezervasyon vardı ve altı kişiydik. İki yatakta ikişerli yatacaktık erkekler olarak. Adam daha sonra, altı kişilik odada bir kişinin olduğunu, dört yatağın bize ait olduğunu ve diğer kişinin de henüz gelmediğini söyledi. Ulaşmaya çalışıyorum ama ulaşamadım diye belirtti. Eğer adam gelmezse Kadir ile Ali o yatakta yatacaklardı. Kabul ettik ve bir sonraki durağımız olan Auschwitz’e nasıl gideceğimizi sorduk. Adam onu da uzun uzun anlattı ve artık yordun olan bizim yatağımıza gidip uyumamız gerekiyordu. Odaya girdik, içerde bir kız duruyordu. Bir iki gün önceden gelmiş ve buradaki son gecesiymiş. Üstümüzü değiştirdikten sonra doya doya uyuduk.
Sabahın kör saati olan 5’de kalktım. Gözlerimden hala uyku akıyor olması normaldi, işin ucunda yolculuk var. Bugünün diğerlerinden biraz farkı olmalıydı. Yarım saat sonra babamı da kral döşeğinden kaldırdıktan sonra havalimanı yolculuğuna hazırdım. Gidelim! Babamın normal olarak gördüğü şeyi, ergenlerde sıklıkla rastlanan “ıyyy” semptonuna yakalanmış halim kaldıramadı. O, yine terliklerini giymişti. Havalimanına gidene kadar tatlı tatlı sohbet, gülüşler… Her şey yolunda gidiyordu. Böyle olması gerekiyordu çünkü herhangi bir durumda pişman olmak istemiyordum. Havaalanında bir müddet bekledikten sonra Betül’ler geldi ve kısa bir aile tanışmasından sonra check-in merasimine geçtik. Günlerdir aklımıza takılan soru bagajımızın kaç kilo geleceğiydi. Korkulan olmadı, bagaj 19.1 kg geldi. Saçma bir sevinç oturdu içime. Fazla gelse ne olacaktı sanki. Her şey parayla! Bekleme bölümüne geçtik ve beklediğim gibi kraliçe anneler hemen kaynaştı. Babalar da benim üzerimden espri yapmaya başladılar. İçimden “Devam et, beni uzun süre göremeyeceksin ne de olsa” diyordum. Epey bir konuşmanın ardından uçuşa yarım saat kala güvenlik kapısına gitmek istediğimi söyledim. Ne kadar erken ayrılırlarsa o kadar iyi olacaktı. Benim için zor bir durum yoktu ortada. Sadece annemin üzülmesine üzülürdüm, ki o da üzülmedi. (umarım öyle olmuştur) Hayatımdaki en önemli kişiye doyasıya sarılamadan ülkeyi terkediyor olmak, erkek de olsam yine de gözlerinin dolmasına sebep olabiliyor. Ona sarılmanın, doyasıya öpmenin benim için en büyük manevi destek olduğunu biliyordum. Şuan bile bu yazıyı yazarken ona sarılamadığım için o kadar pişmanlık duyuyorum ki. Bir erkek için anne, hayatın yarısıdır. Benim için anne demek, cümlelere dökmeye çalıştığımda basit kalıyor ama, arkadaş ve sevgili demek…
Güvenlik aşmasını da geçip içimde yaşadığım üzücü dakikalardan sonra bomboş bir bekleyiş başladı. Oturduğumuz koltuklar piste bakıyordu ve o dakikalarda artık tek ayak üstünde duracağımı biliyordum. Nomore support, no more love… Tam karşıma, piste baktığımda, rüzgarı arkasına almış bir yelken gibi hissediyordum. Tamamı boşluk, beyaz, sessiz ve desteksiz. Uçağımız geldiğinde erasmus yavaş yavaş başlıyordu. Her şeyin sorunuz gideceğini biliyormuş havasıyla, kendine güvenen biriymiş gibi hissediyordum.
Uçağa binmeden önce başladığımız noktanın yerini belirlemek için bir fotoğraf çekip internete yükledim. Cam kenarına geçtim ve yanı başımda Betül oturdu. Onun ilk uçak deneyimi olacaktı, benimse daha önceden birçok kez vardı deneyimim. Uçakla yolculuk yapmayı sevdiğimi, kalkarken bedenimi koltuğa yapıştırmasını ve yutkunmamı bile engellemesini seviyordum. Antalya’ya uçuyorduk. Vardığımızda beni şaşırtan ilk şey hava alanının büyüklüğü oldu. Antalya’daki hava limanının bu kadar büyük olmasının nedenini bir süre sonra hemen kaptık. Antalya’nın, denizi olan küçük Berlin sandık. Dış hatlarda bu kadar sarışın insan görmek oldukça şaşırttı. Almanların bu kadar sarı olduğunu bilmezdim. Biraz vakit geçirdikten sonra atıştırmalık bir şeyler yedik ve Berlin uçuşuna 1 saat kala gatelerin bekleme odasına geçtik. Gittikçe kalabalıklaşan salonda yanımıza yaşlı bir türk çift oturdu. Bir müddet tatlı tatlı konuştuk. O kadar kibarlardı ki, kadına “Saçınız bok gibi olmuş” desem oturur ağlardı. Uçağa binerken Betül’e bu kez kendisinin cam kenarına oturmasını istedim. Gidene kadar, ara sıra müzik dinledik, konuştuk, Almanlarla alay ettik, uyuduk, uyandık… Bir ara, Betül’ün altımızda kalan ülke için “Şuan hava parçalı bulutlu” esprisi, ikimizi de gülme krizine sokmuştu. Berlin’e vardığımızda pilotun uçağı indirmeyeceği tuttu. Yağmur yağıyordu. Yağmurun olması bizim için iyi bir durum değildi çünkü Berlin’e indikten sonrası yoktu bizim planımızda. Polskibus’lardan birine binip direk Lodz’da olacaktık. Durum beklediğimiz gibi olmadı. Hava limanında yaklaşık iki saat yolunmayı bekleyen tavuk gibi oradan oraya gidiyor, Polonya’ya nasıl geçeceğimizi öğrenmeye çalışıyorduk. Çıkıştaki minibüslerin Polonya’ya gittiklerini öğrendik ve işin aslını daha iyi öğrenebilmek için yanlarına gittik. Hiçbiri Lodz’a gitmiyordu. Gitse bile güvenli bir yolculuk gibi de görünmüyordu. Bir ara “En azından Lodz’a yakın bir yere gitsek, orada mutlaka otobüs buluruz” diye düşündük. Lodz’a en yakın şehirler Varşova ve Poznan. Poznan’a gidecek olan minibüsü bizden önce gelenler kapmıştı. Şoförlere ingilizce soru sorduğumuzda ya adam gibi cevap veremiyorlardı ya da hiç ilgilenmiyorlardı. Bir şoför ile konuştuk. Poznan’a gidecek olan minibüs için “Ne zaman geleceğini bilmiyorum… Belki 1 belki 3 belki de 5-6 saat sonra gelir.” dedi. İşimizi şansa bırakamazdık.
