Eylül

22 Eylül 2016

Zaman, yapmam gerekenleri kağıda yazıp yazılanları takip etmememle geçiyor. Nasıl oluyor da bu işin sonunu getiremiyorum, anlamıyorum. Kafam belirli belirsiz şeylere takılıp kalıyor sanki. Belki de nedeni geçiş döneminde olmamdır.

İngilizceyi hayatıma entegre etmiş olmama rağmen hala karşıma bilmediğim kelimelerin çıkması şu aralar beni hayli bir düşündürüyor. İkinci dile başladım, onda ilerlemeyi düşünüyordum ama önce şu İngilizceyi bir ilerletmem gerekiyor. Kitap okumam lazım aslında. Bilgisayarımdaki kitapları okusam benim için yeter de artar bile.

Şu aralar yaptığım şeyler sıradan olduğu için anlatmamı gerektiren konular olmuyor. O yüzden bu yazıyı kısa tutuyorum.

Ağustos

26 Ağustos 2016

Bu ay içinde yazmak istediğim bir olay yok. Artık uzun uzun yazmak gerçekten zaman kaybı gibi geliyor. Önceden yapmaktan az da olsa zevk aldığım şeyler artık canımı sıkmaya başlıyor. Bu ay içinde yaşanan olaylardan bir kaç tanesini yazayım. Başvurular devam ediyor, moral bozuk. Bazı şeyler için çok geç kaldığımı düşünüyorum. Bir arkadaşım İstanbul’a geldi, aynı evde kaldık, gezdik, fazlasıyla fotoğraf çekildik. Çocukluk dönemimde çok yakın olduğum iki kızdan birinin annesi kanser yüzünden hayatını kaybetti. Enişteme iPhone ve bilgisayar aldık, arada sırada onun yanına gidip ufak tefek şeyler öğretiyorum. Bazen Pendik’te oturan doktor arkadaşım ve sevgilisiyle buluşuyoruz.

Temmuz

16 Temmuz 2016

Bugün belki de ülke için garip anların yaşandığı bir gün oldu.

Akşam her zamanki gibi bilgisayarın başındaydım. Gece yarısına doğru Whatsapp’tan bir bildirim geldi. Göz ucuyla şöyle bir baktım. Mesajı atan annemdi. Mesajda annem “darbe oluyor, televizyonu aç” diye yazmış. Darbe mi? Ne darbesi? Hemen yan odadaki kuzenimin yanına gittim ve darbe olduğunu, televizyonu açmamız gerektiğini söyledim. Ntv’yi açtık ve harbiden darbe olduğunu öğrendik. Oha, darbe yapıyorlar dedim içimden. Kuzenim de pek sevinmişti, cumhurbaşkanını sevmiyordu. O yaşına rağmen hala nasıl oluyor da darbe yapıldığına sevinebiliyor bilmiyorum. Zaten biraz zaman geçtikten sonra şaka yapmış gibi davrandı. Hemen ertesi gün de olumlu sonuç çıkabilme şansı olan bir iş görüşmem vardı. Tüh, şansa bak! Tabi o anda insan ne düşündüğünü anlayamıyor. İlk başta “eyvah, gittik” dedim. “Hemen sokağa çıkma yasağı ilan edilir, ülkece batarız” dedim. Çok endişeliydim, ülkenin gidişatı resmen değişecekti. Başka isterse A. Hitler olsun, darbe olayı iyi değildi. Bilgisayarımı odamdan getirdim, bir yandan haberleri izlerken diğer yandan internette yazılanlara bakıyordum. Şok üstüne şok oldum. Haber kanalları Cumhurbaşkanı ile telekonferans özelliği ile konuşuyorlardı. Yani rehin falan alınmamıştı. Hemen TRT’yi açtık. Ekranda beti benzi atmış, yüzü bembeyaz olmuş bir kadın kameranın arkasında yazılan yazıları okuyor. Kadın o kadar çok korkmuş ki alnından terler akıyordu, o kadar fondöten sürmelerine rağmen. Tehdit etmiş olabilirlerdi. Bir ara “sabahtan itibaren sokağa çıkma yasağı” cümlesini duyunca “eyvah” dedim. Evde de hiçbir şey yoktu. Kuzenime söylemiştim o kadar gidip bir şeyler alalım diye. Aç aç oturacaktık günlerce. Aklıma hemen suların, elektriklerin kesilebileceği düşüncesi geldi ve telefonumu bilgisayarımı şarja taktım, mutfaktaki su bidonlarına içmediğimiz çeşme suyundan doldurduk. Korkuya bak! Haberlere göre İstanbul’daki köprüleri asker tanklarla kapatmış. Ayrıca İstanbul üzerinde savaş uçağı geziyormuş. Biz bir ara duymadık. Ta ki çok şiddetli bir ses duyana kadar. Öyle bir sesti ki camlar neredeyse patlayacaktı. Bir yere bomba attılar herhalde dedim. Sonra farkettik de savaş uçağıymış, ses hızını açınca öyle ses çıkarıyor. Neredeyse sabaha kadar uçtu havada. Bir ara ses kaydını alayım dedim, aldım ama ilkinden eser yok tabi o kayıtta. Birkaç saat sonra bu darbe olayının başarısız bir girişim olduğu ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı o kadar çok korkmuştu ki halka “sokağa çıkın” talimatı verdi. Nasıl çıkalım o korkuyla. Başımıza ne geleceği bile belli değil. Anam yok babam yok yanımda, başıma bir şey gelse ne olur? Neyse, haberlerden izlediğimiz kadarıyla halkın bir kısmı sokağa çıkmış ve askerlerin önünde durmuş. İnternetten izlediğim kadarıyla askerlerin bazıları İstanbul’da Boğaziçi Köprüsü’nde sivillere ateş açmış. Ayrıca Ankara’da bir helikopter üzerinden de insanlara ateş açılmış. Çok yazık oldu, gerçekten. Yani orada daha gencecik erler var, komutanlarının zorlarıyla oraya gönderilmişler. Tabi sivillere ateş açanlara hiç acımıyorum, Allah onların belasını versin.

Saat beşe doğru uyumaya çalıştım. Belki de şu yaşıma kadar gördüğüm en tedirgin edici olaylar yaşandı. Allah ülkemin yardımcısı olsun. Bu güzel halk bunu kesinlikle haketmiyor.

Haziran

23 Haziran 2016

Sabah uyanmam gereken saatte kalktım. Duş aldıktan sonra takım elbisemi giydim, kahvaltı olarak bir kaç şey atıştırdım. Apartmandan çıkar çıkmaz ayağımda bir ağrı hissettim. Tataaaa, ayakkabı ayağıma vuruyor. Neyse dedim, az vuruyor, sonra acıya alışırım. Otobüse binmek için durağa geldim, tam otobüs geldi, “sanırım kartımda para yok” dedim. Yürümeye başladım. Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüme mesafesi ile Levent’e kadar gittim. Ama ayağım nasıl acıyor, nasıl acıyor. Resmen küfür ettim aldığım yere. Halbuki bir önceki gün bir sorun yoktu, her şey normaldi. Keşke yanıma yara bandı alsaydım da yapıştırsaydım. En azından sadece basınç hissederdim. Neyse öyle böyle metro durağına kadar gittim. Yürüyen merdivenlerden aşağı indim, takım elbiseli adamların ceketlerini de giydiklerini görünce içime bir dert oldu bu ceket. Hepsi sıcak olduğu için ceketlerini ellerinde tutuyordu. Ben sıcak olduğu için ceketimi almamıştım bile. “Umarım bir sorun yaratmaz” dedim kendi kendime. Biraz daha ilerledim, Allah Allah, herkesin ceketi ya kolunda ya elinde. Tövbe estağfurullah, bu ne? Neyse, kartıma para yükledim, metroya bindim. Maslak’ta indim. Kalabalığı takip edip yukarıya çıktım. Ayakkabı hala ayağıma vuruyor tabi. Ayağımın ön tarafı ile basmaya çalışıyorum ama nafile. Neyse telefonu açtım, gideceğim yere baktım. Yaklaşık beş yüz metre ötede gösteriyordu. Zar zor gittik. Bankanın önüne geldiğimde iki görevli bankamatiğin etrafını temizliyordu. Bankanın ne zaman açılacağını sordum. O da dokuzdan sonra dedi. Biraz etrafta oyalandım. Meğer adam banka şubesini söylüyormuş. Bir yığın insan önümden geçtikten sonra farkettim, genel müdürlüğün girişinin yan tarafta olduğunu. Neyse, içeri gidip resepsiyona grup mülakatı için geldiğimi söyledim. Bana bir giriş kartı verdi ve biraz beklememi söyledi. Yanımda bir bayan daha vardı. Muhtemelen o da grup mülakatına girecekti. Resepsiyona “mülakat dokuzda başlayıp on iki buçukta bitiyor, o kadar sürüyor mu?” diye sordum. O da “yaklaşık on gibi başlar, bir buçuk, iki saate biter zaten” dedi. Neyse oturup bekledim. Başkaları da geldi benden sonra, onlar da yan taraftaki yerlere oturdular. Aralarında sadece bir erkek vardı, gerisi bayandı. Bir bayan, yanımda durdu, yer olmadığı için ayakta beklemeye başladı. Ben de kalktım kendi yerimi verdim, zaten on on beş dakika vardı. Kalktım dışarıda bekledim. Hava esiyordu hafiften. Oksijen almam iyi oldu aslında. Mülakata gelen erkek aday da hemen kapının önünde duruyor, biraz tedirgin duruyordu. Bense gayet rahat ve hazır gibiydim. Bir müddet sonra içerideki bayanlar kalktığını gördüm. Ben de içeriye girip onları takip ettim. Asansöre bindik. Asansörde “kaçıncı kattaymış?” diye sordum ve onlar da ikinci katta olduğunu söylediler. İkinci katta indik, bir kat daha aşağı inmemiz gerekiyormuş. Diğerlerinden önce atıldım ve en önden gittim. Bizi insan kaynaklarından bir bayan karşıladı. İlk elini sıkan bendim (sanki büyük bir şeymiş gibi 🙂 ) Kat numaramızı sordu, bize gönderdikleri emailde varmış. Allahtan aklımda kalmış da hemen söyledim. Geçtim oturdum koltuklardan birine. Erkek olan arkadaşı diğer gruba aldılar. Toplamda sekiz kişilik bir gruptu ve grubu ikiye ayırdılar. Öyle olması daha iyiydi bizim için. Yoksa her kafadan bir ses çıksa iyi olmazdı. Neyse, gruptakilerden sadece ben varım erkek olan. İki bayan geldi içeri, insan kaynaklarındanmış. Biri bizim başvurduğumuz yönetici adaylarından bir tanesiymiş. Ellerindeki özgeçmişlerden bizim bilgilerimize bakıyor, bir yandan da o kişinin kendisini anlatışını dinliyorlardı. En sonra ben vardım. Arkadaşlardan bir tanesi Odtü’lü, diğeri Boğaziçi’li, bir diğeri de Hacettepe’liydi. Ama hepsi yeni mezun ya da bu yaz mezun olacaklardı. İşin ilginci, hepsi farklı mesleklerden. Mesela Odtü’lü olan siyasal bilimler (tam hatırlamıyorum aslında) okumuş. Boğaziçi’li olan fizik, Hacettepe’li olan da kimya. Ya diyorsun, bu insanlar yanlış ilana mı başvurmuş. Hani ben endüstri mühendisiyim. Bizim iş zaten yönetimle ilgili. Benim mesleğim normal de, diğerleri? Hani şuna da şaşırıyor insan, bu adayları mülakata çağıran da yine banka sorumluları. Bir bildikleri var herhalde dedim. Neyse. Adaylar kendilerini anlatırken gözüme çarpan bir durum oldu. Onlar kesinlikle bu iş için istekli değillerdi. Olsa da olur diye düşünüyorlar gibiydiler. Ama ben kesinlikle bu işi istiyordum. Hatta yanımdaki arkadaş, “aslında bankacılık hiç düşünmüyordum, nasıl oldu bilmiyorum ama sizin ilanınıza başvurdum” dedi. Ben şok. “Aslında ben bu işi istemiyordum, siz çağırdınız” demek gibi bir şey yani bu. Bu arkadaşı bir de İzmir’den çağırmışlar. İki kat şok. İçlerinden sadece diğer ikisi iyi gibiydi. Odtü’lü olan suskundu, Boğaziçi’li olan çok sakin konuşuyordu, ben hiç susmuyordum. Arada sırada onlara da hak tanıyordum tabi 🙂 Şaka bir yana onlara bıraksam hiç konuşmayacaklardı. Verilen örneği alıp okuduk. Yirmi dakika kadar düşündükten sonra başladık konuşmaya. İlk adım atan pastanın büyük payını alacaktı. Bil bakalım kim ilk konuştu? Ben! Hemen olayı özetledim, yapılması gerekleri sıraladım. Boğaziçi’li ilk başta benim sözümü kesmeye çalıştı ama daha sonra tekrar toparladım. Benim sonraki söyleceklerimin bir tanesini söyledi ve ben de hemen dikkati kendimde tekrar odakladım. Anlatmam gerekenlerin hepsini anlattım. Sonra diğerleri konuştu. Aslında şöyle olması gerekiyordu. Hepimiz eşit sürelerde konuşmalıydık fakat öyle olmadı. Sohbet havasında geçti. Son yirmi beş dakikada ben masadaki marker’ı aldım ve tahtada yapılması gerekenleri sıraladım. Yazarken aklıma başka düşünceler de geliyordu. Onları da söyledim. Onlar da başka düşüncelerini söyledi tahtaya ekledik. Sonra sunum yapmamız gerekiyordu. Masaya yaklaştım, “sen yap olmazsa” dediler. Bu söz, beni lider olarak seçtiklerinin kanıtıydı. Bence olay orada bitmişti. Ben resmen baskın gelmiştim. Yapılması gerekenlerin şemasını masaya, takım arkadaşlarıma doğru anlattım. Sanırım bir tek orada hata yaptım. Ama onlar da şöyle bir şey söylemediler: “sunumu bize yapacaksınız”. O yüzden ben de sanki masada, olaydaki kişiye anlatıyormuşum gibi anlattım. Geçip yerime oturdum. Keşke bir de “dinlediğiniz için teşekkürler” deseydim. Neyse, o da heyecandan oldu, söylemeyi unuttum. Elimize bir de değerlendirme formu verdiler. Soruları doldururken bazıları bitirip çıktı. En son çıkan ben olmak istiyordum. Son dakika insan kaynaklarından biri ile konuşmak biraz iyi gelebilir diye düşündüm. Şu uçak meselesini sordum.

“Bayram dolayısı ile Adana’ya dönmem gerekiyor. Bayramdan sonraki hafta içinde geri dönüyorum. Uçak bileti ayırttım. Bire bir mülakatlar o hafta içinde olursa uçak biletimi iptal ettirmek zorunda kalacağım. Tabi eğer o aşamaya geçersem (sanırım bu cümleyi üstüne basa basa söylemem gerekiyordu, sanki tamam ben bir sonraki aşamayı garantidim dermiş gibi hissettim, ama karşımdaki kişi nasıl hissetti bilmiyorum). Hatta email atarak da sordum” dedim. O da bana “bayramdan sonraki hafta, ilk iki gün bir değerlendirme yapacağız. Ona göre de bire bir mülakat için çağıracağız” dedi. Sonra gülerek teşekkür ettim ve iyi günler dedim.