Yağmur yağıyordu, hava soğuktu. Karşı taraftaki büfeden su almak istedik. Ellerimizde sırtımızda yüklerle yağmurun altında karşıya geçtik. Su almak istedik ama fiyatını gördükten sonra yutkunduk. O tükürük bile bize yeterdi o fiyatları gördükten sonra. Yanımızdaki adamların sesleri kulağımı cırmalıyordu. İstemeden de olsa dinledik. Önümüzde bulunan altı yedi Audi son model arabalardan bahsediyorlardı. Almanca bilmiyordum ama adamların bakışları arabalardan bahsettiklerini onaylıyordu. Üşümemek için içeriye girdik. Yorulmuştuk. Birden çaresizlik duygusu içime oturdu ve ne yapacağımı bilemedim. Bir banka oturduk ve sakin kafayla düşünmeye başladık. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Ailemi aradım ve Berlin’e indiğimizi haber verdim. Annemle konuştuğumda bana en son “Havaalanında vakit kaybetme” dedi. Kafama o anda bir şey dank etti. Haklıydı. Öyle boş boş bekleyemezdik. Karşımızda 25 yaşlarında güzel bir bayan görevli vardı. Polonya’ya geçmek istediğimizi ve Polskibus’ların olduğunu anlattım. O da bizi yukarı kattaki acentelere götürdü. Yürüyen merdivenlere kadar götürdükten sonra tekrar görev yerine döndü. Ajanslardan birine girip Polonya’ya gitmek istediğimizi anlattık. Almanlar iyi insanlar. Genç olan bir acente görevlisi bize bütün otobüslerin geçtiği ikinci büyük terminale gitmemizi önerdi ve otobüs-tren saatlerinin bulunduğu bir belgeyi yazıcıdan çıktı alıp nasıl gideceğimizi anlattı. Dosdoğru bize yardımcı olan yaşlı bir görevlinin yanına gittik. Bizi otobüse bindirdi. Çok yardımcı oldu, sağolsun 🙂 Otobüste de nerede inmemiz gerektiğini güzel bir Alman bayan sordum. Aynı durakta ineceğini anladık ve birlikte indik. Trene geçerken Betül’ün çantasını taşımasında yardımcı oldu. Bize nerede beklememiz gerektiğini söyledi. Zaten kendi trenine de ucu ucuna yetişti. Trende yine emin olmak için birilerine nerede ineceğimi sordum. Bu Almanlar iyi insanlar, hemen yardımcı oldular. Terminali bulana kadar yine yürüdük. Yağmur atıştırıyordu tabi ki. Hiçbir işimiz yolunda gitmiyordu zaten. Her işimizi zorlaya zorlaya halledebiliyorduk, hiç kolay değildi. Terminale vardığımızda biraz şaşırmıştım. “Bütün otobüslerin geçtiği yer bura mı lan?” dedim içimden. Harbiden de öyleydi. Adana’daki otobüs terminalinden daha küçük duruyordu. Dışarıdaki vezneye en yakın seferin kaçta olduğunu sorduk. Cevap 23:45. Saat: 17:30. O kadar saat gel de bekle o soğuk yerde. Neyse ki az da olsa sıcak olan kapalı bir yer yapmışlar yolcular için. Biraz düşündükten sonra bileti almaya karar verdik. Tekrar çantaları bavulları toplayıp vezneye gittik. Veznedeki bayan, biletimizi ayarlarken yan veznede bekleyen üç adamın türkçe konuştuğunu farkettik. Tabi bunu tek farkeden biz değildik. Veznedeki Alman da farketti. Bize dönüp on günlüğüne Türkiye’ye tatile gittiğini anlattı. Hatta tatil yaptığı yerdeki insanların “Nerelisin?” sorusuna “Berlin’denim” cevabının üstüne “Ooo… Little İstanbul” dediklerini bile anlattı. Neşemiz yerine gelmişti az da olsa bu şirin bayanın sayesinde. İçeriye tekrar geçtik ve beklemeye devam ettik. Tam karşımızda Türk iki genç duruyordu. Arada sırada bize bakıyorlardı. Karnımız acıktı, atıştırdık. Uykumuz geldi, o sert zemini olan banklarda uyuduk. Orada beklerken, dünyanın ne kadar büyük olduğunu bir kez daha net bir şekilde anladım. Tek ayak üzerinde desteksiz de durabileceğimi anladım. Otobüsümüzün kalkacağı perona 15 dakika önceden gittik ve biraz soğukta bekledik. Harbiden de soğuktu yani. Otobüs geldiğinde “Bu mu lan otobüs?” dedim. Ne bileyim, biraz daha lüks bir şey bekliyordum, ne de olsa 50 euro vermiştik. Otobüs güzergahı Berlin – Opole – Lodz’du ve 11 saat sürüyordu. Sanırım biz benzine verdik bu parayı, lüks bizim neyimize, o saatten sonra. Bilet bulduğumuza şükrediyorduk. İsteyen istediği yere oturduğu için biz de en arkada iki orta yaşlı kadının yanına oturduk. İkişerli koltuklara, çoğunluğu kadınlar olmak üzere, yayıla yayıla oturmuşlardı. Hatta bazıları yatıyordu. En arkaya, pencerenin yanına ben geçtim. Betül de hemen yanımdaydı. Geceyi, yanımızdaki kızıl saçlı, İngilizce bilmeyen, arada sırada bize bakıp gülen bir kadın oturuyordu. Onun yanında da sarışın bir başka kadın. Kızıl saçlı olan, 4 saat sonra bilmediğimiz bir yerde indi. Sarışın olan Polonyalı kadın, ön taraftaki bir başka kadınla sohbet etmeye başladı. Gecenin kör ışığında öyle bir lehçe konuşuyorlardı ki leh olsam anlamazdım valla. Çok hızlıydı. Kadının sohbet arasında her şeye “Tak (Evet)” demesi ve o söyleyişi, ağaçkakan kuşunun duvarı delmesi gibi beynimizi deliyordu. Opole vardıktan sonra aktarma yaptık. Yaşlı, kızıl saçlı bir kadın, bizim yabancı