Bankanın giriş kısmındaki turnikelerden geçtikten sonra kartımı verdim, kimliğimi aldım ve dışarı çıktım. Tam dış kapıdan da çıkıyordum ki o Odtü’lü arkadaşı gördüm. O da istemeye istemeye “aa merhaba” dedi. Beraber yürüdük, konuştuk. Kendinin pasif kaldığını ve söylediği bir cümleden pişman olduğunu söyledi. Metroyla Şişli’ye gidecekmiş. Birlikte aynı metroya bindik. Email adresini istedim, sonuçlar için. Levent’te indikten sonra kuzenime mesaj attım. Normalde mülakattan sonra onların yanına gitmem gerekiyordu. Ayakkabının çok vurduğunu ve eve gitmem gerektiğini söyledim. Eve gittim, bir şeyler atıştırdım ve onlara gitmek için yola çıktım. Son dakikada aklıma düşün terlik durumu yüzünden Levent’teki AVM’lere bakmaya gittim. Biraz gezdikten sonra otobüse bindim, kuzenin bana Whatsapp’ta yolladığı lokasyona yakın yerde indim. Kuzeni aradım, “ooo yanlış yerde inmişsin, çok yürüyeceksin, nehri geçeceksin” dedi. Bir yandan ayağım ağrıyor, bir yandan sıcak yürüye yürüye nehri geçtim. Sonra tekrar aradım. “Kur’an kursu var, cami var, onun arasından gir, uzun bir merdiven göreceksin, oradan çık” dedi. Yanlış aradan çıkmışım. Öyle bir yokuş ki sanırsın Ankara’nın Dikmen’i. Bir cami gördüm, park gördüm ve kuzeni aradım tekrardan. Merdivenlerden çık dedi, çıktım. Bir baktım market. Girip dondurma aldım, eli boş gidilmez sonuçta. Markette çalışanlara sordum, sitenin girişini, bana bir şeyler söyledi ayaküstü ama anlamadım. Çıkıp parka tekrar girdim ve teyzenin birine sordum. O da bana gösterdi sağolsun. Öyle böyle buldum apartmanı, kuzen de zaten çocuğu almış aşağı indirmişti. Apartmanın yanındaki çardağa geldik. Pöfür Pöfür esiyor ama. Biraz oturduk, çocuk top oynadı. Dondurmamızı yedik. Kuzen “burayı çok seviyorum, çok güzel” dedi. Ya görseniz apartman bloklarını, Adana’da daha iyileri var. Kendi de biliyor zaten. Sırf burası İstanbul olduğu için bundan iyisi çok pahalı olurmuş. Zaten yukarıdaki komşulardan bir tanesi evlerini dört yüz bin liraya satmış. Ulan buradaki evler eder mi o kadar diyorsun kendine. Ediyormuş demek ki. Yukarı çıktık, evi gördüm, küçücük. Ula ben teyzemlerin Akatlar’daki evlerine küçük diyordum, onların evi daha da küçük. Yetmiş-seksen metre kare anca var. Bu evi bir de dört yüz bin liraya satıyorlar ya, bir şey demiyorum. Kirada oturdukları için evin duvarları falan kötü. Ya biraz içim burkuldu aslında. Kuzenimin burada yaşadığına inanamadım. Daha iyisini hakediyordu. Neyse. Biraz vakit geçirdik, ben çocukla oynarken o yemek yaptı. Sağolsun ben geliyorum diye bir de lahmacun söylemiş dışarıdan. Bir tanesini yedim. Diğerini de yeğenime yedirmeye çalıştım ama yemedi. Çocuk çok hareketli ya. Allah kuzenimin yardımcısı olsun. Biz oturma odasında otururken evdeki topu aşağıya attı. Hep atarmış öyle. Bir de beşinci katta oturuyorlar. Babası da iner alırmış. Böyle çocuk mu olur diyorsun ama oluyormuş işte. Kuzenim de yazık, alışmış artık onun bu durumuna. Şu Mario’daki mantarlardan bir tane versek de hemen büyüse diyordum içimden 🙂 Kuzenin eşi geldi, onunla da uzun uzun sohbet ettik. Akşam diğer kuzenime iftara davetliydim. Birlikte yaşadığım erkek kuzenime mesaj attım. O da eve gidiyormuş, unutmuş gideceğimizi. Levent’te metrodan inip gidiyormuş eve. Sonra geri dönüp ablasıgile gitmiş metroyla. Bana da yeni haber veriyor, güya buluşacaktık. Kuzenlere Şişli’ye nasıl gidileceğini sordum. Onlar da bu saatte yetişemezsin, trafik vardır dediler ve beni araçla dördüncü Levent’teki metro durağına kadar götürdüler. Çok iyiler ya, Allah bizim bu halimizi bozmasın. Metroya binip Osmanbey’de indim. Erkek kuzenimin bana attığı lokasyona doğru yürüdüm. Cadde epey kalabalıktı. Çok hoşuma gitti. Yukarı doğru giderken ayağımın ağrısını bile hissetmemiştim. Evden çıkmadan önce her birine ikişer olmak üzere dört yara bandı ile bantlamıştım. Yolun kenarında at arabası ile kiraz satan birini gördüm. Baktım insanlar da alıyor, ben de aldım. Şimdi yemeğe davetliyiz ve elimiz boş gidilmez, değil mi? Bir kilo aldım ve yola devam ettim. Büyük kuzenimin oturduğu evin bulunduğu sokağa girdim. Televizyonlarda gördüğüm gibi bir sokaktı. Amsterdam’daki evler gibi yan yana dizilmiş iki-üç katlı apartmanlardan oluşuyordu. Lokasyondaki noktaya geldiğimde kuzeni aradım. O da pembe bir apartman olduğunu söyledi. Etrafıma bakıyorum, pembe bir apartman yok. Sonra “zemin katta, burada burada” diye bir ses durum. “Tamam, buldum” dedim. Apartmandan bir genç çıktı, ben girdim. Bir baktım, yanlış apartmana girmişim. Çıkıp diğerine girdim. Zemin kattaki kapının bir açıktı, beni kuzenim (ablam) ve eşi karşıladı. İçeride de erkek kuzenim vardı. Onların çocuğu da salonda televizyonun karşısında oturmuş oyun oynuyordu. Epey bir sohbet ettik. Ezan okunduğunda da yemeğin başına geçtik ve yemeğimizi afiyetle yedik. Çay, pasta, kiraz derken saat on buçuk oldu. Güzel bir ortamdı, çok hoşuma gitti. Evlerini beğenmiştim, yüksek tavanlı evleri oldum olası severim. Onların evi de küçüktü ama tavanlarının yüksek olması, evi büyük gösteriyordu. Mesela mutfakları çok küçüktü. Neredeyse banyo kadar mutfakları vardı. Maksimum bir kişi sığardı, biraz zorlasan iki kişi. Neyse, metroya binip Levent’te indik. Oradan eve kadar da yürüdük. Tabi benim ayak hala ağrıyor.

Benim için güzel bir gündü. Sanırım hayatımın en uzun günüydü. Üç farklı yerde üç farklı olayla karşılaştım. İstanbul böyle işte. Uçsuz bucaksız, farklı zorluklarla dolu. Bir de akşamları dışarı çıkabilseydik çok iyi olacaktı ama zamanla o da olur diye düşünüyorum. Benden şimdilik bu kadar.

Güncelleme: İş olmadı.

Haziran

22 Haziran 2016

Geçen haftasonu teyzemlerin yazlığına gittim, onlarda pazartesi öğleye kadar kaldım. Sağolsunlar bana eniştem kendi takımlarından bir tanesini verdi. Nazar değmesin, özellikle anne tarafımdaki akrabalarım çok ama çok iyiler. Takım elbiseyi denedim, üzerime oldu. Üstüne bir de eniştem özel dikilmiş bir gömlek verdi, onu da denedim üzerime oldu. Bir tane de bordo bir kravat verdi. “Görüşmede giyersin, ayakkabı ve kemer de senden” dediler. Çok teşekkür ettim o gün onlara. Çarşamba günü de ayakkabı aramaya çıktım dışarı. Hava sıcak. Sırf dışarı çıkıyorum diye o gün oruç tutmadım. Tutsaydım sanırım bayılırdım. Evden dışarı çıkmadan önce kahvaltı yapmama rağmen çok ama çok yorulmuştum. Oruçlu olsaydım ne olacaktı acep. İlk önce Levent’e gittim. Kanyon ve Özdilek’e gittim ayakkabı bakmak için. İki farklı ayakkabıya ihtiyacım vardı. Biri ertesi günkü mülakat için, diğeri de günlük hayatta giymek için. Ayakkabım çok eskimişti, ne zamandır almayı düşünüyordum. Dexter’ı Kanyon’da ya da Özdilek’te bulmayı umdum. Özdilek’te vardı, Ayakkabı Dünyası’nda. Numarasını sormadım, “iyi burada varmış” dedim ve oradan ayrıldım. Eve dönerken tekrar uğrayıp alabilirim dedim. Metroya bindim, Mecidiyeköy’e gittim. İnternetten o civarlarda çok fazla kunduracı olduğunu öğrendim ve telefona baka baka dükkanları bulmaya çalıştım. İlk girdiğim yerde bulamadım. Bir başkasına girdim, epey bir ayakkabı çeşidi vardı. Burada kesin bulurum dedim kendi kendime. Bir iki tane ayakkabı denedikten sonra bir tanesini beğendim. Adam ayakkabıyı eve gidince bir saat kadar giy, biraz açılsın dedi. kırk üç numara verdi, normalde kırkbeş giyiyorum ama. Orada denedim, ön taraftan ayağımı sıkmadı. “Deri olduğu için esneme yapar yanlardan. Eğer esnemezse bana getir, bir gün kalıpta bekleteyim” dedi. Adama güvenip aldım. İndirimdeydi de. Ayakkabıyı yüz yirmiye kredi kartı ile aldıktan sonra dosdoğru metro durağına doğru gittim. Yolun üstündeki Cevahir AVM’ye de bakayım dedim, Dexter için. Boyner’e girdim ama orada bulamadım. Fazla vakit kaybetmeden eve gitmek istedim. Metroya bindim, Levent’te indim. Özdilek’e tekrar girdim. Bu arada, Levent’teki metro çıkışları resmen labirent gibi. İnsan nereden çıkması gerektiğini karıştırıyor bazen. Bir iki kere yanlış yerden çıktım, birkaç kere de yanlış olduğunu sanıp doğru yerden çıktım. Karışık yani. İstanbul resmen insanlarla oyun oynuyor. Özdilek’teki Ayakkabı Dünyası’na gittim. Görevliye on buçuk numara giydiğimi söyledim. O da bana uygun ayakkabı numarasını bulmaya içeriye gitti. Bir tane getirdi, o oldu ama numarası küçüktü. Ama yine de oldu ilginç. Önceki ayakkabım da Dexter olmasına rağmen biri diğerinden küçüktü. Neyse, sonra aynı numaradaki ayakkabıyı istedim ama mağazalarında olmadığını ama istetebileceklerini söylediler. Bilgisayardan baktılar ki İstanbul şubelerinin hiçbirinde o numara yok. Ankara Kızılay’da varmış. Neyse dedim, ben kendim Adana’ya gidince bakarım artık. Benimle ilgilenen görevliye çok teşekkür ettikten sonra evin yolunu tuttum. Çok sıcaktı, yirmi dakika eve kadar yürüdüm o sıcakta. Eve geldim, biraz dinlendim, bilgisayara baktım. Kuzenim geldi, eniştemin paçasını yaptığı pantolonu bana verdi. Takım elbiseyi giydim, ayakkabıyı da denedim. Aynanın karşısına geçtim ve “komik lan bu durum” dedim kendime. Takım elbise tam olarak bana göre olmadığı için biraz bol duruyordu. Az sivri olan ayakkabı da beni Meksikalı gibi gösteriyordu. Bir de normal kot pantolon ile giyeyim dedim. Ona daha güzel durdu. Kuzenime Whatsapp’tan yazdım, hangisini giyeyim diye. O da “kumaş pantolonlu olanı giysen daha iyi olur” dedi. Bir bir buçuk saat kadar ayakkabı ile evde dolaştım. Grup mülakat ile ilgili uzun bir araştırma yaptım. Bir videoyu izledikten sonra kafamdaki soru işaretleri gitti. Gerekli gereksiz çoğu şeyi araştırdım. Saat 2’e doğru geliyordu. Kalktım gömleğimi ütüledim. Eşyalarımı hazırladım ve uyuyabilmek için yatağıma uzandım. Sıcağın ve heyecanın etkisiyle epey bir süre uyuyamadım. Sonunda gece saat üç gibi uyumuşum.

Haziran

4 Haziran 2016

Yesterday, I spent my whole time by sleeping as if i got sleep pills. My sleeping pattern is so messed up. I hate sleeping as most of people do. But it’s body issues, right? I have nothing to do all the livelong day. I am still unemployed, searching for the job in Istanbul. I haven’t find yet. Considering all these things I feel, it’s obviously normal there are sleepless nights. After this job issue falls into places, I’ll change many things radically. Yeah, i have plans to do after having a job. For instance, I’ll end up these sleepless nights. I’ll go fitness. There is no way to live without sports. This is what makes me alive. I’ll send for my road bike. Maybe it’s hard to get it, but at least i’ll need my folding bike. If you come to think about Istanbul’s slopes, it can be inconvenient to ride a bike. The first thing to do with my salary is, sending a bouquet to mom. She did everything i need. And second is to take my cousin to a good restaurant and make an order for a delicious dishes. Oh, I need load money on Istanbul Card. I love public transportation because i am sick of seeing cars everywhere. It should be limited to drive a car in the city center, as in Manhattan, NY.

I love writing & reading in English and i have to improve my speaking skill. So, there are many things to do.

Haziran

1 Haziran 2016

İstanbul’a geleli on ikinci gün olmuş. Bir çok şeyden uzaklaştım. Özellikle sevdiğim insanlardan, beni önemseyen kişilerden. Ama olsun, değişiklik iyidir, insanın farklı şeyleri görmesini sağlar.

Kuzenimle aram şu aralar normal. Durumu kritik, hiçbir şey yapmak istemiyor. Evde oturup bilgisayar oyun oynamaktan başka bir iş yapmıyor. Arada sırada ben de oyun oynuyorum ama onun kadar değil. Bu durumu değiştirmem gerek, onu bu durumdan kurtarmak istiyorum, her ne kadar o ben gayet mutluyum dese de. Dışarıda bir hayatın olduğunu resmen unutmuş. Kendinden kopmuş, insanlardan, özellikle kadınlardan nefret ediyor. Onun böyle davranmasının nedenini az çok biliyorum. Herhangi bir sevgili olayından değil, insanların ona bakış açılarından. Ona bakış şekillerini sevmiyor, bir farklı baktıklarını, acıdıkılarını düşünüyor sanırım. Tam emin değilim bu konuda ama benim sezdiğim bundan ibaret. İstanbul’dasın, otuz küsür yıldır burada yaşıyorsun ama doğru dürüst hiç arkadaşın yok ve dışarı çıkmıyorsun. Belki de babası yüzünden. Eniştemin biraz baskıcı bir tutumu var. O yüzden atışıyorlar aralarında. Aynı şey benim başıma gelseydi ne yapardım bilmiyorum. Ama en azından kendimi böyle eve hapsetmezdim. Büyük, radikal bir değişimle hayatımı değiştirmeye çalışırdım.

Yol gösteren, iyi eğitimli biri olmayınca hayat aslında çok zor. Bu güne kadar hep oradan buradan duyduklarımızla hareket ettik. Yol gösterimiz hiç olmadı. Sadece biz değil, dünyadaki bir çok insan için bu durum geçerli.

Şu çağda kimse kimseye vakit ayırmıyor. Çünkü herkes kendisinin değerli olduğuna inandırılmış, bu nedenle vaktinin de değerli olduğu kanısında. Halbuki ömrümüzün üçte birini uykuya ayırdığımızı yani ortalama atmış yaşındaki bir kişinin 20 yıl boyunca uyuduğunu söylediğimizde hepimiz biraz tuhaf oluruz. Boş vakitlerin insanlara ayırılması, bu insanlarla aran daha sonra bozulmuş da olsa, insana farklı bir şeyler katmanın diğer yolu. Tabi seçilen insan faktörü çok önemli. Sıradışı düşünceleri olan, eğlenceli insanları arkadaş olarak seçmek, hayata olan bakış açımızı değiştirir. Bizi mutlu eder. Polonya’da yurtta kaldığım sürede biri ile tanıştım. Adı Sencer. Bana göre çok farklı biri, hiperaktif, komik, sıradışı düşüncelere sahip ve bilimi seven biri. Az çok kafanızda bir profil yerleşmiştir. Bir gün Sencer’in dokuzuncu kattaki odasında kahvaltı yaparken komik bir olaya denk geldim. Sencer, çay bardağına güzelce sıcak suyu koydu. İçine sallama poşet çaylardan bir tanesini koydu. Çay poşetini ipinin ucundan tutarak bir aşağı bir yukarı çekti. Bir çekti, bir bıraktı, bir çekti ve hop! Çay poşetini arkasındaki pencereden sallayıverdi. Ağzım açık kaldı. Dokuzuncu kattaydık ve odasının bulunduğu yer yurdun giriş kapısının biraz yanıydı. Ben şaşkın gözlerle bakarken Sencer hiçbir şey olmamış gibi çayının üzerine şekeri koydu. Ekmeğini eline aldı ve bir ısırık attı. Dönüp “olum neden attın poşeti, birinin başına gelebilirdi” dedim. Gayet sakin ve alaycı bir şekilde “boşver o gerizekalı Polakları”, “her gün yaptığım şey, boşver” dedi. Gülsem mi kızsam mı bilemedim. O gün bu gün hiç unutmam o poşet fırlatma olayını. Sencer’in yabancıların yüzüne gülüp ardından sövdüğü zamanları özlüyorum. Hakediyorlardı. Bir keresinde bunun ocaktaki yemeğini çalmışlar, hahahhahahha. Bu da gitmiş mutfağın duvarına bir yazı asmış ve yazıda da bir güzel sövmüş 😀 Ya ne adam bu ya.

Mayıs

20 Mayıs 2016

Yarın benim için bir dönüm noktası olabilir. İstanbul’a gidiyorum uzun süreliğine. Belki orada bir iş bulup tamamen oraya taşınırım, bilemiyorum. Eğer şans bana güler ve İstanbul da beni severse ömrümün geri kalanını orada geçirebilirim. Teyzemlerde kalacağım, kuzenimin yanında. Teyzem ile eniştem ilkbahar ve yazı yazlıkta sonbahar ve kışı da Beşiktaş’taki evlerinde geçiriyorlarmış. Ben de yaza doğru gittiğim için kuzenimle tek başımıza kalacağız. Bir nevi öğrenci evi gibi olacak. Çok güzel, inşallah her şey yolunda gider.

İçimde bir his var, annemleri bırakıp tekrar gidiyorum. Bu kez belki de geri dönmeyeceğim şekilde gidiyorum. Kim bilir? Çok uzaklara gitmiyorum aslında ama yakın da sayılmaz. Özellikle annemden ayrılmak beni çok üzüyor. Onu yalnız bırakmak istemiyorum. Yalnız da değil aslında, mutlu o burada olmaktan ama bir çocuğu daha bırakıp gidiyor. Bugün akşam teyzemler gittikten sonra yanıma oturdu ve “seni her hafta aşıya götürdüm, hasta olduğunda gece hep yanındaydım. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim” dedi. Benim yanımda olan tek insan, bana yakın olan tek kişi oydu her zaman. Ondan ve ablamdan başka ihtiyacım olan kimse yok hayatımda. Biri çekip gitti Ankara’ya, diğerini de ben bırakıp gidiyorum. Çok koyuyor şuan. Bunları yazarken çok duygulanıyorum. Özellikle annemin o söylediği sözleri kesinlikle unutmayacağım. Hayatta öz olan çok az şey var. Bunlardan bir tanesi anne sevgisi ve bir başkası da annenin evlat sevgisi. Ben annemi çok seviyorum. O olmadığı zaman kendimi eksik hissediyorum. Düşünsene, çocukluğunu her zaman hasta olarak geçirmişsin, defalarca hastanede gecelemişsin, ameliyatlar olmuşsun ve bunların hepsi olurken yanında devamlı duran tek bir kişi var. Seni senden daha çok düşünen tek bir kişi var. İşte benim annem öyle biri. O benim canım, canımdan da fazlası belki de.