olduğumuzu farketti ve bizle lehçe konuşmaya başladı. Kadına “Sorry” dememize rağmen lehçe konuşmaya devam etti. Bize almanca “Almanca biliyor musunuz?” diye sordu, bizim hayır cevabımızın üstüne tekrar lehçe konuşmaya başladı. Bu kez farklıydı. Beden dilini kullanarak lehçe konuşuyordu 🙂 Centra Centra diye yırtıyordu kendini. Biz de “tak tak (Lehçe’de Evet anlamında)” diyorduk. Otobüse binmemize rağmen kadın hala konuşmaya devam ediyordu. Arkadaki başka bir yaşlı amcamız kadının çırpınışını gördükten sonra yanımıza geldi ve “Spanish? Deutch? English?” dedi ve içimden “Ohh… Seçeneklerin arasında İngilizce de var” dedim. Amcam o yaşına kadar 3 dil öğrenmiş, helan olsun. Gideceğimiz yeri anlattık ve adam bize ineceğimiz yeri göstereceğini söyledi. İlk defa bir seyahatimiz gönül rahatlığıyla bitiyordu. Berlin’deki terminalde beklerken Kasia (mentörümüz)’e saat 10’da orada olacağımıza dair bir mail atmıştık. Fakat Lodz’a varış saatimiz 11’i bulmuştu. Yaşlı adam, yurda gidebilmenin en kolay ve uygun yolunun taksiye binmek olduğunu söyledi ve bizi taksiye bindirdi. Taksiyle giderken Kasia’yı taksicinin telefonundan aradık ve yurda gidiyor olduğumuzu söyledim. Yurda vardık ve hemen elimize bir iki belge tutuşturdular. Belgeleri doldurduktan sonra Kasia geldi ve kendisiyle tanıştık. Kız bizi bir saat beklediğini, az kalsın eve gideceğini söyledi. Biz de üzgün olduğumuzu belirttik. Anlayış gösterdi – ki göstermeliydi, bir buçuk günümüzü yolda geçirmiştik – ve yurt görevlisinden oda anahtarlarımızı aldık. Asansörle ilk önce üçüncü kata, Betül’ün odasını görmeye gittiler, ben de beşinci kata kendi eşyalarımı bırakmaya gittim. Kata vardığımda “Kötü ya” dedim içimden. Koridorun görüntüsü harbiden kötü, hala öyle. Odama gittim, içeriden ses geliyordu. İlk önce kapıyı çaldım sonra anahtarla kilidi açtım ki ne göreyim? İki tane erkek, üstleri soyunmuş bir vaziyette tam ben kapıyı açınca onlar üstlerini giyiniyormuş :O “Göğsümüzü traş ediyoruz, biraz bekleyebilir misin?” dedi kapıyı açan. “Ben de önemli değil, sadece eşyalarımı bırakacam” dedim ve eşyalarımı içeri bıraktım. Aşağıya, Betüllerin yanına gittim. Onların başına da aynı olay gelmiş. Bu kez kapıyı açan, Betül’ün kalacağı odaya erkenden gelen kızın boxerlı sevgilisi… Şok oldu kız tabi müslüman bir ülkeden gelince. Aşağıya indik ve durumları anlattık. Ayrıca Betül ve benim aynı dersleri aldığımızı, aynı bilgisayarı kullanmak zorunda olduğumuzu da belirttim. Bize biraz zaman verin dediler ve bekledik lobide. Müdüre, bizi yanına çağırdı ve odalarımızı değiştirdiler. Sekizinci katta iki çapraz oda verdi. Sekizinci kat yenileniyordu ve beşinci kata on basardı. Müdüre benim odamı gösterdiğinde “Çhoggiiiyiiyyaaa” dedim. Sonra da Betül’ün odasına gittik. Onun odası arka tarafa bakıyordu. Manzarası yoktu ama kesinlikle üçüncü ve beşinci katlardaki odalardan kat ve kat güzellerdi. Eşyalarımızı yerleştirdik, biraz atıştırdık ve uyumak için odalarımıza çekildik.
Şu sıralar bir yandan teknoloji bloglarını takip etmeye çalışıyor bir yandan da vize işlemlerimle uğraşıyorum. Son bir iki gündür de İpek ile uğraşıyorum. Yiğenim benim, cennetten bir parça resmen. Bugün ateşi vardı, şimdi içeride uyuyor. Arada sırada kontrol ediyorum.
Ankara’ya ne zaman gelsem bir yerlerde güneşte ayna gibi parlayan cam kuleler inşa ediliyor. Ankara’nın neden bu kadar gereksiz ve pahalı olduğunu her gelişimde söylüyorum. Geçen gün Panora’ya navigasyon cihazı almak için gittik. Gelmişken de ablam, Antalya’da gördüğü çakma bir çantanın gerçeğine bakmak için Vakko’ya girdi. Sosyete tarzı yerlerden hiç hoşlanmam. Bu yüzden içeriye pek girmedim. Vitrindeki ürünlere bile bakıldığında ürünlerin moda ile alakası olmadığını görülüyor. Ablamın düşüncesi de aynıydı. Biraz daha dolaştık ve birden kendimizi Burberry’de bulduk. Gösterişli bir mağazası vardı, diğerlerinden farklı olarak. Masada deri bir eldiven gördük ve gözümüz içinden sarkan etikete takıldı. Fiyatına baktık, baktık, baktık… O etikette 900 lira yazıyordu. Eldiveni bu kadar olan markanın çantası ne kadar olur diye merak ettik, keşke etmeseydik. Sokakta görsem pazarda alınmış diyeceğim çanta, 2800 liralık etikete sahipti. Bu markaları ayakta tutan, marka takıntılı, modadan anlamayan, fakirleri düşünmeyen, narsist, sayko insanlardan o anda nefret ettim. Paranın gözü kör olsun lafını biliriz ama bu sözde ince bir anlam var. Değerli, yani değeri olan bir şeyi satın alan paranın gözü kör olsun. Böyle saçma sapan gereksiz, değersiz ürünleri alan paranın değil. Aslında bir yönden de alsınlar diyorum, alsınlar ki paraları boşuna gitsin, ne de olsa parası olan akıllı diye bir durum yok.