İstanbul’a gidiyorum diye çok seviniyordum birkaç güne kadar. Son iki günde aklıma bir ok gibi saplandı bu terketme acısı. Bir kuş misali evden ayrılıyorum. Yarın, kanadımı çırparak uzaklara uçuyorum.

Mayıs

18 Mayıs 2016

I only see what my eyes want to see. How can life be what i want it to be? I’m frozen, when my heart’s not open. I am so consumed with how much i get. I waste my time with hate and regret. I’m broken, when my heart’s not open.

If she could melt my heart. I’d never be apart. I should give myself to someone, her. She holds the key.

Now, there is no point in placing the blame. And i should know she suffers the same. If i lose her, my heart will be broken.

Love is a bird, it needs to fly. Let all the hurt inside of me die. I’m frozen, when my heart’s not open.

Falling to the pieces…

Mayıs

13 Mayıs 2016

I can’t find anything to write down anymore. I need to write something, okay. I try to do that.

Five or four days ago, i decided to settle down in Istanbul. I texted messages to my cousin and aunt live in there, cousin said it’s okay for him, aunt said same things. This weekend, i will book a flight. It’s nearly ₺150. The price of ticket is not important for now, cuz i planed to move there. Hope there will be no coming back.

I have such things on my to do list. On the top of list, there is to study French. I don’t know why i started to learn French (for second language) although i have no fluent degree of English. I suppose I’m bored of learning English. I’d might want fresh things which are obviously different to me. New things are kind of new blood for brain. I arrayed languages I wanna learn in the long term and French is on the second. Of course number one is English. I force myself to improve my vocabulary in English but in every single day, I forget the words i need to have in mind. Anyway, i try to overcome. Out of learning languages, there is one more thing i care about. To read novels daily. Reading 50 pages a day is my aim nowadays. I don’t wanna say “I have no time for this” but really, there is no time these days. I have many invitations sending by friends, it takes my whole time. Every night, i come home after 8 pm.

Je voudrais écrire tant de choses,
mais je ne suis pas le temps pour cela.
Au revoir!

Mayıs

3 Mayıs 2016

Bugün bilgisayarımda yaptığım temel silme işleminden sonra içimde büyük bir huzur oluştu. Bugünün, önceki gün gelen email üzerine moralimim bozuk olması gerekiyordu fakat hiç de öyle değildi. Sanki aksine, sevinmiş gibiydim. Olmaması daha hayırlı oldu dedim içimden, ilerisini görmüştüm, istemediğimi biliyordum.

Akşam otobüsle Ankara’ya, ablamların yanına gidiyorum. Yeğenlerimi çok özledim, onları az da olsa canlı görebilmek, beni daha da mutlu edecek. Uzak mesafelere gitmek, hatta yer değiştirmek beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Keşke sabit bir yerim olsa, orada yaşasam ve orada ölsem. Bunu söylerken içimden şu düşünceyi de geçirmiyor değilim. Dünyanın milyonlarca yerinde yaşayıp ölmek varken, neden burası?

Otobüste, İstanbul’da çalışan bir arkadaşla konuştum. Çok uzakta olmasına rağmen yazışmalarındaki sıcaklık bana olumlu bir enerji verdi ve mutlu hissetmemi sağladı. Halbuki biz uzun zamandır hiç konuşmamıştık. Aramız bozuk falan da değildi, sadece konuşmamıştık. Üniversiteden ayrılırsın da arkadaşlarınla aran açılır ya istemeden de olsa, işte öyleydi bizim durumumuz. Acaba yanlış mı anlar diye düşünürken bana bu şekilde yaklaşması, benim gözümde onun biraz daha yükselmesini sağladı. Belki de bunun nedenlerinden biri, benim zamanında ona karşı yaklaşımımdı. Aramız iyi olmasaydı, böyle sıcak davranmazdı.

Şu iş olayında aslında benim canımı sıkan tek olay, bizim bölümdeki bir kişinin – sima olarak tanıdığım ama tanışmadığım bir kızın – iş görüşmesi yaptığım şirkette çalışıyor olması ve Facebook’tan eklememe rağmen beni kabul etmemiş olmasıydı. Uzun zaman bekledim, belki bugün bakmamıştır dedim, hep iyi niyetli düşündüm. Aradan üç hafta geçtikten sonra arkadaşlık talebini geri çektim. İnsanlar çok garip, sanki kendilerinden canını isteyecekmişsiniz gibi sizden uzak durmaya çalışırlar. Biz olsak hemen merak ettiği konuları öğrenmeye çalışır, yardımcı olmaya gayret gösterirdik. Demek ki herkes biz değil, biz de herkes gibi değilmişiz.

Şu işsiz kaldığım zamanlarda öğrendiklerimin arasındaki en önemlisi, hayatta kesinlikle tek başına kaldığımdı. Beni düşünen bir tek ben varım. Benim yakın arkadaşım benim için bir şey düşünmez, beni teselli etmeye çalışmaz, karşısına alıp delikanlı gibi konuşmaz. Belki de benim en büyük sıkıntım, arkama baktığımda bir adam göremeyişimdi. Benim arkamda bir baba profili yoktu, sadece bir gölgeden ibaret olan biri vardı. Bütün sıkıntılarımın nedeni bu olabilirdi.

Bir geleceğimin olduğunu, abartmadan söylüyorum, son 8 yıldır hiç görmüyordum. Otuzuma bile gelemeden, bir gün bir trafik kazasından, apartmanın çatısından düşen bir tuğladan, şehrin merkezinde olan bir patlamadan ya da kalp krizinden dolayı öleceğimi hissederdim. Şu ana kadar bunların hiçbiri olmadı ama olmayacak diye de bir şey yok. Ama ben kendimi hiç ileride göremedim. İlerideki ben’i hissedemedim.

Şuan yaptığım tek şey var: zaman harcamak. Çok ama çok güzel zaman harcıyorum. Ne yapmam gerektiğini kesinlikle bilmiyorum. Yol gösteren kimsenin olmadığı gibi, hangi yöne gideceğimi de bilmiyorum. Mesleğim bir öğretmenlik gibi, doktorluk gibi spesifik olsaydı, yapmam gereken şey çoktan belli olur, o yönde ilerlemeye çalışırdım. Ama malesef mesleğim öyle değil. Ha, mesleğimi seviyor muyum, sonuna kadar. Orası su götürmez bir gerçek.

Bulunduğum yer, olmam gereken yer değil. 

Nisan

15 Nisan 2016

Önceki bahsettiğim şirketten hala cevap alamadım. Git gide biraz daha karamsar olmaya başlıyorum. İşin bir ucundan başlasam, sonu geçecek ama yok işte. Şu aralar hastalıklarla uğraşıyorum. İlkbahara girdiğimiz için etrafta polenler uçuşuyor. Hava sıcak, üstümüzü çıkarıyoruz, bir anda bozuyor ve hasta oluyoruz. Hem dengesiz havaların olmasından hem de polenlerden dolayı burun akıntım başladı. Bugün biraz daha iyi hissediyorum kendimi.

Uyku düzenim tamamen değişti. Önceden 12 olmadan uykum geliyordu. Sonra bu saat 2’ye 3’e kadar çıktı. Sonra 5’ler ve 6’lar. Şuan öğlenleri uyuyorum. Gece tamamen ayaktayım. Kötü bir durum, günü yaşamış gibi hissetmiyorsun. Sanki sen yaşarken herkes ölü, herkes yaşarken sen ölüsün.

Son birkaç gündür kendimi tamamen bilgisayara adadım. Az biraz Fransızca çalışıyor, sonra da bilgisayara bakıyorum. Kitap okumayı bile bıraktım. Önceden yatmadan önce mutlaka dişlerimi fırçalardım, bugün dişlerimi fırçalamadığım üçüncü gün olacak. Kendimi tamamen salmışım ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Kontrolü seven biri olarak bu durumu düzeltmem gerektiğini biliyorum. Şu iş olayı bir hallolsaydı, hayatım biraz daha düzene girebilirdi.

Fotoğraf çekmek istiyorum ama malesef şehirde gidilecek yer yok. Bu yüzden bu isteğimi de erteliyorum. Yapmak istediğim çok şey var sanki ama bir yandan da evden çıkmak istemiyorum. Kendimi evde daha huzurlu hissediyorum. Bisiklet sürmeyi bile aza indirdim.

Nisan

8 Nisan 2016

Son bir haftadır, bir şirketten haber bekliyorum. Geçen hafta çarşamba günü mülakata çağırmışlardı. Bu hafta belli olması gerekiyordu fakat hala haber bekliyor olmam beni biraz kuşkulandırdı. Arkadaşlara şirketin ismini söylediğimde pek iyi şeyler söylemediler açıkçası. Sirkülasyon çok oluyormuş. Yani işçi alımları çıkarımları epey bir oluyormuş. Doğrusu nasıl bilmiyorum, abartıyorlar diye düşünüyorum. Bir işe mutlaka girmem lazım ama hala bekliyor olmam beni umutsuzluğa götürüyor. Boş bir insan olsam hadi neyse de bir özeleştiri yapacak olursam, gayet düzgün, yenilikçi, kolay kolay pes etmeyen, sabırlı, teknolojiyi yakından takip eden, insanlarla olan ilişkisi iyi biriyim. Olumsuz gösterebileceğim pek yönüm yok gibi bana göre. Benle birkaç gün takılan kişi zaten nasıl biri olduğumu anlar. Kendimi kanıtlama gibi bir olayım yok. Falan filan…

Söylediğim gibi, hala haber bekliyorum. Olursa güzel olur, olmazsa kısmet diyorum. Çünkü kendimi paralamama gerek yok. İşi istiyor muyum? İstiyorum. Ama ya olmazsa? Olmazsa olmaz işte. Bunun bir açıklaması olmaz ki. Kendilerine göre uygun biri değilmişim der, önüme bakarım.

Dün Halil’le buluştuğumuz son gündü. Üniversiteden yakın arkadaşlarla toplanmak istedik. Mekan olarak da Ziyapaşa Bulvarı’ndaki Caribou Coffee’yi seçtik. Tabi karnavalın o gün başladığını bilmiyordum. Ta ki arkadaş mesajla yazana kadar. Ziyapaşa’ya otobüsle gidebilmek için Duygu Kafe’ye gittim. Gençlik Parkı epey kalabalıktı. Nedir bu kalabalık derken motorsikletlileri gördüm. Üstüne arkadaş da karnavalın olduğunu mesajda söyleyince “eyvah” dedim. Yer bulabilir miyiz? İki bayan arkadaş sosyete mekanı olan Big Chefs’e girmişler. Oturup bir şeyler içmişler. Tabi ben o tip yerleri sevmiyorum. Kendini burjuva zanneden insanlar, almış ellerine çatal bıçak, tın tın tın önlerindeki avuç kadar yemeği yemeye çalışıyorlar. Haklılar aslında, o kadar para verdikten sonra ben de olsam ben de azar azar yerim. Tabi böyle bir şey olmayacağı için… Biraz oturduk, diğerlerinin nerede olduğunu merak ettik. Bu arada arkadaşlardan biri “burada oturalım, burası güzel” dedi. “Ya, böyle kasıntı bir yerde oturmak hiç bize göre değil” diyecektim. Hem bizim amacımız, hep beraber oturup güzelce sohbet edebilmek. Hatta sırf bu yüzden sessiz bir yere gidelim diyorduk. Big Chefs’te o kadar çok ses vardı ki, insan karşı oturduğunun sesini duyamıyordu. Hem pahalı, hem sesimizi duyamıyoruz. E ne anladık? Hayır, yani bu tip lüks yerlere karşı değilim, bana göre kendileri lüks de sayılmaz ama, sevmiyorum işte. İçindeki insanların davranışlarını, onların bağırarak konuşmalarını, birbirlerine küçümseyerek bakışları hiç hoşuma gitmiyor. Neyse, bir erkek arkadaş geldi, onunla birlikte çıktık hep beraber dışarı. Caribou’ya gittik, üst katta Halil vardı. Oturduğu yer üç kişilikti, bize yedi kişilik yer lazım. Cam kenarında bir yer bulduk ama orası çok dar geldi. Arkadaşla dışarıda yer bulur muyuz diye baktık ama bulamadık. Sonra “Şu Starbucks’a mı bir baksak” dedim ve oraya gittik. Üst kat bomboştu. İnsanların hep oturmak istedikleri bir köşe var, oranın boş olduğunu görünce hemen oturduk, diğerlerini çağırdık. Onlar da karşı taraftan geldiler yanımıza. Son iki kişi vardı gelmeyen, onlar da bir süre sonra geldi. Konuşmaya başladık. Konular genelde yüksek lisansla ilgiliydi. Benlik bir durum olmayınca pek ilgimi çekmedi. Halil’in de ilgisini çekmiyor gibiydi ama herkesin yüksek lisans yaptığını öğrenmesi, onu biraz şaşırttı aslında. Biraz da garipsedi. Kendisi mühendislikle alakasız bir işte çalışıyordu. O gece pek konuşmadım, sadece konuşanları dinledim. Saat ona doğru gelince ilk önce bayanlardan biri kalktı, yarım saat sonra da hep beraber kalktık. Arkadaş arabayla sağolsun hepimizi evinin yakınına bıraktı. O gün benim için pek verimli geçmedi. Halbuki verimli geçeceğini düşünüyordum. Arkadaşlarla hoş vakit geçirmek, verim ölçütü.

Gece eve gelir gelmez beni aldı bir karamsarlık. Oturdum SAP çalışmaya başladım. SAP de oturup çalışılacak bir şey değilmiş. İlla ki bir şirkete girip orada öğreneceksin. Youtube’de SAP anlatan bir Hintlinin videolarını buldum. Ondan çalışayım diyorum.

Mart

21 Mart 2016

Şu aralar yapmam gerekenlere odaklanamıyorum. Nedense evde harcadığım vakit azalmaya başladı. Önceden bütün gün evde otururken, sonradan evde duramamaya başladım. Bunların çoğu görüşmek isteyen arkadaşlardan dolayı. Zaman bir şekilde hızlı hızlı geçiyor. Ne zaman mart ayının sonuna geldik farkına bile varamadım.

Son on günümü, arkadaşlığımı kestiğim birinin ilişkisini anlamaya çalışmakla geçti. Ne dramatik bir ilişkileri var. Kız, oğlanı seviyor ve onsuz olamayacağını düşünüyor fakat oğlan ilişkinin devam etmesini istemiyor. What a fucking man this is. I will never understand how girls keep loving these kind of guys after unacceptable betrayals. Girl keeps shedding tears for him, I can bet she is hitting the dead horse, tears won’t take him back as she knows. People are intricatelly freaking fool about love.

I don’t wanna write more for March. Words fail.

Şubat

29 Şubat 2016

Çarşamba gününden beri Ankara’da, ablamların yanındayım. Sırf yeğenim çok istedi diye geldim, yoksa gelmeyi düşünmüyordum. Annem her gidişinde yeğenim “dayım nerede?” diye sorarmış. Pek inanmamıştım. Sabah geldiğimizde yeğenim uyuyordu. Bir süre oturduk oturma odasında. Annem, yeğenimi uyandırmak için yanına gitti. Uyandıktan sonra ilk sorusu “dayım gelmedi mi?” oldu.

Bu hafta ablamın formasyon sınavları vardı Gazi Üniversitesi’nde. Gece onunla birlikte gece saat ikiye kadar istatistik çalıştık. O kadar çok çalışmışız ki bildiklerimizi bile unutmaya başladık. Ertesi sabah, yani bu sabah, biraz daha çalıştık ve saat iki gibi okula gittik. Annemi de evde iki çocukla (çocuk diyorum ama beş yaşındaki yeğenim çok aksi, diğeri de devamlı kucak istiyor) baş başa bıraktık. Atladık arabaya, gittik Gazi’ye. Ablam iki saat arabayı (200 metre) uzağa bıraktığımız için söylendi. Girişteki güvenlik görevlilerine öğrenci kartı göstermemiz gerekiyordu ama öyle böyle girdik. Ablamın arkadaşı ile buluştuk. Kız hostesmiş. Onunla bir buçuk saat çalıştıktan sonra sınava girecekleri dersliğe geçtiler. Ben de yanlarında biraz oturduktan sonra sınava on beş dakika kala aşağıya indim. Eğitim Fakültesi ile kütüphanenin önünde banklar var. Oraya oturup kitap okumaya başladım. Elimde taşıdığım poşetin içinde de ice tea vardı, onu da açıp bir yandan kitap okuyor bir yandan yudumluyordum. On beş yirmi dakika sonra kitabı poşete geri koydum. Biraz da etrafı izleyeyim dedim. Başımı bir kaldırdım, önümden ambulans geçti. Hemen yan tarafta bir kalabalık grup vardı. Kızın biri sanırım sınavlardan dolayı epey bir gerilmiş ve vücudu kitlenmiş. Ambulansa sedyeye bindirirken elleri kilitli halde duruyordu. Ablamın sınavının bitmesine on beş dakika kala yukarı çıkayım, biraz da koridorlardaki banklarda oturayım dedim. Bankları öğrenciler ele geçirmiş, hepsi ellerindeki notlara bakıyor kaygılı bir şekilde. Ben de etrafta dolandım dakikalarca. Sınav o kadar çok zor geçmiş ki, çıkan herkesin suratı düşüktü. Ablamın çıkmasını bekledim. Onun da morali çok bozuktu. “Hiçbir şey yapamadım” dedi. Halbuki o kadar çalışmıştık ve bütün soruları yapabiliyorduk. Hocalar derste anlatılmayan yerlerden sormuş. Ah şu hocalar…

Arabaya kadar yürürken ablamı teselli etmeye çalışıyordum. Aslında ihtiyacı yoktu çünkü durumları iyiydi. Ablamın bir senede kazanacağı parayı, eniştem bir ayda kazanıyor zaten. Ablam da olayın parasal boyutuna bakmıyor, ileride çocuklar büyürse ben ne yaparım diye düşünüyor. Arabaya bindik gidiyoruz. Ablam hala sınavların zorluğundan bahsederken benim kafa başka bir şey düşünüyordu. Etrafıma bakıyordum. Dört şeritli bir yolda yüzlerce araba aynı doğrultuda gidiyordu. Birden Amerika’daki otobanlar geldi aklıma. Orada da insanlar evlerine giderken böyle büyük yollardan geçiyorlar hep. Sonuçta araba sayısı çok fazla. Ankara’da da araç sayısı çok fazla. Hemen hemen herkesin arabası var gibi. Benim asıl dikkatimi çeken lüks araba sayısının bu kadar çok olması. Biz Adana’da fazla görmeyiz böyle Mercedes, BMW falan. Ya var var da Ankara’daki gibi değil. Bu şehirdeki her üç arabadan bir tanesi BMW sanki. Ablamların oturduğu apartmanın kapalı garajı sanki BMW galerisi gibi. Her çeşit BMW var. Dört yüz binlik araç da var yüz binlik araç da. Binek dedikleri şey bu olsa gerek.