Bugün Ankara şehir gezmesindeydik, Betül ile. Tabi buna saat 2’de karar verdik. O zamana kadar uyuyan ben, bir saat içerisinde hazırlanıp Kızılay’a Betül ile buluşmaya gitti. Kızılay’dan Tandoğan’a Anıtkabir’i gezmeye gittik. Ankara’da görülmesi gereken en anlamlı ve en güzel yer Anıtkabir’dir. Kabir’e giden yol bile gözüme o kadar güzel göründü ki… Tabi Anıtkabir’e gelir gelmez insanın içinde bir ülkücü kıpırdanmalar olur. Yukarıya, Aslanlı Yol’a gelene kadar bir çok turist gördük ve onlar bile etkilenmiş bir şekilde yürüyorlardı. Betül’ün Ankara’ya, dolayısıyla Anıtkabir’e ilk gelişi olduğu için devamlı onun fotolarını çektim. Şansımız yaver gitti ve askerlerin nöbet değişimlerini gördük. Aslanlı Yol’da fotoğraf çektik ve askerlerin diğer nöbet değişimlerini görmek için hızlıca hareket ettik. Askerler yerlerini devrederlerken herkes, ellerindeki kamera ve fotoğraf makinesiyle o anı kaydetmeye çalışıyordu. Saat 5’e gelmeseydi, müzeyi de gezecektik. Etrafta bir kaç iyi fotoğraflar çektikten sonra eve koyulduk.
Ankara gerçekten gereksiz pahalı bir şehir. Evlerin uçuk fiyatları, ulaşımın pahalı olması… Buna rağmen buradaki insanların hemen hemen hepsinin altında Mercedes, BMW, Volvo gibi arabalar var. Gerçekten bu kadar parayı hakettikleri gibi mi kazanıyorlar yoksa Ankara’da yaşamalarının bir nedeni mi var?
“İnsanlar değişir” gibi basit iki kelime ile başlamak istemezdim. Bugün karşılaştıklarım karşısında hayatın sürprizlerle dolu olduğunu, aynı zamanda bu sürprizlerin başkaları tarafından mükemmel bir gelişme olduğunu hissetmelerine seyirci oluyorum. Ufak şeylerden mutlu olabilen insanlardan bahsediyorum. Sevgili bulduklarında ya da sevdiği kişiyi bulduklarında, birden, dünyanın en mutlu insanı oluveriyorlar. Kendimde mi sorun var diye merak etmiyor değilim. Tek mutlu olamayan, doyumsuz, ben olamam.
Bakmakla görmek arasında büyük fark olduğu gibi görmek ve izlemek arasında da büyük bir fark var. İzlemek, gördüğünü anlamaya çalışmaktır. İnsanların bulundukları ortamda nasıl davrandıklarını anlamaya çalışıyoruz. Kulüplerde, ipsiz sapsız insanların toplanıp eğlenme amaçlı birbirini yediklerini, bu durumu aşan insanların da evlerinde, eşleriyle birlikte vakit geçirdiklerini görüyoruz. Yirmili yaşlardaki gençlerin kız arkadaş edinmeye çalıştığını, ortamları merak ettiklerini ve ortada hiç bir neden olmamasına rağmen içki içtiklerini görmekteyiz. “İçki içmek için bir neden mi gerekir?” sorusuna “Kola içmeyi seven bir kişinin bira, rakı içmesi, normal mi?” sorusunu verebiliriz. Kendimizi küçükken büyük, mutsuzken mutlu, başarısızken başarılı, parasızken paralı gösterme eğilimimiz hep vardı, var olacak da.
Doyumsuz olmamdan bahsediyordum. Hiçbir şeyin beni artık mutlu etmediğini anladım. İnsanı mutlu edebilecek en değerli şeyin sevgi olduğunu ve beni de ileride mutlu edebilecek tek şeyin bu olduğunu düşünürdüm. Yalan! “İnsan mutlu olmak için yaşar.” “Bütün o zorluklar gelecekte mutlu yaşamak içindir.” sözlerini geri teperek şu sözleri yazıyorum. Şuan olmak istediğim tek şey iş kolik olmak. Eğer insanlarımız bu güne yaşanabilir bir ortam bırakılmışsa, bizim de geleceğe yaşanabilir bir ortam hazırlamamız gerek.
Bana “birbirimizi ileriye götürebilecek insanlar” lazım. Bizim bir lobi kurmamız lazım. Ayakta tek başımıza durabilmemiz, başkalarına uzanabilmemiz, onlara yardım edebilmemiz gerek bir ağaç misali.
Bizim biz olmamız, birbirimizi haklı gördüğümüz anlarda desteklememiz, haksız gördüğümüz durumlarda da eleştirmemiz gerekir.
“Dostunu başkalarının yanında öv, baş başa kalınca yerin dibine sok.”
Etkilendim. Arkadaşlarımdan etkilendim resmen. Oysa onlar da en az benim kadar sıradandılar.
Boşlukta olan “yalnız” insandır.
Arkadaş Olmak İstemiştim
“Her gün olduğu gibi yine ders çalışıyordum. Arada sırada üniversiteye başlayan sınıf arkadaşlarımla buluşuyor, eğlenceli vakit geçirdikten sonra eve gelip tekrar ders çalışıyordum. Dershanedeki arkadaşlarım gayet eğlenceliydi ve bu eğlence ders çalışmamın yarattığı sıkıcılığı ortadan kaldırıyordu. Büyük sınava aylar kala, yabancı dizi izlemeye başladım. Sınava 3-4 ay kala olmaması gereken bir gelişmeydi bu. Ders çalıştıktan sonra direk diziyi izliyordum. Saatin kaç olduğu pek de önemli değildi izlemek için. Önemli olan izlenilen bölüm sayısıydı. Öğrencilikte alıştırılan bir özellikti bu aslında, sayı ile bir işi bitirmek. “500 soru çözdükten sonra ara verebilirsin.” gibi. Benim kafamda da her gün üçer bölüm izlemek geçiyordu, aslında öyle planlamıştım. Sınavlara kadar bütün sezonu bitirmiş olacaktım. Bazı günler gece saatin dördünde uyuduğumu, sabahın yedisinde kalıp dershaneye gittiğimi hatırlıyorum. Aslında beni diziye bağlayan bir şey vardı. Lüks içinde yaşayan normal insanların arasına karışan, kişiliği farklı bir adam. Beni etkileyen kesinlikle karakter değildi. Karakteri oynayan oyuncunun yüzü, bakışları ve hareketleriydi. Öylesine etkilenmişim ki bazen günde dört bölüm bile izleyebiliyordum. Oyuncuyu tamamen hafızama yerleştirmiştim, bakışları ezberimdeydi. Garip bir şey oldu. Bir sabah dershanenin önünde, kapıdan geçen 5-6 kişinin arasında kumral bir saçlı birini gördüm. Gece izlenen dizinin etkisiyle merak içinde kalakaldım. “Acaba yüzü de benziyor mu?”… Bir kaç gün sonra da başka bir yerde gördüm ve bunun ya bir algıda seçicilik ya da bir işaret olduğu kanaatine vardım. Kişileri aklımda betimler, ona uygun takma isimler bulurum. Bu kişinin lakabı kesinlikle “Pusula” olmalı dedim. Sana, hayatı düzgünken doğru yönü gösterecek, berbatken de yanlış yönü gösterecek kişiydi. Bir gün kütüphanede yalnız başına ders çalışıyorken gördüm. Kesinlikle tanışmalıydım çünkü kendimi bunalımda hissediyordum. Yalnız kalmıştım o ara, arkadaşlarımdan uzaktım. Tereddüt ede ede gittim ve yanına oturdum Bay Pusula’nın. Amacım sadece arkadaş olmaktı. Kim etkilendiği bir sanatçıya/karaktere benzeyen biriyle arkadaş olmak istemez ki? Yanına oturdum ve bir kaç basit soru sordum. Bilecekti çünkü kendi alanıydı. Bir müddet oturdum ve biraz daha yakından tanıyabilmek için yanında oturabilir miyim diye de sordum. Kitapları önceki oturduğum yerden aldım ve Pusula’nın yanına getirdim. Bir müddet sonra gitti zaten. İyi bir başlangıçtı bir arkadaş kazanmak için. Akşamları, ders bittikten sonra diziye devam ediliyordu. Sanki bir ödülmüş gibi beni ders çalışma konusunda gaza getiriyordu. Bir sabah Pusula’yı kantinde gördüm ve yanına oturdum. Sohbet etmek için yanlış kişiyi seçmişim izlenimine kapıldım kendi kendime. On on beş dakika sonra bazı istenmeyen arkadaşlar geldi ve sınavlar hakkında konuşmaya başladılar. Onun gözünde sadece ders çalışan biri izlenimine kapılmamak ve ben arkadaşlarla konuşurken kendi sıkılmasın diye Pusula’yı da konunun içine dahil ettim. Derslerle arası pek yoktu ya da bir derdi vardı sanki. Çok fazla konuşmadı ve bir neden bulup gitti. 1-0 yenilmiştim. Pusula’da farklı bir şey vardı. Olgun olmaya çalışan gençler vardır, sırtlarında deri ceket, ayaklarında Dexter olmazsa olmazlarıdır onların. Karşılıksız sevdikleri sevgililerini, ellerinde sigarayla, duvara yaslanarak düşünürler. Sırt çantaları yoktur, iki, bilemedin üç kitabı vardır ve elde taşınır. Çünkü çanta, bütün karizmanın içine etmektedir, adamı bozar. Bay Pusula’da da bunlar vardı ve kendini hemen belli ediyordu. Bir sevdiği vardı. Karşılıksız olduğu içtiği sigara paketinin içinde kalan bir iki sigaradan anlaşılıyordu. Onun bu tutumunu sevmiştim, belki ben de ona özenebilirdim. Boşluktayım sonuçta. Bay Pusula ile konuşabilmek için genellikle gittiği kütüphaneye ben de gidiyordum. Bir arkadaşı vardı ve devamlı birlikte takılıyorlardı. Bir arkadaş edinmenin zor bir adımı “kendini arkadaşının dostuna sevdirebilmek”. Evet, zordu, kendimi pek sevdirememiştim Bay Dürbün’e ama yapabileceğim başka bir şey yoktu. Kendimden nefret ettiğim bir şey bile yaptım o Dürbün yüzünden. Hiç mi hiç yakıştıramamıştım kendime. Kütüphanedeydik her zamanki gibi. Ben, o ve arkadaşı Dürbün. Bay Dürbün çapkın biriymiş, o gün söyledi Pusula. Bir kızı kesiyordu. Kız resmen ortadan ikiye ayrılmıştı. Aralarında, kızın yanına gidip ismini öğrenebilirsin öğrenemezsin tartışmasına girdiler. Ben de “arkadaşlarım için her şeyi yaparım” salaklığına “Ben yaparım” dedim. Söz ağızdan çıkmıştı. Gidip kızdan isimi ve hangi sınıfta olduğunu soracaktım. Ne kadar zor olabilirdi ki? Ne de olsa Bay Pusula’nın da ismini bu şekilde öğrenmiştim. Kızın yanına gittim yavaş yavaş. Oturdum ve bir soru sordum. Zor bir soru sormuştum zaman alsın da arada merak ettiğimiz bilgileri öğrenebileyim diye. İsmini öğrenebildim, okulunu da öğrendim, biraz daha konuşacaktım ki arkadaşı geldi ve gitmek zorunda kaldılar. Neyse ki ben gerekli bazı bilgileri edinmiştim. Bay Pusula ve Dürbün’ün yanına gittim ve öğrendiklerimi söyledim. Kendimi akılsız hissettim o an. Dershanenin her yıl olduğu gibi bu yıl da kampları vardı. Akşam sekizden on buçuğa kadar sürüyordu. Yalnız olduğum için her ders arasında onun bulunduğu kata gidiyor, kapısının önünde bekliyordum. O da geliyor ve aşağıya, kantine iniyorduk. Tabi Dürbün de vardı yanımızda her zaman olduğu gibi. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Yalnızlığım, çaresizliğimin sonucuydu. Bir gün, iki arkadaşın en sevdikleri bir hoca ile konuşurken yanlarına gittim. Hocanın bana söylediği ilk şey “o kızın adını öğrenmeye çalışan sen miydin?” dedi. O anda ruhum bedenimden ayrılmıştı. Benle alay ettikleri besbelli ortadaydı işte. Bunu söylerken yüzleri gülüyordu. Ben de “Evet” yanıtı verdim ve o gün hiç unutulmayacaklar listesine geçti. Boşluğun içinde geçen bir başka gün, en büyük darbeyi aldığım gündü. Bay Pusula’nın akşam saat sekiz gibi attığı mesajda “Artık seninle arkadaş olmak istemiyorum, şu ana kadar hiç sesimi çıkarmadım. Artık seninle görüşmek istemiyorum.” yazıyordu. Halbuki her şey normal görünüyordu, en azından bana geliyordu. Mesaj attım, cevap vermeyince aradım. Derdimi anlatmak için aramıştım ama hiçbir şey söyleyemedim. Donakalmak eylemini o anda anlamıştım. Ertesi gün dershaneden eve gidiyorken kendisini gördüm ve neden birden böyle bir şey oldu, bir yanlış yaptıysam özür dilerim bile dedim ama Bay Pusula bana “Artık senle arkadaş olmak istemiyorum, anlıyor musun?” diye sesini yükseltti bir kaç kere ve ben de o noktada durdum. Artık ipin koptuğu yerdeydik ikimiz de. Aslında ip kopmamıştı, kendi bıraktı. Öylece kendim ve kendimin arkadaşlığı ile kalakaldım. O günden sonra daha da yalnız kalmıştım ve kendimi hedefime kitledim. Arkadaşa ihtiyacım yoktu artık, olmasa da olur cinsten şeylerdendi arkadaşlık. Benimle kalan tek şey hedefim ve yalnızlığım olmuştu. Bazen, Pusula yazan yerlerin önünden geçerken o günleri hatırlarım ve kendime acırım. “Halbuki ben sadece arkadaş olmak istemiştim” sözünü hatırlar ve kendime daha çok acırdım. Dost kazığı denen olayı da öğrenmiş oldum. Daha sonra da “Dost”um olmadığını da anladım. İki günlük arkadaşlığı, yalnızlığımda yanımda olanı “Dostum” sandığımdan ona bazen “Dostum” derdim…”
“Daha önce kimseye anlatmamıştım…”
2008-2009
İyi değilim.