Araçla giderken bir arabalara bakıyordum bir de yüksek iş merkezlerine. İnsanlar nasıl böyle lüks şeyleri edinebiliyorlar gerçekten merak ediyorum. Onlar zeki de biz mi salağız? İnsanlar yirmi beş yılını verip bir ev alabiliyorlarken bu insanlar hem deli gibi harcama yapıyor, hem de ev araba sahibi oluyorlar. Akıl sır erdiremiyorum.

İşte biz de “aylık üç bin lira kazansak ne güzel olurdu” diye hayal ederken millet…

Şubat

23 Şubat 2016

Son iki gündür içim hiç rahat değil. İki gün önce bir şişe şarabı bitirdim can sıkıntısından. Sarhoş olmak istedim ve az bir şey oldum da. Öyle bir şişe şarapla sarhoş olacak insan değilim, sarhoş olmak istemediğim zaman olmuyorum ve sınırda duruyorum.

Bugün erken saatlerde teyzemlerden biri geldi. Oturduk uzun süre sohbet ettik. Anne tarafımdan birileri gelip böyle uzun uzun konuşunca içim rahatlıyor. Anne tarafım o kadar ılımlı ki – Allah’a şükür – iyi anlaşıyoruz. İyi ki varlar, seviyorum hepsini. Kuzenlerim de çok iyiler, tek sorun fazla vakit geçiremiyoruz. Neyse, teyzemle annem bir yere gittiler. Benim de dışarıda yapmam gereken işler vardı. İlk önce bankaya sonra da SGK’ya gittim. Önceki senelerde SGK’da onca saat beklerdi insanlar. Şimdi maşallah çok beklemiyoruz. Ülkede git gide bir şeyler değişiyor. Sıram geldiğinde bir görevli şu tarafa geçin dedi. Ben de tuhaf tuhaf bakarak geçtim. Sistem iyileşiyor ama insanlar yine aynı insanlar. Masada oturan görevliye durumumu anlattım ve o da beni başka bir yere gönderdi. Gittiğim yerde yine masa başında olan insanlar vardı. Gittim birinin yanına oturdum. Bana ismi söylenen kişi dışarıda sigara içiyormuş. Onu bekledim biraz. Daha sonra yanında oturduğum adamın oranın şefi olduğunu öğrendim. O da beni başka birine gönderdi. Gittiğim kişi yaşlı bir adamdı. Derdimi anlattım ve genç olduğumu görünce bana sevimli bir şekilde yardımcı olmaya çalıştı. Tabi benim derdimi anlatışımda biraz çocuksuydu. “Aklında sorular kalmasın, sor hepsini” dedi. Ben de diğer sorumu sordum. Sonra da teşekkür edip oradan ayrıldım. Genel Sağlık Sigortası’nı yatırmak için bankaya gittim. İçeride annemin kartını kullanarak sıra aldım. Numaram geldiğinde gişedeki kişiye “GSS’i buradan mı yatırıyoruz” dedim. O da bana ATM’den yatırmam gerektiğini söyledi. Başından sağmak için söyledi sanki ama ben yine iyiye yordum. Dışarıda sırada beklerken en önden biri çekip gitti. Sonra baktım ki insanlar sanki makine bozulmuş gibi bekliyordu. Arkamdan bir genç “noldu, bozuldu mu” diye sordu. “Kadının kartını yuttu, onu bekliyoruz” dedi. Sonra geçti hemen en öne, bir kaç numara girmeye başladı. Ben de öndeki kadına, “siz devam edin, o kartı arka taraftan alacak zaten” dedim. Ama tabi çocuk en öne geçmiş kendi işini halletmeye çalışıyordu. Ne kadar sinir oldum ama. Önümde de bir genç kız vardı. O da bana “ben de saygıdan dolayı bekliyorum ama…” dedi. “Valla kimseye saygı duymana gerek yok artık. Bak insanlar nasıl saygı gösteriyor” dedim öndeki çocuğu göstererek. Sonra sinirlenip çekip gittim. Ne de olsa başka bir yerden de yatırabilirdim. Çekip bir tanıdığımın yanına gittim. Onlarda biraz oturduktan sonra eve döndüm.

Yani insanlar harbiden gerizekalı. Ne saygı kalmış ne de ahlak. Eniştem Mitsubishi’de çalışırken Japonya’ya çok sık gidiyordu. Bir tecrübesini bana anlattı. Birgün bir yere bisikletle giderken bir kadın görmüş. Kadın bir şeyler satıyormuş. Eniştem durmuş ve almak istemiş ama fiyat konusunda pazarlık yapmak istemiş. Pahalı olduğundan değil hani, sadece tepkilerini görmek istemiş, Japonlarla pazarlık yapmak nasıl bir şey merak etmiş. Kadın 10 demiş, eniştem 8. Eniştem bir iki kere daha 8 deyince kadın 8 liralık malı 10 liraya satıyormuş gibi, kazık atıyormuş gibi göründüğünü düşünerek bin kere özür dilemiş ve 8’den vermek istemiş. Düşün yani, kadın sırf müşterisi pahalı gördü diye özür dilemiş. Tabi eniştem onu 10’dan almış ama Japonun bu davranışı çok hoşuna gitmiş. Şimdi nerede bizdeki o saygı?

Şubat

17 Şubat 2016

Günlerden çarşamba. Akşam babaannemlere yemeğe davetliyim. Yemek yerken bir yandan da televizyon isliyorduk. Telefonuma Mynet’in uygulamasından ileti geldi. İletide “Ankara’da patlama” yazıyordu. Pek önemsemedim, tüp falan patlamıştır dedim ama içimden acaba terörist saldırısı olabilir mi dedim. Kötüyü düşünmek istemiyordum, babaanneme “Ankara’da patlama olmuş” dedim. O da tam duymadı herhalde beni ki pek oralı olmadı. Yirmi dakika geçtikten sonra televizyonda son dakika haberleri çıktı. Daha sonra Mynet’teki haberi okudum. Sadece yaralıların olduğu söylüyordu. Ama her geçen dakika ölü sayısının arttığı belirtildi. İlk önce 10’du, sonra 11 oldu. Derken 18 ve 28… Bir terör saldırısı olduğundan şüpheleniyorlar. Başka ne saldırısı olabilir ki? Bir araba tüpü patlasa bu kadar kişi hayatını kaybetmez. Allah’ım, ölen insanlara rahmet eyle, ailelerine, akrabalarına, çevrelerindeki bütün insanlara sabır ver.

Allah rahmet eylesin!

Şubat

4 Şubat 2016

Vay anasını, tarihe bak, 4 Şubat oluvermiş.

Bugün bir iş görüşmesi için, aslında pek de iş görüşmesi sayılmaz, Koluman’a gittim. İstanbul’da bir satış pozisyonu varmış. Ben bunu pazarlama olarak biliyordum ama neyse. Gece geç saatte yattım. Bu tip durumlarda vaktinde kalkacağımı biliyorum. Ne kadar geç yatarsam yatayım, yapılması gereken şeyi mutlaka zamanında yaparım. Normal durumlar için bu olmuyor malesef.

Koluman’daki planlama departmanında Ezgi Hanım var, kuzenimin yakın arkadaşlarından. Kendisiyle bir önceki görüşmemde tanışmıştım. Güler yüzlü, pozitif bir kişi. Bana geçen hafta haber vermişti böyle bir pozisyon olduğunu. Ben de bizimkilere sormam gerektiğini söyledim. Hatta eniştemle bile görüştüm. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra tekrar aradım ve görüşmek istediğimi söyledim. Bana ertesi gün, yani bugün için saat bir buçukta randevu verdi.