Yine yalnızlığımla kalakaldım öyle. Sabahın dörtlerine kadar bilgisayarın karşısında, nelerin olup bittiğini anlamaya çalışırken buluyorum. İnsanların ne yaptıkları umurumda değil, gündemden bir haber olmamak için Facebook gibi yüzyılın en büyük tuzağına düşüyorum. Facebook zımbırtısı gerçekten de zaman öldüren bir araç. Bütün insanları ekrana kilitliyor ve onları bir “zaman tüneli” içerisinde kaybolmalarını sağlıyor. Alışveriş merkezlerinde insanların akşam olduğunu hissetmemeleri için ışık ve ses izolasyonunun yapılması, AVM’lerin hiç bir tarafında saat konulmaması gibi Facebook da kullanıcıyı içeride tutmaya çalışıyor. Alternatif internet sitelerine de artık “Facebook ile giriş” “Twitter ile giriş” butonları eklenmiş, insanların bilgilerini Facebook ve Twitter gibi büyük bilgi depolarından çekmeye çalışıyorlar. Peki F&T’nin bundan kazancı ne? Kullanıcıları kendilerine üye yapmaya zorlama ve alternatif sitelerde yapılan analizleri kendi veritabanına eklemek. Size şunu söyleseler yapar mıydınız?
Her gün iki saat süren bir anketimiz var. Bu ankette, hoşlandığınız şeyleri değerlendirmenizi istiyoruz.
İnsan istemediği şeyi yapmak istemez, o yüzden Facebook’ta “dislike” butonu yoktur. Hep psikolojik olarak olumlu düşünmeye zorlarlar insanı. Olumsuz şeyleri düşünmelerini engellerler (izolasyon) sadece hoşlarına gidecek bilgileri, komik yazıları okumayı seçer. Aslında bazen bu durum kullanıcıların da işine gelir. Yaşamın o denli zorluklarını gün boyunca yaşamışken neden bir de evde sevmediğim şeyleri yapayım ki?
Tabi ki kimse her gün bir ekranın karşısına geçir ev ödevi misali anketleri doldurmak istemez. İşte F&T’nin arkasında yatan “süzgeç” bu. Ne kadar çok düzenli/istikrarlı bilgi o kadar kesin veriler. Hele de 600-700 milyon kullanıcın varsa ve bu kullanıcıların %60’ı her gün kullanıyorsa işte o zaman dünyada şu zamana kadar yapılan en büyük veri tabanına sahip olmuş oluruz. Tabi biz olmuyoruz, onlar oluyor. FBI ve CIA’den daha fazla bilgiye sahip olabilirler. En azından yakalamak istedikleri kişilerin ne tür davranışları sergileyeceğini bu süzgeçlerden elde edilen psikolojik sonuçlarla önceden öğrenebiliriz.
Sonuç olarak F&T gibi sosyal medya hesaplarını fazla kullanmayın. En azından Facebook’u çok fazla kullanmayalım. Hem vaktimizin aslında bize yetecek kadar olduğunu farkeder, hem de sosyal medyanın başrolünü oynadığını sanan Facebook’un emellerine alet olmamış oluruz. Bence Facebook’tan daha yararlı Sosyal Medya siteleri var.
Şimdilik düşüncelerim bunlar. Belki git gide değişir ama şuan ki bakış açıma göre durum böyle.
Bugün biraz sıkıntıdaydım. Bir yandan henüz almadığım uçak bileti pahalı olacak diye düşünürken bir yandan da pasaportu, vizeyi ne zaman alacağımı düşünüyorum. Pasapost işi kolay gibi görünüyor ama vizede herhangi bir sorun çıkması durumunda Ankara’dan Adana’ya tekrar gelmem gerekebilir. Vize tarihimi uçak bileti aldığım tarihten geç verirlerse yanarım. Eğer vize sonucu geç açıklanırsa bu kez uçak bileti cebimi yakar. İşte böyle saçma sapan ikilemlerin arasında kaldım.
Almanya’ya direk giriş yapabiliyormuşum, daha yeni öğrendim. Gözde’den Markus haberi geldi. Sanırım Markus’un yanında kalamayacağım. Gözde’nin bulunduğu yurtta kalabiliyorum. Yatak sıkıntısı varmış ama aslında o benim için bir sıkıntı olamaz. Önemli olan yatakta yatmam değil, kendimi güvende hissetmem. Eşyalarımı üst üste koyar yine yatarım, sorun değil. Zaten 5 gün kalacağım için Berlin’de çok da fazla sorun olmaz benim için. Eğer Gözde için bir sorun çıkarsa o zaman otomatik olarak benim için de sorun çıkmış oluyor. Bakalım, sabah ola hayrola…
Bugün foursquare ile ilgili iki görüşmem vardı. Birincisi Turgut Özal Bulvarı’nda bulunan Neşve Çay – Kahve Evi’nin sahibi Murat Tosmur ile, ikincisi ise Nehan’ın arkadaşı Nihan Çalıklı ileydi. İkisi de eğlenceli geçti. Çok keyif alarak sohbet ettiğim kişilerdi. Murat abi ile sanki normal bir arkadaşmışız gibi sohbet ettik. Aslında olması gereken de buydu. Hiç kimseyi kendime yabancı görmem. O yüzden herkes bana bir elektronun çekirdeğine yakın olduğu kadar yakın. Murat abi ile Neşve’nin mekanını satın aldık. Ona foursquare’nin işletmeler için ne kadar faydalı olduğunu anlattım. Daha sonrası da zaten kişisel konularla ilgiliydi. Bu arada Murat abi, ben gelir gelmez bir şeyler ısmarlamaya başladı. Ben hayır dedik sıra Murat abi bir şeyler istiyordu benim için. Ayvalık tostu, çay, su, Neşve Special, su, buzlu kahve… Hala da Yaklaşık 3 saat Murat abinin yanında kaldım. Daha sonra Nihan’la buluşmak için Kaktüs’e geçtim. Beni yaklaşık 45 dakika beklemişler. Nihan’ın yanında (sanırım) erkek arkadaşı da vardı. Epey bir sohbet ettik. Foursquare’nin faydalarını hiç bu kadar detaylı anlatmamıştım. Bazen ben bile foursquare’i anlatırken anlattıklarımdan etkileniyorum (hehe..). Nihan’lardan sonra IEEE’den arkadaşım Sami ve onun ev arkadaşı ile karşılaştım. Sohbet ede ede yürüdük Çingene’ye kadar. Sonra da geri döndük ve eve kadar yapayanlız yürüdüm her zamanki gibi.
Eve geldik de ne oldu. Geçtim bilgisayarın karşısına, foursquare’deki special resimlerini Foursquare Adana’ya ekledim. Sonra da bizimkiler gelir gelmez başladı bir erasmus sohbeti. Vizeyi napacaksın, pasaportu napacaksın… Bunun üzerine internetten araştırmaya başladık. Vize için ilk olarak başvuru formunu doldurmak gerekiyor. O formu bulana kadar anam ağladı, yanımdaydı zaten kendisi de. Sonunda buldum da doldurmaya başladım. Çok meşakkatli bir süreçmiş bu vize işlemi. Falanı da var filanı da var. Neyse ki çok fazla sorun çıkarmıyorlarmış. Göreceğiz!
Yarın, saat itibariyle bugün, sabah üniversiteye gidip pasaport ile ilgili belge/lerimi alacağım. Daha sonra babamın yanına gidip oradan da pasaport dairesine gideceğim. Babamın bir arkadaşı varmış, merak ettiğimiz soruları ona sorabilirmişiz. Sabah üniversiteden belgelerimi eksiksiz alabilirsem, yarın da pasaport işlemini halledebilirim. Zaten pazar günü ramazan bayramı, muhtemelen sonraki iki gün tatil olur. Çarşamba gününe vize için randevu alabilirim. Umarım herhangi bir sorun çıkmaz.
Ablamı, İpek’imi, İlker abimi çok özledim. Altı yedi aydır görümüyorum onları. Bu vize döneminde onlarda kalacağım bir süre. İpek’im, çok özledi seni dayın.
Bugün için Erasmus olayını bir kenara koydum. Erasmus’ta neler kaldı? Birincisi pasaport işlemleri, ikincisi banka hesabı ile hibe olayı, üçüncüsü de vize durumu. sonra da zaten uçak bileti almam gerekecek. Ne kadar erken halledersem o kadar avantajlı olacağım. Yarın Bremen’deki konferans için hocamın yanına gideceğim. Bana orada ihtiyacım olan bilgileri alacağım ve yolculuk ile ilgili sorularımı soracağım.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltı yapmam gerekiyor. Fitness’e gitmeden önce en geç 1-1.5 saat önce kahvaltı etmem gerekiyor. 11-12 gibi de fitnessta olacağım. Bu fitness işleri gerçekten aksatıyor. İki günde bir gitmen gerekiyor ve gittiğim günün ertesinde de her yerim ağrır bir şekilde ortalıkta dolaşıyorum, zombi gibi.
Dün gece saat dörde kadar kurstaki kelimeleri ezberlemeye çalıştım. Yaklaşık yüz tane kelime var ve hiç tekrar etmeden sanırım yarısından çoğunu kafama sokmuştum. Öğlen bir kalktım ki (öğrenci hali) puff… Kelimelerin bir tanesi bile akılda kalmamış. Zaten sınav zamanı da hep böyle oluyor. Çalıştıktan sonra okul yoluna çıkmadan önce duş alınca aklımdaki bütün bilgilerin silindiğini farketmiştim, bu da ona benzedi. İngilizce sınavından bahsedeyim. Öğlen 2-3 gibi gittim ve sınava girdim. Konuştuğumuz konular içerisindeki kilit kelimeleri söyleyemediğim için çıldırdım. Normalde konuştuğum şekilde bile konuşamadım. En büyük eksiğimin bir tanesi konu hakkında bilgim olmaması, diğer büyük eksikliğim de spesifik kelimeleri ve bağlaçları kullanamamam oldu. Zaten herkesteki sorun bu. İkinci bir dile başlarsam bu sorunu giderebileceğimi düşünüyorum. Almanca? Rusça? Lehçe? Lehçeyi gitmeden öğrenmem gerektiğini biliyorum. Bu yüzden ilk önce ondan başlayacağım. Zamanım az ve tempoyu yakalamam gerek. Bir yandan Erasmus işlemleri, diğer yandan İngilizce sınavı, fitness derken haftam tamamen doluyor zaten. Halbuki ben, bol bol kitap okuyabileceğim, internette nelerin olup bittiğini takip edebileceğim, fotoğrafçılık ile uğraşabileceğim, ekstradan bir program öğrenebileceğim bir yaz istiyordum. Peki ne oldu? Organizasyon şirketinde üç hafta çalıştım, yaz okuluna gittim, proje hazırladım, fitness’a yazıldım ve boş zaman harcadım. Belki de hala harcıyorum.
Boş zaman harcamak istemiyorum. Çalışmak istiyorum, öğrenmek istiyorum. İster gönüllü bir işte olsun, ister paralı bir işte. Bilgi kazanırken aynı zamanda arkadaş da kazanmak istiyorum. Arkadaşlarım olmadan bir hiçim.