Sabah kalktığımda saat onbirdi. Hemen duşa girip üstümü giyindim ve yola koyuldum. Koluman, Adana ile Mersin arasında bir yerde. Şehrin dışında, anayola çıksan bile en az yarım saat sürüyor arabayla. Tam vaktinde firmanın giriş kapısındaydım. Görevli görüşeceğim kişiyi, Veli Bey’i, aradı. Fakat Veli Bey beni hatırlamadı. Tabi bu biraz garip bir durumdu. Sonuçta görüşeceğin kişinin en azından ismini aklında tutabilir insan. Neyse, belki kafası çok doluydu, ondan unuttu. Beni sabah saat onbirde beklediğini söyledi. Bana da bir buçukta söylendiğini ilettim. “Bir karışıklık olmuş, neyse.. Şuan toplantıdayım ve epey bir uzun sürebilir” dedi. Ben de “planlamada arkadaşlar var, onların aynına geçerim, sizden haber beklerim” dedim. Tamam dedi ve planlamaya geçtim. Planlama departmanının binasını yıktıkları için prefabrik yapıda çalışıyorlar personeller. Aslında çok da kötü bir durum değil, zaten yapacak da bir şey yok. Arkadaşlarla selamlaştıktan sonra oturdum yanlarına. Planlamada genelde bayanlar var. Bunlardan iki tanesi benim sınıf arkadaşım, bir tanesi bir dönem altımdaki arkadaş, diğerlerini tanımıyorum. Orada tanıştık. Epey bir süre yanlarında kaldım. Daha sonra Veli Bey, Müge’yi aramış ve yanına gelmemi istemiş. Müge sağolsun bana nereye gitmem gerektiğini söyledi. Ana binada en üst katına çıktım. Bir toplantı odasının karşısında sekreter bir bayan vardı. Veli Bey’i sordum, beni çağırdığını söyledim. Toplantı odasına girdi ve kendisini çağırdı. Ben de dışarıda bekledim. Veli Bey geldiğinde bir odaya geçip konuştuk biraz. Pozisyonun benimle pek alakası olmadığını farkettim. Satıştı, yani herkes yapabilirdi, kolay bir işti fakat benlik bir iş değildi. Ben hem satış yapamam, hem de ilerideki kariyerim için iyi bir seçenek olmazdı. Pazarlama diye düşünmüştüm ama değilmiş, pazarlamaya birini almışlar. Neyse en azından tanışmış, görmüş oldum. Aşağıya inip planlamaya geçtim. Normalde çekip gitmek istedim ama daha sonradan servisle giderim dedim. Saat üç buçuktu. beş kırkbeşte servisler vardı. Neyse, arkadaşların aynına geçtim. Sonra da Ezgi Hanım’ın yanına geçtim. Onunla biraz konuştuk, sonra tekrar içeri girdik. Uzun bir süre pek konuşmadan onları dinledim. “Acaba, işe başlayınca benim durumum da mı böyle olacak?” dedim içimden. Çok sıkıcı ya, insanlar tek bir konu üzerinde konuşuyorlar, birbirlerini seviyorlar ama sohbetler artık o kadar bayağı olmuş ki o monotondan dolayı. Onları kesinlikle suçlamıyorum, onlar da böyle olmasını istemezdi ama sanırım iş hayatı böyle bir şey. Eğer devamlı yerinde oturuyorsan konuşulacak konular ya yemek oluyor, ya çay, kahve…

İş hayatına hazır hissediyorum kendimi. Fakat hangi departmanda çalışmak istediğimi tam olarak bildiğimi sanmıyorum. Yani sadece ben değilim ki, herkes benimle aynı durumda. Bizim mesleğin olayı bu. Nereye girersen öyle devam eder. Planlamaya mı girdin, oradan devam edersin kariyerini. Aslında ortada pek de kariyer yok ama neyse…

Bugün, sistemin bir parçası haline geldiğimizi çok net bir şekilde gördüm. Saatlerce çalışıyoruz, eve gitmemiz geç saatleri buluyor, birkaç saat bir şey yaptıktan sonra yatıp uyuyor ve sabah erken bir saatte kalkıyor, servis bekliyor, işe gidiyor, yoruluyor ve eve gitme vaktinin gelmesini bekliyoruz. Eğer hayat bir rutine biniyorsa o hayatı pek de yaşıyor saymayız. Şanslı çok az kişi bu döngünün içine girmeden hayatlarını devam ettirebiliyor. Onlar da ya şansın ya da baba parasının getirdiği yararlardan faydalanıyorlar. Aralarında öyleleri var ki onlar da akıllarını kullanıp girişimci oluyor ve sıyrılıyorlar sistemin çemberinden.

Sanırım biz, bize biçilen düzeni sağlamaya çalışıyoruz. Yani, okuyoruz, iş buluyoruz. İş bulduktan sonra evlenmemiz gerekiyor, çünkü evlenme yaşındayız. Her şeyin de bir yaşı var yalnız(!) Çocuk sahibi olmamız gerekiyor, para biriktirip ev almalıyız. Arabamız olmalı. İyi bir cep telefonu, bilgisayar, elbise, ayakkabı, saat vs. almalıyız. Çocuklar büyümeli, onları iyi bir okula yazdırmalıyız. Ya çok kötü bir döngü bu… Biz kendimizi “düşünebilen, düşündüğünü yapabilen bir varlık” olarak tanımlıyoruz ama bizim sanki bir programımız var ve o çok önceden planlanmış. Nereye gidersek gidelim, bu durum aynı. Biz, doğurup çoğalmalıyız. Sonraki nesile doğurup çoğalabilmeleri için uygun ortamı sağlamalıyız. Mantık bu resmen. Aslında doğada bu apaçık belli. Bir balık, zamanı gelince çiftleşir ve yumurtalarını bırakır. Daha sonra da ölür. Sanki onca zaman sadece yumurta bırakmak için yaşamış gibi. İşte yaratan, yapmamızı istediği asıl görevin yanında bize de yapmak istediğimiz şeyler için zaman ayırmış. O zamanı iyi değerlendirdiysen sen kazanırsın.

Hayat kısaca: doğ, doğur, öl.

Ocak

30 Ocak 2016

Şuan hayatım uzayın sessizliği kadar sade. Pek bir şey yaptığım söylenemez. Biraz Fransızca çalışıyorum, biraz kitap okuyorum, interneteki yabancı haber sitelerini takip ediyor, yabancı dizi izliyorum. Yavaş yavaş, habersizce günler geçiyor.

Eskiden evde tutamazlardı beni. Hemen hemen her gün dışarıda olurdum. Arkadaşlarla gezer, sohbet ederdim. Şimdi, ne dışarı çıktığım var, ne de arayıp konuştuğum insanlar.

Yaş ilerledikçe her şey daha da hızlı ve kontrolsüz ilerlemeye başlıyor. İnsanlar ayrılıp gidiyor, görüşmek için zaman bile bulamıyorlar hayatın bu saçmalığı yüzünden. Hayat koşulları, bize sadece en yakınımızdakilerle iletişim kurma şansı veriyor. Uzakta kalanlarla sadece Facebook arkadaşı olarak kalıyoruz. Onlarla iletişimimiz Facebook’ta gördüğümüz fotoğraflar kadar.

Yaşlanıyoruz, yaşlanıyoruz, yaşlanıyoruz… Gün geçtikçe birbirimizi daha beter bir psikolojik sorun içine çekiyoruz. Yaptıklarımız birbirimize batmaya, birbirimizi kıskandırmaya, ya da üzmeye başlıyor. İster istemez ağzımızdan çıkan kelimeler bir taş kadar sert ve can yakıcı oluyor.

İnsanın en büyük düşmanı yine insan. Haberlerde gördüğüm kötü haberlerin hepsi, maksimum 80 yıl yaşayabilecek olan bir insanın kafasında kurduğu fantezileri gerçekleştirmek için yaptığı kötü şeylerden ibaret. Tecavüzler, terörizm, öldürücü virüsler…

Bana zengin olmaya çalışmak gerçekten çok ilginç geliyor. İstesem, çok ciddi söylüyorum, ben de zengin olurum. Bütün o engelleri tek tek aşıp zengin olurum. Bunu biliyorum. Çünkü kendime güveniyorum, her şeyi başarabilirim. Bana tek gereken şey, sadece biraz zaman. Fakat ben zengin olmak istemiyorum. Zengin olmak için yapılması gereken tek şey çok çalışmak. Ama ben vaktimi çok çalışarak geçiremem. Dünya’ya bir kere geldim ve sadece mutlu bir hayatım olmasını istiyorum. Zengin olmak istemiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Dünya’daki her yere gitmek istemiyorum. Miami’ye gitmek istemiyorum. Paris’e gitmek istemiyorum. Buz hokeyi oynamak istemiyorum. Paraşütle atlamak istemiyorum. Lüks bir otomobilim olsun istemiyorum. Malikanede yaşamak istemiyorum. Tek bir isteğim var. Benim gibi düşünebilen tek bir kişi daha olsun yanımda. Erkek ya da kadın farketmez. Erkek olursa dostum, kadın olursa eşim olur, sorun olmaz. Ama benim, benim gibi düşünen birine ihtiyacım var. Bakışımdan anlayan, birlikte zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağım biri.

Zaman geçiyor. Her vakit bunun farkında olarak yaşamak, kabuk bağlamış yarayı jiletle kazımak gibi bir şey.

Orada bir yerde bir şeyler var ama kesinlikle farkında değiliz.