Adana’da olmasını istediğim bir olay var. Sosyal Medya’nın gücünü kullanarak işletmelerin daha aktif olmasını istiyorum. Türkiye’nin durumu ortada, kriz her kapıda. Fakat şöyle bir durum var. İnsanlar artık evlerinden çıkmıyorlar, daha doğrusu çıkamıyorlar. Nedeni iş koşulları. Herkes geç saate kadar çalışıyor. Dolayısıyla iş karmaşasından uzaklaşmak için insan dışarıda gezmek yerine evinde eşiyle çocuğuyla vakit geçirmek istiyor. Peki bunun Sosyal Medya ve işletmelerle ne ilgisi var? Çalışan kişi, evine geldiği zaman yemek yemek gibi temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra direkt internetin başına geçiyor. Bilgisayarın karşısında hem internette olup bitenleri öğreniyor, o arada da ailesiyle sohbet ediyor (Multitasking). Sosyal Medya bu anda devreye giriyor. Kişi, internette dolaşırken Twitter’daki bir iletide gördüğü indirim çok cazip geliyor ve ertesi gün o indirimden yararlanıyor. Bundan yaklaşık 10 yıl önce insanlar sokaklarda dolaştığından, vitrinlerde yazan kocaman indirimlerin görülmemesi imkansızdı. Şuan ise durum tam tersi. Kimse yorgunluktan dışarı çıkamıyor ki! Ne varsa internette var. “Gözümle görmeden almam” diyen insanlar bile artık alışveriş sitelerinden sipariş veriyor. Bir işletmecinin yerinde olsam ne yapardım? İlk önce bir Facebook sayfası açar tanıdığım herkesin beğenmesini sağlardım. Daha sonra bu sayfayı Twitter hesabı ile birleştirerek bir taşla iki kuş vururdum. Sadece bunlar mı? Tabi ki değil. Foursquare denen mükemmel bir uygulama var. Foursquare’i kullanarak kendi mekanımı satın alır ve lokasyon bazlı pazarlamaya geçiş yapardım. Düşünsene, sadece bilgisayar sayesinde bin kilometre ötedeki insanlar bile benim indirimimden haberi oluyor. Sadece tek bir tık ile yüz binlerce kişiye seslenebiliyorum. Hani insanlar interneti hergün kullanmıyor olsa hadi neyse, işe yaramıyor diyebilirdik. Durum öyle değil işte. Ben bir Sosyal Medya hayranıyım. Sosyal Medya’nın fotoğraf paylaşma, chat yapma, yazılar yazma olayına hayran değilim. Sosyal Medya’nın hayran olduğum tek özelliği kitleye hitap edip kolaylıkla pazarlama yapabilmesi. Bunun ile ilgili daha fazla şeyler yazmayı istiyorum.
Sanırım bugün için bu kadarı yeter. Uyku vaktimi erkene çektim. Artık geceleri dörtlere kadar zaman harcamak yok.
Polonya için atılması gereken adımların yaklaşık yüzde otuzunun bitmiş olduğunu düşünüyorum. İnternette doğru yanlış bütün erasmus konularını okumaya çalışıyorum. Şuan saat gecenin ikisi ama ben hala birşeyler öğrenmeye çalışıyorum. Pazartesi günü ingilizce kursumun kur sınavı var. Yarın, hatta saat itibariyle bugün, sabah erkenden kalkıp çalışmam gerekiyor.
Polonya’ya gitmeden önce yapılması gereken işlemlerden, daha doğrusu Türkiye’de yapılması gereken işlemlerden biri olan pasaport alma ve vize alma ile ilgili detaylı bilgiler öğrendim. Pazartesi ya da salı günü üniversiteye gidip sormak istediğim bütün kıl soruları uluslararası ofise sormayı planlıyorum. Şuan hala araştırma aşamasındayım ve araştırmaya da devam ediyorum.
Tarih konusunda kafamda bazı soru(n)lar var. Bunlardan bir tanesi vizeyi aldıktan sonra uçak biletimi nereye alacağım sorusu. Eylül ayının 17-18’inde Almanya’daki Bremen şehrinde bir konferansım var. İşin ilginci, lehçe öğrenmek için başvurduğum 13-14 günlük kurs (Intensive Polish Language and Culture Course – IPLCC) tam da 17’sinde başlıyor. Konu ile ilgili Polonya’daki dışılişkiler ofisine mail attım ve aldığım cevap beni pek tatmin etmedi. Cevapta,
“I understand that it is important to you, but I regret to inform you that you might have to resign if you will not be able to join the course on the 17th September. In the previous semesters, when students joined the course late, it was very inconvenient for the teachers and this year, they have requested to strictly stick to the beginning date.”
yazıyordu. Görevli “resmen ya onu seç ya da bunu” dermişcesine cevap yazmış. Orada bulunmam geleceğim için önemli. IPLCC’nin aciliyeti yok fakat ben 18’inde Polonya’ya döndüğümde tek başıma ne yapacağım, onu merak ediyorum. Eğer IPLCC’deki hocalar “Tamam, önemli değil, nolacak” derlerse kendimi şanslı hissedeceğim. Durumu anlatırken bunun bir hayır işi olduğunu üstüne basa basa belirtmem gerekecek.
Yavaş yavaş kafamda nereden nereye gidileceği ile ilgili fikirler oturmaya başladı. Öncelikle şuan Berlin’de olan arkadaşım Gözde’nin yanına gideceğim. Daha sonra eşyalarımın bazılarını oraya bıraktıktan sonra yakınlardaki şehirlere gitmeyi planlıyorum. Gözde ile bunları tam anlamıyla konuşmadım fakat onun düşüncelerinin de benimkiyle paralel olduğunu düşünüyorum. Umarım onun için olumsuz bir durum yoktur ve planlayacağımız bütün her adım yerinde ve zamanında olur.
Aklıma takılan bir başka konu ise, Polonya’nın soğuğu ve orada giymem gereken elbiselerin türleri… Doğal olarak bunları düşünüyorum çünkü hayatımda hiç soğuk bir şehirde uzun bir süre, kışı yaşamamıştım. Bavuluma çok fazla koyacak eşyam olmayacağını düşünüyorum tabi bunu annemin “Şunları koy!” emirlerini göze almadan söylüyorum. Bir de anne faktörü var tabi. Evladını gavur ellere, uzun bir dönem için gönderiyor. Gerçi bir sorun olsa bile Türkiye’ye 3-3.5 saatte dönebilirim.
Gitmeden önce düşündüğüm bir başka şey ise internetin olup olmaması, eğer varsa da hızlı olup olmaması. İnternet benim dış dünyaya açılan bir kapım. Dolayısıyla ailemle ve Türkiye’deki arkadaşlarımla iletişim halinde olmam gerekecek. Bu yüzden de internet benim elim kolum olacak. Bir de mobil internet sorunu var ki onu nasıl halledeceğimi bilmiyorum. Mutlaka orada bir GSM hattı alacağım fakat internet durumu ne olacak orası muamma. “Hele bir gidelim de…”
Sanırım şimdilik düşündüklerim bu kadar. Bir sonraki günler, işler biraz daha netleşecek ve netleştikçe heyecan biraz daha artacak. Umarım Erasmus Programı ile ilgili düşüncelerimi güncel olmasa bile her hafta yazabilirim. Diğer yazıda görüşmek üzere…
Adam aynı ben. Huyuyla suyuyla…